Bir tekerlemedir gidiyor: Savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz!? Bu tekerleme öylesine “sevilmiş”tir ki, bu tekerlemeyi yinelemeyen, yazısında yer vermeyen köşe yazarı, yazar, çizer ve “derin teorisyen” neredeyse hiç kalmamıştır. Böylece “ezber bozan”lar için yeni bir “ezber” ortaya çıkmıştır.
Bu tekerlemenin tümüyle uydurma ve yalan olduğunu göstermek için fazla bir şey yapmaya gerek yoktur. Tarihten, savaş tarihinden verilebilecek birkaç örnek bile bu tekerlemenin yalan ve uydurma olduğunu göstermek için yeterlidir.
Ama klasik okul eğitiminin bile sığlaştırıldığı, tarih bilgisinin neredeyse “arka oda” muhabbetlerine indirgendiği, kurgusal bilginin baş tacı edildiği bir dönemde böylesine örnekleme yöntemiyle bir şeyin niteliğini teşhir etmek tek başına yeterli değildir. Söylenen her söz, önceden kurgulanmış bilgilerle (dezenformasyon) bezenmekte ve bir manipülasyon aracı olarak kullanılmaktadır. Burada sözünü ettiğimiz tekerleme de, böyle bir kurgusal bilgiye dayandırılmış, demagojik bir slogan durumundadır.
Bu demogojik sloganın amacı, basit ve yalındır: “Devlet”in “İmralı” ile yaptığı görüşme-müzakere-mutabakat ilişkisini ve PKK’nin “sınır ötesine çekilmesini” meşrulaştırmak.
Burada “hedef kitle”, hiç tartışmasız, “Türkler”dir. Bu tekerlemeyle, on yıllarca “çocuk katili”, “terörist başı” olarak sunulan A. Öcalan’ın “muhatap alınmasının ve bu “muhatap”lık çerçevesinde (bugün için belli olmasa da) belli ödünlerin verilmesinin “Türkler” arasında ortaya çıkartacağı olası tepkileri pasifize etmektir.
Bu pasifikasyonda belirleyici unsur her ne kadar “medya” görünse de, ana “aktör” küçük-burjuva aydınlardır. Dolayısıyla küçük-burjuva eğitim görmüş kesimlerin “İmralı süreci”ne gösterecekleri tepki, “kamuoyunun” koşullandırılması ve yönlendirilmesi açısından önemli bir yere sahiptir. Gerek eğitim sistemiyle, gerekse “medya” aracılığıyla ve “tüketim ekonomisi”yle tarih bilgisi ve bilinci silikleştirilmiş ve belirsizleştirilmiş küçük-burjuva eğitim görmüş kesimlerinin “kazanılması”, daha tam deyişle, “İmralı süreci”ne yedeklenmesiyle küçük-burjuva kamuoyunun tepkisinin pasifize edilmesi hedeflenmiştir.
Köylülükle birlikte ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan küçük-burjuvazinin “tarafsızlaştırılması” (elbette ideal olanı “kazanılması”dır), çelişkili ve bir dizi tutarsızlığı, gizliliği içeren bir “süreç”in “amaca” ulaşması açısından önemlidir. Böyle bir durum, sadece “olumsuz söylemlerle” yaratılamaz. Dolayısıyla “olumlu söyleme” de gereksinme vardır. İşte “savaşın kazananı, barışın kaybedeni olmaz” tekerlemesi böylesine bir “olumlu söylem”in ifadesi olmaktadır.
Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, bu “tekerleme”, küçük-burjuva eğitim görmüş kesimleri, özellikle kendisini “çağdaş ve demokrat” gören, “her türlü şiddete karşı” olmayı bir “erdem” sanan “sol-liberal” kesimleri (“medyatik” anlamda Taraf ve Radikal müdavimlerini) “yedeklemek” amacıyla ortaya atılmış “olumlu söylem”den başka bir şey değildir
Gerçekte olan, bir “propaganda savaşı”dır; dezenformasyona dayanan manipülasyon faaliyetleridir. Burada ilk olgu da, gerçeklerin ortadan kaybolmasıdır.
İlk kaybolan, kaybedilen, sürgüne gönderilen olgu “savaş”tır.
“Tekerleme”nin mantığı içinde denilebilir ki, savaş, kazananı olmayan bir dizi öldürme, katliam ve cinayetten ibarettir! “Kazananı olmadığı” için de, bu cinayetler, katliamlar ve öldürme eylemlerinin de hiçbir “amacı” yoktur!
“Savaş” bir kez böyle tanımlanınca, kaçınılmaz olarak “her türlü savaşa”, “her türlü şiddete” karşı olmak bir “erdem” gibi sunulur ve “algı”lanır. Bu da insanlık tarihi kadar eski bir gerçeğin (olgunun) yok kabul edilmesi demektir.
Oysa savaş, Clausewitz’in ünlü sözüyle, “politikanın başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır”. Bu nedenle “savaş”, politik amaçlara ulaşmanın bir aracıdır. Bu nedenle savaşın sonucunu ve sonunu belirleyen, savaşa yol açan politik amaçlara ne ölçüde ulaşılıp ulaşılmadığıdır. Diğer bir ifadeyle, savaşın sonucunu belirleyen, başlangıçtaki politik amaçlara ulaşılmasıdır. Çok yalın ve açıktır ki, kendi politik amacına ulaşan taraf savaşın “galibi”, yani kazananı olur.
İstenildiği kadar “savaşın kazananı olmaz” tekerlemesi yinelenip dursun, tarihsel gerçeklerin tek gösterdiği şey, savaşların bir “kazananı” olduğudur. Elbette bu, her savaşın her zaman bir kazananı olur anlamına gelmez. İnsanlık tarihindeki pek çok savaşta, savaşan tarafların birbirini yenemedikleri, yani bir tarafın savaşı kazanamadığı durumlar da söz konusudur. Böylesi “pat durumları”nda savaşanın kazananı belirsizdir. Dolayısıyla böylesi “pat durumlarında”, yani “denge” koşullarında savaşı sürdürmek her iki taraf açısından “zafer kazanılamayacak bir savaşı sürdürmek”den başka anlama gelmez. Bu da bir dizi kayba yol açar.
Öte yandan iki ülke ya da devlet arasındaki savaşta ortaya çıkan “pat durumu”nda, savaşın kazananının olmadığı durumda savaşı sürdürmek, her ülke için yeni insan-gücü ve kaynak tüketimine yol açacağı için zayıflamaya, güçsüzleşmeye neden olur. Bu da “üçüncü” tarafların bu durumdan yararlanabilmeleri için uygun bir “durum” yaratır. “Üçüncü taraflar”ın varlığı ve savaşla zayıflamış “savaşan ülkeler” üzerindeki politik amaçları, “kazananı olmayan savaş”ın sona erdirilmesi için önemli bir etken olarak ortaya çıkar. Ama bütün bunlar, belli “denge” durumlarına ilişkindir ve savaşın genel niteliğini belirlemez.
Savaş faaliyetinin hangi koşullarda durdurulacağına ilişkin Clausewitz’in yaptığı saptamalar “savaş” ve “barış”ın ne anlama geldiğini anlamak açısından önemini halen korumaktadır.
Savaşı politikanın devamı olarak tanımlayan Clausewitz şöyle söyler: “Savaş, hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet hareketidir”.
Clausewitz’in bu yalın ifadesi, açık biçimde savaşın ne olduğu kadar, savaşın “kazananı”nı da ortaya koyar: Kendi iradesini kabul ettiren taraf, savaşın kazananıdır.
Bu nedenle, savaş eylemi, taraflardan birisinin kendi iradesini, arzu ve istemini diğer tarafa kabul ettirdiği zaman sona erer. Bu da gerçek savaş ile mutlak savaş arasındaki ayrımı ortaya çıkartır.
Teorik olarak “mutlak savaş”, düşmanın tümüyle yok edilmesini amaçlar. Bu amaç, kaçınılmaz olarak savaştaki şiddetin sınırını ortadan kaldırır.
Gerçek savaşta amaç, düşmanı etkisizleştirmek, savaşı sürdüremez hale getirmek ve bu yolla “kendi irademize boyun eğmesini” sağlamaktır. Bu, aynı zamanda savaşın sürdürülmesi halinde çok daha ağır bedeller ödenileceğinin görülmesi demektir. Bu durum ortaya çıktığında, taraflardan biri “barış” istemek durumunda kalır.
Burada ortaya çıkan “barış” istemi, taraflardan birisinin içine düştüğü zor durumda teslim olmadan savaşı (bir süreliğine de olsa) durdurma istemidir. Ancak aynı durum diğer taraf için geçerli değildir. Bir tarafı “barış” istemeye zorlayan olumsuz koşullar, diğer taraf için savaşı “kazanmayı” sağlayacak olan olumlu koşullardır. Bu da, elverişli ve avantajlı konumda bulunan tarafın, savaşın “kayıtsız-şartsız teslim olana kadar sürdürülmesi”nin koşullarını yaratır. Böylece zor durumda olan tarafın “barış” çağrısı, elverişli konumda olan tarafın belirleyeceği koşullarca belirlenir.
“Barış”, her durumda ve her koşulda, savaş eyleminin sona erdirilmesidir. Eğer savaş, politikanın şiddet araçlarıyla sürdürülmesiyse, savaşın sona erdirilmesi, bir tarafın politik amacına ulaşmasıyla olanaklıdır. Ama yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, böyle bir durumun ortaya çıkabilmesi için, diğer tarafın bu durumu kabul etmesi şarttır. Taraflardan birisinin “durumu” kabul etmediği koşullarda “barış”, yani savaşın sona ermesi söz konusu olamaz.
Yine de savaşta bazı durumlar ortaya çıkabilir. Bu durumlar savaşın bir süre durdurulmasına, “ateş-kes” ilan edilmesine, “barış görüşmeleri”nin başlamasına, hatta “barış anlaşması” yapılmasına yol açar. Bu sadece denge durumunda ortaya çıkar. Genellikle “yıpratma savaşı” niteliğine sahip “mevzi savaş”ın yürütüldüğü koşullarda böyle bir denge durumu ortaya çıkar. Ancak tüm savaş tarihinin ortaya koyduğu gibi, böyle bir “durum” sadece bir taraf için olumlu sonuç verir. Daha zayıf olan ve savaşın sürdürülmesiyle daha zor duruma düşecek olan tarafın “barış” istemi, sadece daha elverişli bir fırsat kollamaya çalışmasından başka bir anlama gelmez.
“Barış” kavramı, savaş durumunun sona ermesi ise, bu durumda taraflardan birisinin başlangıçtaki politik amacına ulaşmış olması yeterlidir. Yani bir tarafın diğer tarafın iradesine boyun eğdiği durumda “barış” ortaya çıkar. Burada yapılan “barış”, bir tarafın yenilgiyi kabul etmesinden başka bir şey değildir. Bu da, “barış”ın, ancak ve ancak bir tarafın savaşı “kazanması”yla gerçekleşebileceğinin tanıtıdır.
Bu gerçeklik karşısında, “savaşın kazananı olmaz” tekerlemesi, sadece boş bir söylem olmaktan öteye geçmediği gibi, aynı zamanda gerçekliğin yitirilmesinden, “akıl tutulması”ndan başka bir değere sahip değildir. “Savaşın kazanını olmaz” tekerlemesi ile “kazananı olmayan bir savaş” durumu arasında ortak bir nokta yoktur.
“Savaşın kazananı olmaz” tekerlemesi, bir genellemedir, dolayısıyla da tüm savaşlar için geçerli kılınan “pür pasifist” bir demagojiden ibarettir. Sadece yakın tarihe bakıldığında bu demagojinin ne kadar boş ve anlamsız olduğu kolayca görülür.
Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı, sözcüğün her anlamında bir savaş, askeri savaş olmuştur. Herkesin “Google’ye bakmaksızın” bilebileceği gibi, Vietnam halkı Amerikan emperyalizmine karşı yürüttüğü halk savaşını, herhangi bir “barış anlaşması” yapılmaksızın 1 Mayıs 1975 tarihinde kazanmıştır. Castro’nun önderliğinde Küba halkı Batista diktatörlüğüne karşı yürüttüğü savaşı 1 Ocak 1959 tarihinde kazanmıştır. Nikaragua halkı, FSLN’nin önderliğinde Somoza’ya karşı yürüttüğü savaşı 19 Temmuz 1979’da kazanmıştır. Dahası II. Yeniden Paylaşım Savaşı’nın ünlü ve şanlı Stalingrad savaşını Kızıl Ordu mutlak bir zaferle kazanmıştır.
Bu gerçekler ortada dururken “savaşın kazananı olmaz” tekerlemesini yineleyip durmak, bu gerçekleri yok kabul etmekle özdeştir ve insanları gerçek olmayan bir şeylere inandırmaya çalışmaktır.
Yapılmak istenen sadece “İmralı süreci”ni meşrulaştırmak ve buna karşı ortaya çıkan tepkileri pasifize etmekle sınırlı değildir. “Savaşın kazananı olmaz” tekerlemesi, halk savaşlarını, sınıf savaşlarını anlamsızlaştırmayı amaçlayan ideolojik bir saptırma çabasının ürünüdür.
Devlet gücünü elinde bulunduran, silah tekeline sahip olan egemen sınıfların ve emperyalist güçlerin kendilerine yönelik direnişi ve savaşı önlemek amacıyla yürüttükleri bu ideolojik saptırma çabasının en son durağı “her türlü şiddete karşı olmak”tır. Şiddet araçlarının tekeline sahip olanların konumlarını pekiştiren böylesi bir söylem, ezilen ve sömürülen kitleleri pasifize etmekten başka bir amaca sahip değildir.
Böyle bir amaca yönelik böylesi bir ideolojik saptırmayı “sol” görünüm altında ve “sol” söylemle ortaya atmak ve benimsemek, sadece halk kitlelerine ihanet olmayıp, aynı zamanda egemen sınıfların ve emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda hareket etmekten başka bir şey değildir.
Tarihte haklı ve haksız savaşlar vardır. Her haklı savaş, er ya da geç zafere ulaşacak olsa da, somut tarihsel süreçlerde yenilgiyle de sonuçlanabilmiştir. Haklı bir savaş yürütüldüğü halde, yanlış politikalar ve askeri savaş anlayışları nedeniyle savaşın kaybedildiği durumlar da olmuştur. Emperyalist işgale karşı kaybedilmiş, kazanılamamış direniş savaşları da olmuştur. Ama her durumda savaşın kaybedeni olduğu kadar kazanını da olmuştur. “Savaşın kazananı olmaz” tekerlemesi (demagojisi), savaşan ve direnen halk güçlerine olabilecek en elverişsiz koşullarda “asgari taleplerle” yetinmeleri gerektiğini öğütler. Böylece kazanma iradesini zarara uğratır, bilinçlerini tahrip eder. Sınıf savaşlarını, halk savaşlarını “kazananı olmayan savaş”a indirgeyerek küçük-burjuva pasifizminin hizmetine koşar. Bu da devrimlerin yerine reformların geçirilmesi ve reformlarla halk kitlelerinin avutulması demektir. “Sol”culuk adına, “devrimcilik” adına, reformizmin kutsanmasıdır.
“Kazananı olmayan savaş” ve “kaybedeni olmayan barış”, sadece geçicilik alanını oluşturur ve her durumda yeni savaşların ön koşuludur. Bugün “medya”da açıkça görüldüğü gibi, “İmralı süreci”nin ya da PKK’nin otuz yıllık savaşının bir “kazananı” vardır. PKK’nin sınır dışına “çekilmesi”ne ilişkin haberlerde görüldüğü gibi, “dönüşünüz de gidişiniz kadar muhteşem olsun” sözleri “kazanan”a yapılan bir göndermedir.
Bu gerçekler her gün yazılıp çizilirken “savaşta kazanan, barışta kaybeden olmaz” tekerlemesini yineleyip durmanın tek anlamı, “kazananı” belli olan bir savaşta diğer tarafın “kaybetmediği” “algı”sını yaratmaktır. “Akil adamlar”la yapılmaya çalışılan “ikna turları”nın gerçekliği de burada yatmaktadır.
Gerçek gerçeklikte, PKK ile “T.C.” arasındaki “savaş”ın “kazananının olmadığından” söz edilemeyeceği gibi, “kaybedeni olmayan bir barış”tan da söz edilemez. Dünyanın her yerinde ve her zaman olduğu gibi, “T.C.”, PKK’nin yürüttüğü gerilla savaşı karşısında çaresiz kalmıştır. Öte yandan PKK, gerilla savaşını düzenli ordu savaşına dönüştüremediğinden “zafer” kazanamamıştır. Bu, kendi özgünlüklerini içinde barındıran özgül bir “denge” durumudur.
Gerilla savaşı, savaşı yürüten tarafın savaşı durdurmadığı ve terk etmediği sürece süren ve uzayan bir savaştır. Bu nedenle düzenli orduların gerilla savaşı karşısında “zafer” kazanmaları ya da böyle bir “asimetrik savaşı” kazanmaları olanaksızdır. Ama gerilla savaşı düzenli ordu savaşına dönüşmedikçe, gerilla güçleri düzenli ordu haline gelmedikçe, gerilla savaşıyla zafere ulaşmak da olanaksızdır. Böylece bir taraf kazanamayacağı bir savaşı sürdürürken, diğer taraf kazanabileceği koşullara sahip olmadığı bir savaşı sürdürmektedir. Böylece “kazananı ve kaybedeni” belli olmayan bir savaş süreci süregitmektedir. Ama bu, “savaşın kazananı olmaz” gibi bir genel durumdan daha çok, gerilla savaşını geliştiremeyen PKK’nin durumunu ortaya koyan özgül bir durumdur.
Bu özgül durumdan yola çıkarak, tüm savaşların “kazananı olmaz” demek, tarihin ve gerçeğin çarpıtılmasından başka bir şey değildir.
Herkesin bilmesi gereken gerçek, PKK “önderliği”nin gerilla savaşını düzenli ordular savaşına dönüştürerek “zafer” kazanma, askeri savaşı kazanma iradesine sahip olmadığıdır. Bu iradesizlik, hangi gerekçeyle açıklanmaya çalışılırsa çalışılsın, her durumda gerilla güçlerinin belli ve sınırlı amaçlarla bir “koz” olarak kullanılmasını getirmiştir. PKK “önderliği”nin sıkça ifade ettiği gibi, “eğer masaya oturmazsanız, bizimle uzlaşmazsanız savaşı tırmandırırız” söyleminde ifadesini bulan “gözdağı ve tehdit” unsuru belirleyici bir konuma sahiptir. Bu açıdan PKK hareketini ve yürüttüğü gerilla savaşını halk savaşı stratejisi ve stratejik bakış açısıyla değerlendirmek ve yorumlamak boş ve anlamsızdır. PKK’nin gerilla savaşını yürütüyor olması da nitelik belirleyici değildir.
Mahir Çayan yoldaşın çok özlü biçimde belirttiği gibi, “gerilla savaşı kavramı, kavram olarak tek başına nitelik belirleyici değildir. Merkezi otoriteye karşı mahalli mütegallibe de, düzenli birlikleri yenilmiş bir ordu da düşmanına karşı gerilla savaşı yürütebilir.”
Evet, PKK de gerilla savaşı yürütmektedir. Ancak PKK’nin yürüttüğü gerilla savaşı, her ne kadar Çin ve Vietnam devrimci mücadelelerinde zafere ulaşmış halk savaşı stratejisinden yola çıkmış ya da “esinlenmiş” olursa olsun, bu stratejik çizgiyle benzerliği sadece sözeldir, söylemseldir. Bu da, PKK’yi kazanamayacağı bir savaşı sürdürmeye zorlayan çıkmazıdır.
Türkiye, belli ve kesin sınırlara sahip merkezi bir ulusal devlettir. Feodal devletçiklerin varolduğu, iktidarın yerel otoriteler tarafından paylaşıldığı feodal bir devlet değildir. Bu nedenle ülkenin belli bir bölgesinde kurtarılmış ya da özerk bölgeler yaratılması ve buralarda yerel iktidarlar oluşturulması olanaksızdır. KCK olayında görüldüğü gibi, oluşturulmaya çalışılan yerel iktidarlar, silahla korunamadığı için kolayca bertaraf edilebilmektedir. PKK’nin elindeki tek olanak, Türkiye sınırları dışındaki ülkelerde varlığını sürdürebildiği “geri cephe”ler ve askeri üslerdir. Bu “arka cephe” ve askeri üsler sayesinde gerilla savaşını sürdürebilmektedir. Ancak Türkiye sınırları içinde “kurtarılmış bölgeler” yaratmaktan ne kadar söz ederse etsin, gerçek anlamda bu tür bölgeler yaratamamıştır ve yaratamaz.
Merkezi bir ulusal devlet sınırları içinde “kurtarılmış bölgeler”in yaratılması ve giderek bu bölgeleri genişleterek iktidarın ele geçirilmesi ancak ülke çapında yürütülen bir savaşla olanaklıdır. Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi, böyle bir savaşın stratejisidir. Bu stratejinin dışındaki her “yol”, zafer kazanmayı değil, belli tavizlerle, uzlaşmalarla ve anlaşmalarla “sorunu” belli ölçüde halletmeye yönelik olmak zorundadır. Bu da gerilla savaşının iktidarı ele geçirmenin bir aracı olarak değil, bir “pazarlık unsuru” olarak kullanılması sonucunu doğurmuştur.
Bu gerçeğin PKK “önderliği” tarafından bilinmediği ya da görülmediği söylenemez. Zaman zaman PKK “önderliği”nin “Türkiye devrimi”nden söz etmesi, zaman zaman “Türk solu”nda yapay örgütler oluşturmaya çalışması bu gerçeğin kabul edildiğinin ifadesidir. Ama daha başlangıçtan itibaren “ayrı örgütlenme”ye gitmiş olan PKK’nin böylesi bir gerçeklik karşısında yapabileceği fazlaca bir şey yoktur ve olmamıştır da.
PKK’nin çıkmazı, Türkiye bütünselliğinde bir savaş yerine, yörel ve yerel bir savaş anlayışıyla hareket etmesidir. “Türk” ya da Türkiye soluyla oluşturmaya çalıştığı “ittifak”lar, “blok”lar, bu çıkmazı aşmaya yönelik çabalar olarak görülse de, sınırlı ve özel amaçlarla hareket edildiğinden fazla bir işleve sahip olamamıştır.
Şüphesiz burada Türkiye sol-devrimci hareketinin 12 Eylül askeri darbesiyle aldığı ağır darbenin etkisinden kurtulamaması ve giderek silahlı devrimci mücadelenin dışına savrulması etkin ve belirleyici unsur olmuştur. Türkiye çapında, merkezi ve bütünsel bir devrim stratejisini temel alan bir devrimci hareket gelişememiştir. Bu da PKK’nin “ayrı örgütlenme”sinin “zafer kazanmasını” kesinkes engellemiştir.
PKK’nin anlayışı pragmatiktir. Türkiye çapında, en azından Kürdistan’da olmasa da, “Türkistan”da “T.C.”ye karşı yürütülen silahlı bir devrimci hareketin “T.C.” güçlerini böleceği ve Kürdistan’daki silahlı hareketin üzerindeki askeri baskıyı azaltacağı açıktır. Böyle bir durumda, Türkiye çapında örgütlü silahlı bir devrimci hareket karşısında “iki cephede savaş”mak zorunda kalacak olan “T.C.”nin Kürt hareketiyle “uzlaşma” yolları arayacağı kolayca düşünülebilir.
İşte PKK pragmatizminin temelinde yatan da bu olasılıktır. Türkiye çapında savaşan silahlı devrimci örgüt karşısında tüm iktidarı yitirme tehdidi altında olan bir “T.C.”nin Kürt hareketiyle “uzlaşma” girişiminde bulunabilme olasılığı “çözüm”ün anahtarı olmaktadır.
Bu pragmatizm, zaman içinde Türkiye solu ile PKK arasında kalıcı bir işbirliğinin ya da “ittifak”ın kurulmasını önlediği gibi, Türkiye sol hareketiyle kendisinin arasına kesin çizgiler koymasının ve özenle ayrı tutmasının da temelini oluşturmuştur. “Kemalizm”, “şovenizm” suçlamaları da bu ayrı tutmanın ideolojik söylemi olmuştur.
Kimi zaman bu pragmatizm, ABD ya da “T.C.” ile uzlaşma arayışlarını, “ne yapalım, Türk solunun gücü yok” türünden gerekçelerle haklı ve meşru göstermeye yönelmiştir.
Sonuçta, PKK hareketinde egemen olan pragmatizm, Türkiye solu ile ilkeli ve tutarlı bir ilişki geliştirmesini engellemiş ve “güvensizlik” havasının oluşmasına yol açmıştır.
Açıktır ki, PKK hareketi, başlangıçtan itibaren “ayrı” örgütlenerek Türkiye devrimi ile “Kürdistan devrimi”ni birbirinden ayırmış ve iki devrimi “dış ilişkiler ve ittifaklar” düzeyine indirgemiştir. Türkiye devrimci hareketinin güçsüzlüğü karşısında da (en azından bunu gerekçe yaparak) kendisine yeni ittifaklar aramıştır.
PKK’nin amacı, hiç tartışmasız “savaşı kazanmak”tır. Savaşı “kazandığı” sürece, bunun nasıl sağlandığıyla ilgilenilmemektedir. Tutarlı ve ilkeli bir devrimci anlayışa ve yaklaşıma sahip değildir. “Marksist” Türkiye solundan umut kesildikçe anti-marksist bir yönelime girilebilmiştir.
Ortaya çıkan genel durum böyle olmakla birlikte, PKK pragmatizmi, her durumda “T.C.”nin “iki cephede” savaşmak zorunda kalmasıyla “savaşı kazanma”yı hedeflemiştir. Suriye’deki Baas iktidarıyla ya da Yunanistan’la kurulan ilişkiler, bir yere kadar “düşmanımın düşmanı dostumdur” pragmatizminin ürünü olsa da, hemen her durumda “T.C.”nin “iki cephede savaşmak zorunda” kalmasıyla ortaya çıkacak “uzlaşma” arayışına bel bağlamıştır. Bu “ikinci cephe”nin Türkiye devrimci mücadelesi olmasının fazlaca önemi yoktur. Geçmişte Yunanistan’la kurulan ilişki, olası bir “Türk-Yunan çatışması” ya da “gerilimi”nin yaratacağı bir “uzlaşma” arayışına dayandırılabilindiği gibi, bugün Suriye olayının yarattığı “ikinci cephe” ya da “savaş” olasılığının getireceği “uzlaşma” arayışına da dayandırılabilmektedir.
Ahmet Türk’ün, “Türk solu bize kızmasın, bu fırsatı kaçıramazdık” deyişinde ifadesini bulan bu pragmatizm, çok kolaylıkla “islamcı” bir söyleme yönelebilmeyi de getirebilmiştir. Deng Zio Ping’in ünlü sözüyle, “kedinin görevi fare tutmaktır, fare tuttuğu sürece renginin hiçbir önemi yoktur”.
Bütün bunlar, otuz yıldır sürdürülen gerilla savaşını “başarıya”, yani amaca ulaştırmayı sağlamak için yapılmaktadır. Yani amaç, “savaşı kazanmak”tır.
Bu gerçeğe rağmen, çıkıp “savaşın kazananı olmaz” tekerlemesini ulu-orta söylemek, boş sözlerle birilerini avutmak değilse bile, birilerini aldatmak ve boş sözlerin arkasından koşmalarını sağlamaktan başka bir şey değildir.
Her savaşın bir “kazananı” vardır. Önemli olan, savaşın haklı ya da haksız savaş olduğu ve kimin kazandığı, hangi politikaların zafer kazandığıdır. İnsanlığın kurtuluşuna yönelmeyen, sınıfların ortadan kalktığı bir dünyanın kurulmasına hizmet etmeyen “zaferler” ve “galibiyetler” ne kadar sağlanırsa sağlansın, her zaman geçici olmaya ve yeni savaşlara yol açmaya mahkumdur. Tarihin diyalektiği budur.