Hemen herkes Türkiye ekonomisinin de, dünya ekonomisinin de pek “tıkırında” gitmediğinin farkında. Sorunların biriktiği, giderek büyük ve “global” bir “kriz”e dönüşebileceği düşüncesi (ya da “endişesi”) ekonomistler arasında olduğu kadar “finans sektörü” yöneticileri arasında da yaygın bir “inanç” durumunda.
Ama nasıl oluyorsa oluyor (burasına pek çok insanın aklı kesmemektedir), “sistem” (adıyla sanıyla emperyalist sistem) yine de “dört ayak” üzerine düşüyor. 1997 Asya Krizi’nden günümüze kadar gelişen tüm “global kriz”lerin büyük yıkımlara yol açması gerekirken, etkileri, özellikle “sıradan yurttaşlar” üzerindeki etkileri sınırlı kalabiliyor. Dolayısıyla da, “ekonomik kriz”ler sadece ekonomistlerin, “piyasa yapıcıları”nın ve “piyasa aktörleri”nin (yani borsacıların) kendi aralarında “al külah-ver külah” ilişkiler geliştirdikleri bir “özel konu” olmaktan öteye geçmiyor.
2007 Mortgage Krizi’nde olduğu gibi, ABD kaynaklı “global kriz” Türkiye’yi etkin biçimde “vurmuş”sa da, Recep Tayyip Erdoğan’ın söylemiyle insanları “teğet geçmiş”tir. Bütün dünya Mortgage Krizi ile sarsılırken, İzlanda ve İrlanda iflas noktasına gelirken, Türkiye’de her şey “güllük gülistanlık” olmuş, birbiri ardına “büyüme rekorları” kırılmıştır.
Böylece “bir şeyler” ne kitaba uygun olmakta, ne de tarihteki benzerlerine “benzememekte”dir. Doğal olarak, ekonomistler de, “popülist politikacılar” dışındaki “siyaset dünyası” da bu “benzersiz”, “şaşırtıcı” ve “kitaba uymayan” gelişmeler karşısında ne yapacaklarını bilemez hale gelmişlerdir. Bunun sonucu olarak, her “kriz” söyleminin gündemin ilk sırasına yükseldiği günlerde Marks ve
Kapital yeniden keşfedilmekte, ancak kısa bir süre sonra yeni bir “kriz” söylemine kadar bir kenara itilip, unutulmaktadır.
2007 Mortgage Krizi’yle birlikte ortaya çıkan “şaşırtıcı” ve sonuçları “kitaba uygun olmayan” gelişmelerin birincisi, iflas noktasına gelmiş olan (başta ABD kökenliler olmak üzere) “büyük finans kuruluşları”nın ABD Merkez Bankası’nın (FED) müdahalesiyle “kurtarılması”, yani “dört ayak üzerine” düşmelerinin sağlanması olmuştur.
Anımsanabileceği gibi, “ekonomistler”in söylemiyle, Mortgage Krizi, “ipotekli konut kredisi” veren büyük ABD bankalarının “likidite” sıkıntısı içine düşmesiyle başlamıştır. Bunun üzerine ABD Merkez Bankası (FED), tüm “neo-liberal” ekonomi politikalara ve inançlara rağmen
piyasalara müdahale etmiş, “likidite sıkışıklığı”nı aşmak için piyasalara para vermeye başlamıştır.
ABD Merkez Bankası’nın (FED) “likidite sıkışıklığı”nı aşmak için piyasalara para “pompalaması”, “ekonomist”lerin söylemiyle, “
I. Parasal Genişleme” (QE1) politikası sonucunda 2007-2009 yıllarında piyasalara
1,75 trilyon dolar para verilmiştir. (Bunun yanında, finans kesiminin elindeki “toksit”, yani işe yaramaz hale gelmiş “varlıklar” için 10-15 trilyon dolarlık “kağıt üzerinden” “değiş-tokuş” işlemleri yapılmıştır. Ancak bunlar “kağıt üzerinde” yapıldıklarından, doğrudan “piyasalara” yansıyan sonuçlar vermediğinden “reel ekonomi” açısından fazlaca öneme sahip değildir.)
Ancak ABD Merkez Bankası’nın “I. Parasal Genişleme” politikası sonucunda piyasalara 1,75 trilyon dolar vermesine karşın “likidite sıkışıklığı” aşılamamış ve 2010 yılında “
II. Parasal Genişleme” (QE2) politikası uygulanmıştır. Bu yolla piyasalara 600 milyar dolar “nakit” (likit) para verilmiştir. Böylece iki “parasal genişleme” politikası sonucunda ABD Merkez Bankası (FED) finans sektörüne 2,4 trilyon dolar “nakit” para “pompalamıştır”.
Bütün bu “önlemler”in yanında ABD bütçe harcamaları artırılmış ve ABD tarihinin en yüksek borçlanma düzeyine ulaşmıştır (15 trilyon dolar). Bu ise, en açık ifadesini “Keynesçi” teoride bulan “kamu harcamalarının artırılması”ndan başka bir şey değildir. Diğer ifadeyle, “kamu”, yani devlet, piyasalardaki “sıkışıklığı” gidermek amacıyla ekonomiye müdahale eder, ek talep yaratır. Bunun en temel unsuru da askeri mallar üreten sektörlere ek talep yaratmaktır. ABD’nin son on yıllık borçlanmasına bakıldığında bunun büyük ölçüde
askeri harcamalara yönelik olduğu açık olarak görülür.
Burada ABD’de “kamu harcamalarının” artırılmasından daha çok, ABD Merkez Bankası’nın “likidite sıkışıklığı”nı aşmak amacıyla piyasalara verdiği (ya da sürdüğü) 2,4 trilyon dolar önemli bir işleve sahiptir. Ama aynı zamanda “benzerlerine benzemeyen”, “kitaba uymayan” sonuçlar da ortaya çıkartan bu “parasal genişleme” adı verilen “karşılıksız dolar basımı” olayıdır.
“Normal olarak”, yani “kitaba uygun olarak”, eğer bir ülkenin merkez bankası “karşılıksız olarak” para basarsa, bunun sonucunda fiyatlar artar, yani enflasyon ortaya çıkar. İşte 2007 Mortgage Krizi sonrasındaki “parasal genişleme” adı verilen “karşılıksız para basma” olayının “normal olmayan” sonucu da fiyat artışlarının
ortaya çıkmaması, enflasyonun
artmamasıdır.
“Ekonomik kriz”in büyük ve yaygın iflaslara, işsizliğe ve giderek de “toplumsal patlamalara” yol açma “beklentileri”nin gerçekleşmemesi, “marksist” ekonomistler kadar “sol” siyasetçiler açısından da “düş kırıklığı”, “umutsuzluk” ve “bezginlik” yaratmıştır.
Bu durum, pek çok “uçuk” senaryoların üretilmesine, saçma sapan “komplo” teorilerinin piyasalara sürülmesine yol açarken, bazı “aklı evvel” solcuların da “yeni” teoriler ortaya atmasına yol açmıştır.
En “ilginç” gelişme ise, AB’de, özellikle de Fransa’da yeni “sosyalist” cumhurbaşkanının (Hollande) seçilmesiyle birlikte yeni bir ekonomi politika uygulamasına gidilme eğiliminin ağır basmaya başlamasıdır. Bu yeni ekonomi politikanın özü, piyasalardaki durgunluk ve “kronik işsizlik” karşısında “büyüme” yönlü politikalar uygulamaktır. Bir bakıma ABD Merkez Bankası’nın (FED) Mortgage Krizi’yle birlikte uyguladığı “parasal genişleme” politikasının bir benzerinin uygulamaya sokulmasından söz edilmektedir. Hollande’ın Fransa Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte bu politikanın uygulanma olasılığı büyük ölçüde artmıştır.
Hollande’ın seçim propagandasında dile getirdiği ve pek çok AB ülkesi tarafından desteklenen bu yeni “büyüme yönlü ekonomi politika” karşısında “neo-liberal cenah”ın ilk tepkisi, bu ekonomi politikanın “Keynesçi politikalara geri dönüş” anlamına geldiği ve bunun sonucu olarak da “enfasyon canavarı”nı bir kez daha canlandıracağı olmuştur.
Fransa’dan Yunanistan’a, İtalya’dan İspanya’ya kadar tüm Avrupa kıtasında halk kitleleri tarafından desteklenen bu yeni ekonomi politikaya karşı “neo-liberaller”in gösterdiği tepki (“enflasyon canavarını hortlatmak”) “kitaba uygun” değerlendirmelerin bir sonucudur. Oysa, yukarda da belirttiğimiz gibi, ABD-vari bir “parasal genişleme” politikası hiç de beklendiği gibi “enflasyonu azdıracak” sonuçlar ortaya çıkarmamaktadır.
Böylece “kitap”la, yani ekonomi teorileri ile “pratik”, yani “reel dünya” arasında tüm bir kutuplaşma ya da “zıtlık” ortaya çıkmıştır.
KARŞILIKSIZ PARA BASMA
VE ENFLASYON
Gerçek gerçeklikte ise her şey “kitaba” (ama şu ya da bu “kitaba” ya da teoriye değil, marksist-leninist saptamalara) uygundur.
Normal koşullarda, bir ülkede piyasadaki toplam “emisyon miktarı”, yani toplam para miktarı, meta fiyatlarının toplamının, paranın aynı zaman diliminde yaptığı hareket (el değiştirme) sayısına bölünmesiyle elde edilen belirli bir sabitliğe sahiptir. Para miktarı = meta fiyatlarının toplamı/para devrinin hızı’dır.
Piyasadaki para miktarı, meta fiyatlarının toplamının paranın devinim (dolaşım, eldeğiştirme) hızına bölünmesiyle elde edilen bir sabitliktir. Eğer devletin çıkarmış olduğu para miktarı (emisyon) bu sabitlikten fazla olursa, para ile ifade edilen fiyatlarda yükselme olur. Bir önceki dönem bir malın fiyatı 100 lira iken, o malın değerinde ve bunun sonucu olarak onun parasal ifadesi olan fiyatında bir değişme sözkonusu
değilken para miktarındaki artış, fiyatında artışla karşılanır. Çünkü piyasada o malın karşılığı olarak 100 lira varken, şimdi (varsayalım) 200 lira vardır. Dolayısıyla o malın fiyatı 200 liraya çıkacaktır. Bu da kağıt
para miktarındaki artışın getirmiş olduğu fiyat artışıdır. Ancak bu fiyat artışı, o malın
değerindeki bir artış anlamına gelmemektedir. Böylece
fiyatlar ile değerler arasında bir sapma ortaya çıkar. Marks’ın tanımlamasıyla, “Meta fiyatlarındaki genel yükselme, ancak, –paranın değeri sabit kalırken– ya bunların değerlerinin yükselmesinin, ya da meta değerleri sabit kaldığı halde paranın değerindeki bir düşüşün sonucu”
[1*] olur.
Burada ele aldığımız piyasadaki “para miktarı”
devletin, yani
merkez bankasının çıkarmış olduğu para miktarı olduğundan, ters bir tanımlamayla “para arzı” olarak da ifade edilir, yani devletin piyasaya verdiği (arz ettiği) para miktarıdır.
Buradan yola çıkılarak, piyasadaki para miktarının olması gereken miktardan fazla ya da az oluşuna bağlı olarak meta fiyatlarının belirlenebileceği düşüncesi oluşturulmuştur. “Monetarizm”de ifadesini bulan bu düşünceye göre, eğer meta fiyatları yükseliyorsa (enflasyon) bunun nedeni parasal göstergelerde aranmalıdır. Dolayısıyla piyasadaki para miktarı fiyatların genel seviyesinde artışa yol açmışsa
[2*], Merkez Bankaları para arzını (para miktarını) düşürerek fiyatların düşmesine yol açabilirler. Böylece enflasyon, yani meta fiyatlarının artışı kontrol altına alınabilecektir. “Sıkı para politikası” adı verilen bu düşünceye göre, enflasyon ortamında, merkez bankalarının piyasadaki emisyon miktarını (para miktarı) azaltıcı uygulamalarla enflasyonu düşürebilecekleri varsayılmıştır.
Mortgage Krizi’yle birlikte 2007-210 yıllarında, yani üç yılda, ABD Merkez Bankası (FED) I. ve II. “parasal genişleme” politikası sonucunda piyasalara 2,4 trilyon dolar karşılıksız “likit” (nakit) vermiştir. 1980’lerden günümüze kadar egemen olan “monetarist” teoriye göre, böylesi bir “parasal genişleme” sonucunda fiyatlar yükselerek enflasyonun artması gerekiyordu. Ama gerek ABD’deki enflasyon oranı, gerek dünya çapındaki enflasyon oranı “beklenildiği” gibi artmamıştır. Böylece “monetarist kitaba” uygun bir sonuç ortaya çıkmamıştır.
Bu durum, bir kez daha “Keynesçi” politikalara geri dönülmesi için yeni bir “ışık” olarak kabul edilmektedir.
Oysa 1980 modeli “monetarizm”, doğrudan doğruya II. Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasında (Bretton-Woods) uygulamaya sokulan ve 35 yıl sürdürülen “Keynesçi” politikaların “iflası” sonucu bir “anti-tez” olarak ortaya çıkmıştır. Şimdi aradan geçen 30 yıl sonra bu “anti-tez” çökmüş ve bir kez daha “Keynesçi” politikalar “tez” haline gelmiştir.
Son otuz yıldır sürekli dillendirilen ve hemen herkesin bellediği “sıkı para politikası”, yani “monetarizm”, ABD Merkez Bankası’nın (FED) “parasal genişleme” politikalarıyla tam anlamıyla “iflas” etmiştir.
Ancak “parasal genişleme” politikaları, “monetarist kitaba” ya da Turgut Özal döneminin moda söylemiyle “Friedmancılık”a hiç uymazken, her şey “diğer kitaba” uygun olarak gelişmektedir.
Bu “diğer kitap”a göre, piyasalardaki metaların değerlerinde bir artış olmaksızın piyasadaki para miktarında meydana gelecek her artış metaların fiyatlarının yükselmesine yol açar. Bugünkü olguların
birinci “
sırrı” burada yatmaktadır.
“
İkinci sır”, bir ülkedeki “parasal genişleme”nin fiyatlar üzerinde etkide bulunabilmesi için ilk ve temel koşul bu “karşılıksız para”nın o ülke
iç pazarında kullanılmasıdır.
Eğer metaların değerleri artmıyorsa, tersine sürekli olarak düşüyorsa ve “parasal genişleme” adı altında finans sektörüne aktarılan “karşılıksız para” o ülkenin iç pazarına sürülmüyorsa, doğal ve kaçınılmaz olarak bu “emisyon miktarındaki artış” o ülke iç piyasasında
fiyatların yükselmesine yol açmaz. Diğer bir ifadeyle, o ülkede enflasyon oranı, olağan seyri içinde hareket etmeyi sürdürür.
Bunlardan
birincisi, yani metaların değerlerinin artmaması, tersine sürekli olarak düşmesi (Çin faktörü) emperyalist-kapitalizmin 20 yıldır karşı karşıya olduğu en temel olgudur. Bugüne kadar sağcısından solcusuna kadar hemen hiçbir ekonomistin üzerinde durmadığı, durmaya değer görmediği olgu da budur.
Bugün emperyalist ülkelerdeki “kronik işsizlik” ve Çin olgusu, metaların
maliyet fiyatlarının sürekli düşmesine yol açarken, aynı zamanda
metaların değerlerinin de sürekli düşmesine yol açmıştır. Klasik kapitalizm koşullarında, yani serbest rekabetçi kapitalizm koşullarında metaların değerlerindeki değişme, belli bir ticari spekülasyon dışında, hemen her durumda fiyatlara yansırdı. Ama bugün metaların değerleri akıl almaz düzeyde düştüğü halde, metaların fiyatları ya hiç düşmemekte ya da (başka etmenler nedeniyle) çok az düşmektedir. Dolayısıyla metaların değerleri ile fiyatları arasındaki “olağan denge” ve “karşılıklı ilişki” bozulmuştur.
[3*]
İkinci olgu, “parasal genişleme” adı altında piyasalara verilen “karşılıksız para”nın ülke içi pazarlarda değil, “global piyasalar”da kullanılmasıdır. Bunun sonucu olarak da, “emisyon miktarındaki artış” sadece “global piyasalarda” meydana gelen bir “parasal genişleme” halini almaktadır. Eğer ABD Merkez Bankası’nın (FED) I. ve II. “parasal genişleme” politikasıyla finans sektörüne verdiği 2,4 trilyon dolar ABD iç pazarında kullanılmış olsaydı, açıktır ki, ABD’deki enflasyon oranı tarihinde görülmemiş boyutlara yükselirdi. Bunun yerine, (Mortgage Krizi’nin niteliği gereği) bu “parasal genişleme” ABD içinde değil, dışında gerçekleşmiştir.
Bu Mortgage Krizi’nin niteliği gereğidir. Çünkü Mortgage Krizi’nin en temel özelliği ABD içindeki “mortgage kredileri”nin geri ödenememesi olmakla birlikte, “kriz”in boyutlarını belirleyen bu “mortgage kağıtlarının” “global ölçekte” satışa sunulmuş olmasıdır. ABD içindeki morgage kredilerinin geri ödenmesindeki “tıkanıklık” kaçınılmaz olarak “global ölçekte” satılan “mortgage kağıtları”nın alıcılarına yapılacak ödemeleri engellemiştir. ABD iç piyasasındaki bir krizin “global krize” dönüşmesinin nedeni de budur. Dolayısıyla, “parasal genişleme” ya da “piyasalara likidite sağlanması” politikası, asıl olarak “mortgage kağıtları”nın “global sahipleri”ne yapılacak ödemeleri finanse etmek amacıyla uygulanmıştır.
Bu durum, bir ölçüde 1960’larda ortaya çıkan “Euro dolar” olgusuyla benzeştir. ABD dışında dolaşan “karşılıksız dolarlar” dünya piyasalarında “değişim aracı” ve “rezerv para” olarak kullanıldığı sürece sorun olmamıştır. Ancak “Euro dolar” fazlalığı diğer emperyalist ülkelerin “ulusal çıkarları”na aykırı olarak, yani diğer emperyalist ülkelerin zararına işlemeye başlamasıyla birlikte “Euro dolar krizi” patlak vermiştir. Bu da, Bretten-Woods’tan beri ABD dolarının altın eşdeğerliğinin ortadan kaldırılmasına ve zorunlu olarak doların devalüe edilmesine yol açmıştır.
Günümüzde böylesi bir gelişme, yani “global dolar krizi” riski, sadece Çin’in elinde bulundurduğu ABD hazine bonolarını “nakite” çevirme olasılığı açısından mevcuttur. Bugün için Çin’in, (1960’ların sonunda Fransa’nın elindeki “Euro dolar”ları Charles de Gaulle’ün yaptığı gibi) elindeki ABD hazine bonolarını “nakite” çevirme olasılığı çok zayıftır.
Özetlersek, ABD Merkez Bankası’nın 2007-2010 yıllarında piyasalara verdiği 2,4 trilyon dolar “likit para”, “global piyasalarda” kullanıldığından ABD iç pazarında enflasyonist etkide bulunmamıştır. Bu, bir ölçüde ABD’deki enflasyonun ihraç edilmesi demektir. İhraç edilen enflasyon da, “gelişmekte olan piyasalar”da “değerlendirilen” “parasal genişleme”nin ürünü “karşılıksız dolarlar” aracılığıyla bu piyasaları (ülkeleri) her an patlak verebilecek bir kriz ortamına sürüklemiştir.
Bugün Fransa’nın başını çekmeye hazırlandığı yeni “Keynesçi” “
büyüme ve istihdam politikaları” doğrudan ülke içi pazarlara yönelik olduğu için ABD’nin “parasal genişleme” politikalarına benzer sonuçlar üretmeyeceği de açıktır. Ancak Fransa gibi emperyalist ülkelerin ellerinde “enflasyonu ihraç etme” konusunda belli araçlar bulunduğundan, “büyüme ve istihdam politikası”nın ülke içinde enflasyonu artırma “riski” belli ölçüde sınırlıdır. Ama aynı durum bundan “öykünecek” “gelişen piyasalar” için geçerli değildir. Türkiye’de AKP hükümetinin geçen yılın Ağustos ayında yaptığı birbirine zıt politika dönüşümleri bunun açık örneğidir.
Anımsanabileceği gibi, 2011 yılının Ağustos ayına kadar “sıcak para”nın yaratacağı olası bir “komplo”ya karşı T. C. Merkez Bankası bir dizi uygulamayı devreye sokmuştur. Ağustos ayında bu uygulamaların yetersiz kaldığını saptayarak, “iç talebi” kısma yönünde, özellikle de “konut sektörü”ndeki aşırı talebi önlemek amacıyla konut kredilerine önemli sınırlandırmalar getirmeye kalkışılmıştır. Ancak Merkez Bankası’nın “teknik olarak” yapmaya kalkıştığı bu önlemler, “usta” Recep Tayyip Erdoğan’ın müdahalesiyle durdurulmuştur. Ancak aradan geçen zaman içinde, “iç talep”teki “canlılık”, kurlardaki oynamayla birlikte, hem cari açık sorununu büyütmüş, hem de enflasyon sorununu yeniden ortaya çıkarmıştır. Ve 2011 yılında cari açık (“resmi” olarak) 72 milyar dolar olurken, enflasyon “iki haneli” rakamlara çıkmıştır.
Burada bir parantez açarak belirtelim ki, Türkiye gibi geri-bıraktırılmış ülkelerin (“gelişen piyasalar”) en temel sorunu cari açıktır. Ama ABD Merkez Bankası’nın (FED) “parasal genişleme” politikası sonucu “global piyasalara” verilen “likit para” bir süreliğine bu ülkelerin cari açıklarını öteleyebilme olanağı yaratmıştır. AKP’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “büyümede dünya rekoru kırdık” çığırtkanlıklarının arkasında yatan gerçek de ABD’nin “parasal genişleme” politikası yoluyla sağlanan “ek finansman”dan başka bir şey değildir.
Bugün Fransa temelli “büyüme ve istihdam politikaları”nın, “eski” dönemin Keynesçi politikalarının “yeni” dönemde, yani “globalleşen dünya”da uygulamaya konulmasından başka bir şey olmadığı açıktır. Bu nedenle, bu “yeni” “büyüme ve istihdam politikaları”yla “kamu” (devlet) bir kez daha ekonomiye müdahale ederek “reel sektör”e ek talep yaratmak durumundadır. Böylece, bir yandan “reel sektör”e düşük faizli kredi olanakları sağlanarak yeni yatırımlar teşvik edilirken (bu yolla istihdam artışı sağlanarak “işsizliğin” beli kırılacaktır), diğer yandan artan kamu harcamalarıyla kitlelerin tüketim gücü artırılarak
iç pazarda yeni talep yaratılacaktır.
Fransa gibi emperyalist bir ülke açısından bu “yeni” Keynesçi politikanın özü, dış ülkelere (Yunanistan, İspanya vb.) verilen borçların geri ödenmesindeki “sıkışıklık” nedeniyle darboğaza giren mali sektöre (özellikle bankalara) “taze para” vermek ve bu yolla iç piyasalardaki kredi hacmini artırmaktır. Bu da ABD’nin yapmış olduğu “parasal genişleme”nin Fransız versiyonu olarak ortaya çıkmaktadır.
Yakından bakıldığında, bu “yeni” Keynesçi uygulamanın “eski” Keynesçi uygulama ile benzeşliği sadece
söylemseldir.
Bu “büyüme ve istihdam politikaları”nın esası, bir yandan “borç krizi” nedeniyle zor duruma düşmüş olan mali sektörü kurtarmak, diğer yandan, kısmen kamu harcamalarını artırarak, kısmen de bireylerin tüketim olanaklarını artırarak “reel sektöre” (özellikle de otomotiv ve inşaat sektörüne) ek talep yaratmaktır.
Birinci bölümdeki devlet müdahalesiyle, ABD-vari bir “parasal genişleme” yoluyla, ülke içinde kullanılmayacak bir “parasal” kaynağın mali sektöre aktarılmasıdır. Bu açıdan, bu “yeni” Keynesçi politikanın emperyalist olmayan, yani dışardan borç para alan ülkeler açısından hiçbir değeri yoktur.
İkinci bölüm ise, bugün tüm geri-bıraktırılmış ülkelerde uygulanan geniş ve yaygın kredi kartı ve tüketici kredileri uygulamasının bir benzerinden başka bir şey değildir.
Geri-bıraktırılmış ya da AB türü “bağımlı” ülkeler açısından (Yunanistan, İspanya, İrlanda vb.) Fransa’nın uygulayacağı “yeni” ekonomi politika (“parasal genişleme”), belli ölçülerde içinde bulundukları “borç krizi” koşullarında “nefes” almalarını sağlayacak bir gelişmeye yol açabilecektir. Ama hepsi de bu kadardır.
Dipnotlar
[1*] Marks, Kapital, Cilt: I, s. 114.
[2*] Piyasadaki para miktarındaki artışın metalardan “bağımsız” nedeni olarak, devlet harcamalarının karşılanması amacıyla “karşılıksız para basılması” gösterilir. Güncel dilde “kamu açıklarının finansmanı”, devlet harcamaları için gerekli paranın vergi gelirlerinden sağlanamaması sonucu devletin piyasaya meta fiyatlarının toplamının gerektirdiği miktardan daha fazla para sürmesi olarak tanımlanır. Bu yolla piyasadaki para miktarı arttığından meta fiyatlarının da arttığı kabul edilir. Gerçekte ise, devlet belirli mal ve hizmetler karşılığında ödemede bulunmak durumundadır, dolayısıyla piyasaya verdiği para bu mal ve hizmetlerin karşılığıdır. Burada paranın dolaşım aracı olmasının yanında ödeme aracı olması olgusu sözkonusudur.
[3*] Marks, metaların değer-fiyat ilişkisindeki bozulmaya ilişkin şunları yazar: “Değer büyüklüğü, bir toplumsal üretim ilişkisi ifadesidir ve belli bir mal ve onu üretmek için gerekli olan toplumsal emek-zamanı bölümü arasında var olan zorunlu bağıntıyı ifade eder. Değer büyüklüğü fiyata çevrilir çevrilmez, bu zorunlu ilişki, tek bir meta ile bir değeri, para-meta arasındaki az ya da çok raslansal değişim-oranı biçimini alır. Ama bu değişim-oranı, ya o metaın değerinin gerçek büyüklüğünü ifade edebilir ya da koşulların zoruyla bu değerden sapan altın niceliğini ifade edebilir. Demek ki, fiyatla değer büyüklüğü arasındaki nicel uyumsuzluk olasılığı, ya da fiyatın değer büyüklüğünden sapma olasılığı, fiyat-biçiminin kendisinde varolan bir şeydir. Bu bir kusur değil, ama tersine, fiyat-biçiminin, iç yasaları birbirini gideren açık yasasız düzensizliklerin bir ortalaması olarak kendisini gösteren bir üretim biçimine çok iyi bir biçimde uyumlanmasıdır.
Fiyat-biçimi, bununla birlikte, yalnızca, değer büyüklüğü ile fiyat, yani bu büyüklükle onun para olarak ifadesi arasında nicel bir uyuşmazlık olasılığı ile bağdaşmakla kalmaz, aynı zamanda, nitel bir tutarsızlığı da gizleyebilir, ve bu, o dereceye ulaşır ki, para, metaların değer-biçiminden başka bir şey olmadığı halde, fiyat, değeri ifade etmez olur. Kendileri meta olmayan vicdan, onur vb. gibi şeyler, sahipleri tarafından satışa çıkarılır hale gelirler ve böylece bir fiyatları olduğu için meta biçimini alırlar. Demek ki, bir şeyin değeri olmadığı halde, bir fiyatı olabilir. Bu durumda fiyat, matematikteki bazı nicelikler gibi sanaldır. Ayrıca, bu sanal fiyat-biçimi, bazan dolaysız ya da dolaylı bir gerçek değer-ilişkisini gizleyebilir; örneğin, insan emeği katılmadığı için değeri olmayan işlenmemiş toprağın fiyatı gibi.” (Marks, Kapital, Cilt: I, s. 117.)