Dinsel doğmalara göre, her insan, Ademoğlu olduğu için, Adem’in tanrının cennetinde işlediği “ilk günah”la sakatlanmış olarak, yani “günahkar” olarak doğar. Yeryüzü, yani Adem’in cennetten kovulduktan sonraki ilk ikametgahı olan yer, bu “günahkar” Ademoğullarının günahlarının “kefaretini” ödeyecekleri yerdir. Bu nedenle, yeryüzündeki tüm insanlar (Ademoğulları), Adem ile Havva’nın işledikleri “ilk günah”ın kefaretini ödemek için tanrıya hizmet etmekle yükümlüdürler.
Böylece insanlık, “tanrısal bir buyruk”la, sadece “tanrının hizmetkarları” olarak yaşam sürerler. Ama tanrı, elle tutulur, gözle görülür maddi bir varlık olmadığından, hemen her zaman tanrının yeryüzündeki cisimleşmesi olan bir başka varlıkla insanların karşısına çıkar. Bu “tanrısal varlık”, Ademoğulları görünümünde olsa da, “tanrının yeryüzündeki cisimleşmesi” olarak ayrıcalıklı bir varlıktır. Bu ayrıcalıklı “tanrısal varlık”, ilk ortaya çıktığı andan itibaren tüm insanların “hizmet” etmekle, emirlerine “itaat” etmekle mükellef oldukları insan-varlıklardır.
[1*]
İşte bu insan-varlıklar, yeryüzünün belli bölgelerini, başka herkesi dışlayarak, tamamen kendi özel irade alanları şeklinde tekelleri altına alırlar. Toprak mülkiyeti adı verilen bu toprak tekeli, bu insan-varlıklarının “kutsal ayrıcalığı”dır. Onlara tabi olmak, onlara biat etmek, onlara hizmet etmek, “tanrıya hizmet etmek”tir; onlara hizmet ederek, günahların kefareti ödenecektir.
İnsanlık, bu dinsel dogmalarla, yüzyıllar boyu toprak sahiplerine sorgusuz-sualsiz boyun eğmiş, onlara hizmet etmiştir. Toprakla birlikte alınmışlar, toprakla birlikte satılmışlardır.
Ancak bu “kutsal ayrıcalık” sahipleri ve onların “günahkar hizmetkarları” yanında, bir yerden bir başka yere malları taşıyan, mal değişimini sağlayan üçüncü bir kesim, tacirler sınıfı ortaya çıkmıştır.
Tacirler, bir toprak beyliğinde bulunmayan bir malı ya da ürünü, bir başkasından satın alarak diğerine satan ve böylece bu “hizmeti” karşılığında belli bir kârı cebine atan bir sınıf olarak, aracı bir öğe haline gelmişlerdir.
Bu aracı öğeler, yani tacirler, aynı zamanda birbirinden çok uzak mesafelerde bulunan toprak beyleri arasındaki ilişkiyi kuran ve sürdüren kişiler olarak, bir çeşit “diplomatik misyon” da yerine getirirler. Ama onların asıl işi, “tanrının buyruğu” ile, tanrının “yeryüzündeki cisimleşmesi” olan toprak beylerine (soylular sınıfı) hizmetle mükellef olan insanoğullarının ürettiği ürünleri, üretemeyenlere satmak ve bu yolla para kazanmaktır.
[2*]
Bu nedenlerle tacirler (tüccarlar), toprak sahipliği sisteminin (feodal toplum düzeni) gözenekleri arasında yaşayan asalaklar olarak, doğrudan üreticinin ürünlerine el koyan toprak sahiplerinin “kutsal ayrıcalıkları” üzerinden zenginleşirler.
Tacirler, bu işlerini yapabilmek için, öncelikle toprak sahipleri arasında “dostluk ve barış”ın olmasını isterler. Barışın olmadığı koşullarda, tacirlerin “serbest ticareti” olanaksızdır. Bu nedenle de, tacirler, kendilerini her zaman “barışın elçileri” olarak görmeye başlamışlardır. “Ülkeler arası barış” ya da “bölgesel istikrar”, her tacirin en temel istemidir. Bu amaçla, kimi zaman çatışan toprak sahipleri arasında bir “diplomat” gibi arabuluculuk yapmış, kimi zaman toprak sahiplerine rüşvet vererek “istikrar ve barış”ın sürmesini sağlamışlardır.
Bu olgudan yola çıkan ve ticareti zenginliğin kaynağı olarak gören ideologlar, ticaret sayesinde “evrensel kardeşlik bağları” kurulduğunu ileri sürerler. Diğer bir ifadeyle, ticaretin, kapalı üretim birimleri arasında bağlantıların kurulmasını sağlayarak, geri bölgelere “medeniyet” getirdiğine inanılır.
[3*]
Tefecilik, yani yüksek faizle para ticareti, mal ticaretinin gelişmesine paralel olarak gelişir. Böylece bir yandan tacirin elinde para birikirken, diğer yandan tefecinin elindeki para miktarı da büyür.
Olağan tarihsel evrimde, tefecilik ve ticaret yoluyla meydana gelen para-sermaye, sanayi sermayesine dönüşür ve böylece sanayici kapitalist ortaya çıkar. Artık bu dönüşümden itibaren, feodal toprak beylerinin zamanı dolmuştur; onların yerine kapitalistler geçer.
Kapitalizmin gelişmesine paralel olarak, feodal tüccar, yani tacir, tüccar haline gelir ve sermayesi de ticaret sermayesi adını alır.
Ticaret sermayesi, tarihte bu zamana kadar oynadığı rolü oynamayı sürdürür. Sanayici kapitalistin metalarının ticaretini yapar ve bu yolla, sanayici kapitalistin karşılığını ödemediği artı-değerin bir bölümünü “ticari kâr” olarak alır. Ancak geçmiş dönemden farklı olarak, ticaret sermayesi (tüccar), sanayi sermayesinin (kapitalist) dolaşım alanındaki aracısı durumundadır. Bu aracı rolüyle, sanayi ürünlerinin iç ve dış pazarlarda dolaşımını sağlar. Bankacılık sisteminin gelişmesine paralel olarak da, para ticareti yapan sermaye (mali sermaye) giderek büyür. Nihayetinde, kapitalizm dünya çapında egemen üretim ilişkisi haline gelir ve giderek serbest rekabetçi kapitalizmden emperyalist kapitalizme evrilir.
Ancak bu olağan tarihsel evrimi izleyememiş olan, dolayısıyla olağan tarihsel evrimin gerisinde kalan ülkelerde ve toplumlarda gelişim farklı olur.
Osmanlı İmparatorluğu gibi, kapitalist gelişimin gerisinde kalmış ve giderek gelişmiş kapitalist ülkelerin yarı-sömürgesi haline gelmiş bir ülkeler topluluğunda feodal ilişkiler uzun yıllar varlığını sürdürür. Dünya çapında kapitalizm egemen üretim ilişkisiyken, bu ülkelerdeki feodal ilişkiler, kaçınılmaz olarak tekelci aşamaya ulaşmış olan kapitalizmle “uyumlanmaya” çalışır.
İlk dönemde (ki kapitalizmin serbest rekabetçi aşamasına denk düşer), feodal merkezi devlet, bir yandan tefeci-bankerlerden aldığı borçlarla devlet harcamalarını finanse etmeye çalışırken, diğer yandan kendi gereksinmelerini karşılamak amacıyla dış ticareti geliştirir. Para-sermayenin birikimi ve sanayi üretimi “dışta” olduğundan, kısa bir süre içinde tefeci-bankerler ve tüccarlar kesimi tümüyle “yabancı”lardan oluşmaya başlar.
Bu süreçte, yerli feodal-tacir ve tefeci için iki yol vardır: Ya yabancılarla işbirliği yapacaktır, ya da bu yabancı tefeci-tüccar egemenliğine karşı isyan edecektir. İkincisini yapamadığı her durumda, birincisi, yani işbirlikçilik tek yol olarak karşısına çıkar. Bu işbirlikçilikte ayakta kalabilmesinin tek yolu da, feodal yapı içinde ortaya çıkan kapalı üretim birimlerindeki gücünü ve egemenliğini korumaktır. Bu nedenle de, toprak sahipleri (ağaları) ile olan doğal bağları, yeni bir ittifak haline dönüşür. Böylece tefeci-tüccar ve toprakağası bloğu oluşur ve emperyalist-kapitalist “yabancı” sermaye ile bir blok olarak işbirliği yaparlar.
Emperyalist-kapitalizm ise, bir yandan bu yerli feodal blokla işbirliğini sürdürürken, diğer yandan doğrudan ve ilk baştan kendisine bağımlı yeni bir işbirlikçi sınıf oluşturmaya yönelir. Böylece ülke içinde doğrudan ve ilk baştan emperyalizme bağımlı işbirlikçi, dolayısıyla tekelci nitelikte sanayi ve ticaret burjuvazisi ortaya çıkar. Bundan sonraki tüm süreç, bu işbirlikçi sanayi ve ticaret burjuvazisi ile feodal tefeci-tüccar ve toprakağası bloğu arasında “
uyum-çatışma” süreci olarak gelişir.
Kapitalizm, feodal ilişkileri tasfiye etmedikçe genişleyemez ve egemenliğini yaygınlaştıramaz. Doğal olarak, ister iç dinamikle gelişen kapitalizm olsun, ister dış dinamikle geliştirilen kapitalizm olsun, her durumda feodal egemen bloğu tasfiye etmek zorundadır. Türkiye somutunda, 1923-1950 arasında sürdürülen “milli kapitalizm” ve “milli burjuvazi yaratma” girişimleri, asıl olarak bu feodal egemen blokla çatışma içinde sürdürülmüştür.
[4*] Ancak bu “milli kapitalizm” yaratma girişiminin başarısız olmasına paralel olarak, 1950’ler Türkiye’sinde, bir kez daha Anadolu tefeci-tüccar ve toprakağaları kesimiyle “uyum” dönemine girilmiştir. “Uyum”, 1957 ekonomik kriziyle birlikte sona ermiş ve 27 Mayıs sonrasında bir kez daha “çatışma” dönemi başlamıştır.
Gerek 50’lerin “uyum” döneminde, gerekse 1960-65’lerin “çatışma” döneminde, tefeci-tüccar sermayesi, yurtdışında eğitim görmüş kadroları aracılığıyla “sanayi sermayesi” haline dönüşme girişimlerinde bulunmuştur. N. Erbakan’ın “ünlü” Gümüş Motor olayı, tefeci-tüccar sermayesinin ilk büyük “sanayi hamlesi” olarak ortaya çıkmıştır. Ancak yeterli sermaye birikimine sahip olmadıklarından, 1957 kriziyle birlikte yapılan devalüasyon sonucunda Gümüş Motor iflas etmiş, tefeci-tüccar sermayesinin “sanayi hamlesi” sona ermiştir.
1980’lere kadar “sanayileşme”, “sanayi sermayesi” haline dönüşme çabaları içinde olan tefeci-tüccar sermayesi, 1980 sonrasında giderek “asli” işlevine geri dönmeye başlamıştır. Suudi finans sermayesi aracılığıyla “ihracata”, yani dış ticarete yönelen tefeci-tüccar sermayesi, emperyalist-kapitalizmin aşırı-üretim krizleriyle ortaya çıkan yeni pazar arayışları içinde iç ticarette de ihtiyaç duyulur hale gelmeye başlamıştır. Böylece iç ve dış ticarette giderek gücünü artırmış, sermayesini büyütmüştür.
Artık feodal tefeci-tüccar sermayesinin yerini, emperyalizme eklemlenmiş yeni tür tefeci-tüccar sermayesi almıştır. İşte “islami sermaye” adı verilen bu yeni tür tefeci-tüccar sermayesi, AKP iktidarıyla birlikte iç pazarın mutlak gücü haline gelmiştir. Bu andan itibaren, siyasal iktidar olanakları bu kesimin hizmetine girmiş ve gücünü daha da yaygınlaştırmıştır.
1950’lerden günümüze kadarki süreçte çok belirgin biçimde ortaya çıkan bir olgu da, yukardan aşağıya kapitalizmin geliştirilmesi için gerekli olan altyapı yatırımlarının yapılmasıdır. Bu altyapı yatırımları, Türkiye tarihinde ilk kez kamu ihaleleriyle zenginleşen bir müteahhitler kesiminin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kırdan kente göçle birlikte yoğunlaşan konut inşaatları da, bu müteahhit kesimin yaygınlaşmasını getirmiştir. DP döneminde ortaya çıkan milyonerler de, Demirel’in “barajlar kralı” ilan edilişi de, bu müteahhitler kesiminin gücünü ve gelişmesini ifade eder.
Bu müteahhitlerin en temel özelliği, kamunun altyapıya yatırımlarıyla (yol, su, elektrik, kanalizasyon vb.) zenginleşmeleridir. Böylece kamu ihaleleri yoluyla zenginleşen, ama asıl olarak emperyalizmin yukardan aşağıya kapitalizmi geliştirmesinin (yeni-sömürgecilik yöntemlerinin) ürünü olarak ortaya çıkan bu müteahhitler, aynı zamanda siyasal bir güç haline gelmişlerdir. “Merkez sağ” partiler, hemen her zaman bu kesime dayanmışlardır.
1990’lara kadar müteahhit yeni zenginler ile tefeci-tüccar sermayesi arasında açık bir çıkar çatışması süregelmiştir. 90’ların başlarında tefeci-tüccar sermayesinin siyasal temsilcisi olan Refah Partisi’nin Ankara ve İstanbul belediye başkanlıklarını ele geçirmesi ve DYP-RP koalisyon hükümetinin kurulması, bu ikili arasındaki “çatışma”nın yerini “uyum”un almasını sağlamıştır. Düne kadar “merkez sağ” partilerin temel dayanağı olan müteahhitler, bu tarihten itibaren tefeci-tüccar sermayesinin müttefiki olarak siyaset sahnesinde yer almaya başlamışlardır.
2001 krizinden en fazla etkilenen kesimler, yani tefeci-tüccar sermayesi, müteahhitler ve Anadolu esnafı, bir bütün olarak “merkez sağ” partileri terk ederek AKP etrafında birleşmişlerdir. Bu ittifakta, AKP’nin “geleneksel tabanı” etkin ve egemen unsur olduğundan, AKP’nin ana politikası
iç ve dış ticaretin geliştirilmesi yönünde olmuştur. Bunun doğal sonucu olarak da, “yurtta sulh, cihanda sulh”un “islami versiyonu” AKP’nin iç ve dış politikasının belirleyicisi olmuştur. “İstikrar”, “iç barış”, “huzur”, “bölgesel istikrar” vb. söylemler, tümüyle tefeci-tüccar sermayesinin çıkarlarının ifadesi olarak AKP tarafından dile getirilmiştir. Recep Tayyip Erdoğan’ın çok açık biçimde ifade ettiği gibi, AKP’nin “misyonu”, her yolu ve aracı kullanarak ülkeyi “pazarlamaktır”. Bu da, tefeci-tüccar sermayesinin temel isteminden başka bir şey değildir.
İşte bu ilişkiler içinde AKP iktidarı, “komşularla sıfır sorun” politikasını dış politikanın merkezi olarak ilan etmiştir. Bu politikanın tek amacı, tacirlikten tüccarlığa sıçramış olan kesimler için
yeni pazarlar bulmaktır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul belediye başkanlığı döneminde “iyi ilişkiler” geliştirdiği müteahhitler, “iç pazar”da kendi paylarına düşen ihalelerle gelişimlerini sürdürmüşlerdir. AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte TOKİ yasasında yapılan değişiklikler sonucu, bu müteahhitler için yeni “fırsat kapıları” açılmıştır. TOKİ projeleriyle beslenen ve gelişen müteahhitlik sektörü, son beş yılda, TOKİ’nin 1.717 ihalesinden toplam 32 milyar liralık ciro yapmışlardır. Bu 1.717 ihaleyle, müteahhitlere ve müteahhitlik şirketlerine 486.000 konut yaptırılmıştır.
Bunlar arasında, “Avrupai” konutlar olarak, My World Europe (Ağaoğlu), My World (Ağaoğlu), My Towerland (Ağaoğlu), Up Hill Court I-II (Varyap), Meridian (Varyap), Ispartakule (Fideltus/Öztaş), Kent Plus (Emay-İpek İnş.), Miss İstanbul (Mehmet Çelik ve Ort.) ayırcalıklı bir yere sahiptir. (Sadece bunların toplam ihale tutarı 2.310 milyon TL’dir.)
100 Milyon TL Üzerindeki TOKİ İhaleleri
|
|
|
(Milyon TL)
|
İstanbul-Bakırköy Ticaret Merkezi
|
Metal Yapı/Aydınlı İnş./Vizyonlife İnş.
|
1.251
|
İstanbul-Şişli Ayazağa
|
Akdeniz İnş. A.Ş. (Ağaoğlu)
|
1.154
|
İstanbul-Bahçeşehir Ispartakule
|
Emlak Pazarlama İnş./Fideltusİnş./Öztaş İnş.
|
566
|
İstanbul-Ali Sami Yen Stadı
|
Aşçıoğlu İnş.
|
475
|
İstanbul-Bakırköy - Gelir Paylaşımı
|
Özyazıcı İnş./Karadeniz Örme
|
447
|
İstanbul Halkalı Atakent Eğlence Parkı
|
Mesa Mesken/Kantur-Akdaş Gıda Paz. San.
|
405
|
İstanbul Ataşehir Meridian Projesi
|
Varyap
|
338
|
İstanbul Ataşehir Myworld
|
Akdeniz İnş. (Ağaoğlu)
|
312
|
Ankara TBMM Lojmanları
|
Mesa Mesken/Aktürk Yapı/Emlak Pazarlama
|
305
|
İzmir Karşıyaka Mavişehir
|
Ilgın İnş.
|
260
|
İstanbul-Seyrantepe Ticaret Kompleksi
|
Akdeniz İnş. A.Ş. (Ağaoğlu)
|
233
|
İstanbul Başakşehir My World Europe
|
Akdeniz İnş. A.Ş. (Ağaoğlu)
|
228
|
İstanbul Ataköy Konutları
|
Mutlu İnş.
|
223
|
İstanbul Gaziosmanpaşa
|
Artaş İnş./Öztaş İnş./Doğu İnş.
|
186
|
İstanbul Bahçeşehir
|
Gülkeleşoğlu İnş./İfaş/Ar-Ke İnş./2M İnş./Gül İnİnş.
|
180
|
İstanbul Arena Spor Kompleksi
|
Varyap/Uzunlar İnş.
|
180
|
İstanbul-Tuzla (Hasılat Paylaşımı)
|
Teknik Yapı
|
164
|
İstanbul-Tuzla 2 (Hasılat Paylaşımı)
|
Teknik Yapı
|
154
|
İstanbul Bahçeşehir T1 Bölgesi
|
Kontaş İnş./Canberk İnş.
|
144
|
İstanbul Üsküdar Burhaniye (EGYO)
|
Gap İnş.
|
138
|
İstanbul Ataşehir UpHillCourt
|
Varyap/Teknik Yapı
|
136
|
İstanbul Ataşehir KentPlus
|
Emay İnş./İpek İnş.
|
131
|
Tekirdağ Çorlu
|
Makro İnşaat/Yıltaş San. AŞ
|
124
|
İstanbul Bahçeşehir UpHillCourt
|
Varyap/Teknik Yapı
|
119
|
İstanbul Esenler Missİstanbul
|
Mehmet Çelik İnş./Tek Çelik İnşaat/HTM Mimarlık
|
112
|
İstanbul Ataşehir- My Towerland
|
Akdeniz İnş. A.Ş. (Ağaoğlu)
|
107
|
|
Toplam
|
8.072
|
Burada en ilginç nokta, TOKİ’den 100 milyon TL’nin üzerinde ihale alan inşaat şirketlerinin çoğunluğunun enerji alanında faaliyet gösteren yavru şirketlere de sahip olmalarıdır. Bu yavru-enerji şirketlerinin en belirgin özelliği ise, HES ihalelerini almalarıdır. Bu da, Recep Tayyip Erdoğan’ın HES karşıtı eylemlere, özellikle Hopa’daki eylemlere neden “aşırı tepki” gösterdiğini açıklamaktadır.
2008 “mortgage krizi”yle birlikte 2009 yılında inşaat sektöründe daralma meydana gelmişse de, kriz “teğet” geçmiş ve 2010 yılında %40 oranında büyüyerek, “tarihsel rekor” kırmıştır.
Ekonominin “aşırı ısınması” ve cari açığın sürdürülemez hale gelmeye başlamasıyla birlikte Merkez Bankası tarafından alınan “tedbirler” (ki ağırlıklı olarak ticaret sektörünü ilgilendirmektedir), 2011 yılının ilk altı ayında inşaat sektöründe büyük bir daralmaya yol açmıştır. Özellikle Merkez Bankası’nın iç talebi daraltmak amacıyla banka kredilerindeki artışı durdurmaya ve sınırlandırmaya çalışması inşaat sektörünü etkilemiştir. 2011 yılının ilk altı ayında belediyeler tarafından “Yapı Ruhsatı” verilen yapıların yüzölçümünde %17,2, bina sayısında %18,1, değerinde %77,8, daire sayısında %15,7 oranında düşüş olmuştur.
İşte bu gelişme üzerine, Recep Tayyip Erdoğan sahneye çıkmış, “otomobil yerine ev alın” diyerek, inşaat sektöründeki “kriz”in atlatılmasını sağlayacak önlemlerin “acilen” alınmasını sağlamıştır. Böylece AKP’nin ekonomi yönetiminde “eksen kayması” belirgin biçimde ortaya çıkmıştır. Bu zamana kadar belli denge içinde yürütülen tefeci-tüccar sermayesi ile müteahhit sermayesi ilişkisi, ikincinin lehine bozulmuştur.
Tefeci-tüccar sermayesinin “bölgesel siyasal istikrar” temelinde yeni pazar istemi, yerini müteahhit sermayesinin “yıkım-onarım” istemine bırakmıştır. Bu da, dış politikada, “komşularla sıfır sorun”dan “emperyal politika”ya sıçramayı getirmiştir. Böylece TOKİ üzerinden sağlanan “yap-işlet-sat” rantları, “vur-yık-yeniden kur” rantlarıyla “emperyal politika”nın ekonomik gerekçesini oluşturmuştur.
Dipnotlar
[1*] Hegel’e göre, insan-varlıktan önce “İdea” vardı ve “İdea”, gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca “İdea”nın dışsal ve görüngüsel biçimidir. Bu “idea”, bireysel irade ile genel iradenin en mükemmel halde kaynaşmışlığıdır. Bu kaynaşma süreci Hegel’e göre, üç momentten oluşur. “İdea”nın ilk momenti ailedir. Birey, burada ilk kez genel iradeyle tanışır, ama “İdea” burada henüz bütünlüğe ulaşmamıştır. İkinci momente geçildiğinde sivil toplum ortaya çıkar. Burada “İdea”, aileye göre biraz daha gelişmiştir ve bireysel irade ile genel irade arasında göreli bir kaynaşma vardır. Ancak sivil toplumda genel bir çıkar birliği mevcuttur. Birey kendi gereksinmeleri ve çıkarları peşinde koşarken, bunları ancak öteki bireylerin yardımıyla ve onlarla dayanışarak karşılayabileceğini görür ve genel iradeye bağlanır. Ama bu bağ bütünsel değildir. Üçüncü momentte ise, “İdea”nın gerçekliği olarak devlet ortaya çıkar. Bu momentte, bireysel irade ile genel irade arasında tam bir uyum vardır.
Bu bağlamda, “İdea”nın, yani “tanrının” dünyasal cisimleşmesinde, ailede “baba”ya “itaat” edilmesi, en üst birlikte “devlet-baba”ya “itaat” edilmesi, “tanrısal buyruk”tur.
[2*] Protestan kilisesinin kurucusu Martin Luther şöyle yazar: “Satın almanın ve satmanın özellikle gereksinmelere ve onura hizmet eden nesneler için vazgeçilemeyen ve gerçek Hıristiyanlığa uygun tarzda yerine getirilebilecek şeyler oldukları yadsınamaz, çünkü bizzat ilk peygamberler de, sürü hayvanları, yün, buğday, yağ, süt ve başka malları almış ve satmışlardır. Bunlar, tanrının topraktan çıkardığı ve insanlar arasında paylaştırdığı tanrı bağışlarıdır.” (M. Luther, Bücher von Kaufhandel und Wucher, 1524.)
[3*] Oysa, “Egemen bir duruma ulaştığında tüccar sermayesi her yerde bir yağma düzeninden yanadır, ve bu nedenle, eski ve yeni zamanlarda tüccar uluslar arasında gösterdiği gelişme, daima, yağmayla, korsanlıkla, köle hırsızlığı ile ve sömürgelerin ele geçirilmesi ile doğrudan doğruya el ele gitmiştir; Kartaca’da, Roma’da ve daha sonraları, Venedikliler, Portekizliler, Hollandalılar, vb. arasında olduğu gibi.” (Marks, Kapital, Cilt III, s. 291.)
[4*] Bu nedenle, Dersim olaylarının, “milli kapitalizmin” finans kuruluşu olarak oluşturulan İş Bankası’nın kurucusu Celal Bayar’ın başbakanlığı dönemine denk düşmesi tesadüf değildir.