“Kuvvetler Ayrılığı”,
Anayasa ve Sınıf Mücadelesi
"Krallık iktidarının olduğu bir çağda ve ülkede, aristokrasi ile burjuvazi egemenlik için çarpışır ve burada egemenlik bölünmüş olduğu için güçler ayrımı doktrini egemen fikir olarak ortaya çıkar ve 'ebedi yasa' olarak ilan edilir." [Marks-Engels, The German Ideology, s. 60]
Feodal aristokrasi, bir kralın (monark) şahsında bir bütün olarak devlettir. XIV. Louis'nin sözüyle, "L'Etat, c'est moi"dır ("devlet benim"). Bu yüzden hem yasa koyucu, hem yasanın yürütücüsü ve hem de yargıçtır. Kamu hukuku diliyle ifade edersek, yasama, yürütme ve yargı gücü, bir bütün olarak feodal aristokrasiye aittir. Krallıkta ifadesini bulan ve kralın şahsında somutlaştırılan bu bütünsel devlet gücü, siyasal iktidarın parçalanamaz bir bütün olduğu düşüncesini ortaya çıkarmıştır. Kendi meşruiyetini dinden, din adamlarından ve kutsal kitaplardan alan bu durum, her yerde "tanrı birdir"in dünyevi yaşamdaki eşdeğeri olarak kabul edilir. Kral, tanrının dünyadaki yansısıdır; bu yüzden kutsaldır, iktidarına "koşut" getirilemez, iktidarı bölünemez, yargılanamaz, eleştirilemez. Osmanlıda olduğu gibi, padişah aynı zamanda peygamberin halifesidir.
Din tarafından kutsanmış ve kutsallaştırılmış bu feodal aristokratik iktidar (mutlak monarşi yönetimi), aristokrasi dışında hiç kimsenin ve zümrenin (etat) siyasal iktidar içinde yer almaması demektir. İktidar bir bütündür, asla paylaşılamaz.
Bu feodal siyasal yönetim koşullarında gelişen kapitalizmin ortaya çıkardığı "üçüncü tabaka" (tiers-etat, burjuvazi), her durumda feodal aristokrasiye bir haraç ödemek durumunda kalmıştır. "Din" adına ödettirilen, "kutsal kitap"ın yasalarıyla ödenen haraç, kapitalistin kârını aristokrasiyle paylaşmasından başka bir şey değildir. Kapitalizm karşısında feodalizmin gerileyip güçsüzleşmesine paralel olarak, feodal aristokrasinin tüm gelir kaynağı, kapitalist ilişkiler, doğal olarak da burjuvaziden zorla alınan haraçtan oluşur. Ve burjuvazi, kapitalizmin gelişiminin belli bir aşamasında, kendi sermayesinin kârını haraç olarak alan feodal aristokrasiyle çatışmaya girer. Çatışmanın özü, kârın paylaşılması aristokrasi için ne kadar "kutsal hak" ise, sermayenin de siyasal iktidarı paylaşmasının bir "hak" olduğu iddiasıdır.
İşte anayasa hukukunda açık ifadesini bulan "kuvvetler ayrılığı doktrini", bu çatışmanın somut programı ve burjuvazinin feodal aristokrasiyle siyasal iktidarı paylaşma isteğinin ifadesi olmuştur. "Tanrının dünyadaki yansısı" olan kralın yetkilerinin paylaşılması istemi, hukuki ifadesiyle, yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin birbirinden ayrılması ve buna bağlı olarak burjuvazinin siyasal iktidarı paylaşmasıdır.
Bu doktrin, dünyada burjuvazinin siyasal iktidarı –belli sınırlar içinde– ilk ele geçirdiği 1648 Cromwell hareketiyle İngiltere'de ortaya çıkmış ve Montesquie tarafından doktrin haline getirilmiştir.
Bu doktrin, Magna Carta'yla başlayan bir sürecin sonucudur ve formüle edildiğinde aristokrasi ile burjuvazi arasında bir denge durumu mevcuttur. İşte bu dengenin ifadesi ve kabulü olarak "kuvvetler ayrılığı doktrini" ortaya çıkmıştır. 1789 Fransız Devrimi'nin "eşitlik-özgürlük-kardeşlik" şiarı gibi, "kuvvetler ayrılığı" doktrini de, o güne dek oluşmuş burjuva ilişkilerin, burjuva kurumların meşruluğunu sağlayan, önündeki engelleri kaldıran, ama burjuvazinin çıkarlarını toplumun "ortak çıkarı" gibi sunan bir burjuva ideolojisinin ifadesidir.
"Kuvvetler ayrılığı"nın ilk uygulama alanı, yasama olmuştur. Yasama gücü olarak parlamentonun oluşması ve yetkilerinin yürütmeye göre daha fazla olması, geniş halk yığınlarını etrafında toplamıştır. Böylece 1648 İngiltere'sinde başlayan "kuvvetler ayrılığı", gelişen ve güçlenen burjuvazinin aristokrasiyle birlikte feodal siyasal yönetimi paylaştığı bir dönemi simgeler.
1789 Fransız Devrimi ve 1792'de kurulan I. Cumhuriyetle birlikte burjuvazi, feodalitenin yürütme gücünü ortadan kaldırmış, yasama ve yürütme gücünü tümüyle eline geçirmiştir. 1792 Fransız Ulusal Konvansiyonu, yasama ve yürütme gücünün tek bir kurumda merkezileştirilmesini sağlamıştır.
Burjuvazinin egemenliğinin yasama ve yürütme gücünde ortaya çıkmasına paralel, yargı gücü de onun eline geçmiştir. Yargı gücü, burjuvazinin hukuk ilkelerini (yasama organınca) yasallaştırılmasıyla birlikte denetime alınmıştır. Burjuva hukuku, özde burjuva mülkiyetinin, kapitalist mülkiyetin bir ifadesidir, ama yalın anlamda burjuvazinin çıkarının değil, onun özel çıkarının "ortak çıkar" olarak yansıtılmış bir ifadesidir. Burjuvazinin egemenliği, yalın bir biçimde yasama ve yürütme gücünün tek bir kurumda merkezileştirilmesini getirmiştir. Bu da "kuvvetler ayrılığı" ilkesinin sonudur.
Ancak kapitalizmle birlikte, burjuvaziyi bir gölge gibi takip eden, aynı zamanda kapitalizmin "mezar kazıcısı" proletaryanın (işçi sınıfı) da tarih sahnesine çıkmasıyla, burjuvazinin mutlak egemenliği döneminin de sonuna gelinmiştir. Dün feodalizme karşı "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" sloganlarıyla mücadele bayrağı açan burjuvaziye karşı proletarya, tüm sınıfsal ayrıcalıkların ortadan kaldırılması için mücadeleye başladığı andan itibaren, burjuvazi siyasal iktidarı başka sınıf ve tabakalarla paylaşmaya zorlanmıştır. Ve bu zorlamanın sonucu olarak, bir kez daha "kuvvetler ayrılığı" öğretisi gündeme gelmiş ve siyasal iktidar buna uygun olarak ayrılmıştır. (Proletaryanın mücadelesinin yenilgiye uğratıldığı ya da zayıf olduğu dönemlerde ve ülkelerde, hemen her zaman "kuvvetler ayrılığı" ilkesi bir yana bırakılmış, yeniden yasama ve yürütme gücü birleştirilmiştir.)
Genel olarak serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme (emperyalizm) dönüşmesiyle birlikte "kuvvetler ayrılığı" ilkesi değişmez olarak kaldığı ölçüde, siyasal gücün yürütme organında toplanması çabaları öne geçmeye başlamıştır.
"Devlet gücünün ve ekonomik görevlerinin alanının genişletilmesinin yanı sıra parlamenter kurumların etkinliğinin azalması da görülür. Otto Bauer şöyle diyordu: 'Emperyalizm, yasama gücünün yetkilerini yürütme gücünün lehine olarak azaltır.'... Parlamento merkezileşmiş monarşilerin ellerindeki gücü istedikleri gibi kullanmalarını önlemek için kapitalist sınıfın verdiği mücadeleden doğdu. Bu durum çağdaş dönemin ilk zamanlarının özelliğiydi. Parlamentonun görevi daima hükümet gücünün kullanımının denetlenmesi ve kontrol edilmesi olmuştur. Bunun sonucu olarak parlamenter kurumlar, devletin özellikle ekonomik alandaki görevlerinin asgariye indirildiği rekabetçi kapitalizm dönemlerinde güçlendiler ve prestijlerinin en yüksek noktasına vardılar... Emperyalizm döneminde kesin bir değişiklik olur... Parlamento gittikçe artan bir ölçüde birbirinden farklı sınıf ve grupların çıkarlarını temsil eden partilerin savaş alanı olur. Bir taraftan parlamentonun olumlu eylem gerçekleştirme kapasitesi azalırken, diğer taraftan, uzaktaki toprakları yönetmeye, donanma ve orduların faaliyetlerini düzenlemeye ve karmaşık ve zor ekonomik sorunları çözmeye hazır ve yetenekli olan merkezi bir devlete olan gereksinme artar. Parlamento bu şartlar altında elinde bulundurduğu ayrıcalıkları birbiri ardından bırakmak ve gözleri önünde, gençliğinde iyi ve etkin biçimde mücadele verdiği türde, merkezi ve denetlenmeyen bir gücün ortaya çıkışını seyretmek zorundadır."[1] (abç)
Yasama organı ile yürütme organı arasındaki ilişkilerin değişmesi, o güne kadarki "sınıflar arası uzlaşma" çabalarının da sonu olmuştur. Çeşitli sınıf ve tabakaların temsilcilerinin yer aldığı parlamento ve bunun denetiminde ve bundan çıkan hükümet (yürütme organı) sınıflar arasındaki güçler dengesini en açık biçimde yansıtıyordu. Çoğu zaman ortaya çıkan koalisyon hükümetleri bu dengelerin dışa vurumundan başka birşey değildi. Ama sermayenin hızla yoğunlaşıp merkezileşmesi ile ortaya çıkan finans-kapital için bu koalisyonlar, her şeyden önce kârlarını başkalarıyla paylaşmak anlamına geliyordu. Öte yandan da sermaye ihracı, "kuvvetler ayrılığı"nın çoğu zaman finans-kapitalin çıkarlarına ters durumların ortaya çıkmasına yol açıyordu. İç ve dış koşullar "kuvvetler ayrılığı"nın gereksinmeleri karşılamadığını kısa bir süre sonra gösterdi. Böylece yürütmenin güçlendirilmesi süreci başladı. Geçiş süreci ülkelere göre değişiklikler göstermiştir. Gelişme doğru bir çizgi izlememiş, yer yer geri dönüşlere sahne olmuştur. Örneğin, Fransa'da değişik zamanlarda ortaya çıkan anayasa bunalımları, bu gelişme evrelerini net biçimde ortaya koyar.
Fransa'da, 1792'de kurulan I. Cumhuriyet bir süre sonra Napoléon Bonaparte'ın imparatorluğuyla son bulurken; 1848 devrimlerinin ürünü olan II. Cumhuriyet, Louis Bonaparte'nin "kafa darbesi"yle sona ermiştir.
1870 Aralığında kurulan III. Cumhuriyet, kısa sürede Paris Komünüyle "işçi cumhuriyeti"ne dönüşmüşse de, Komün'ün yenilgisi sonrasında, finans-kapitalin ve tekelci kapitalizmin gelişme ve güçlenme yılları boyunca varlığını sürdürmüştür.
III. Cumhuriyet dönemi, 1875 Anayasasıyla oldukça uzun bir dönem olup, sürekli değişen bir "güçler dengesi" dönemidir.
III. Cumhuriyet döneminin anayasası iki meclisten oluşan, yani senato ve temsilciler meclisinden oluşan bir yasama gücünü temel almaktaydı. Bakanlar, yani hükümet üyeleri bu meclislere karşı sorumluydular ve Cumhurbaşkanı iki meclis tarafından 7 yıllık süre ile seçiliyordu. "Genel oy"a dayalı seçimler, meclislerde tüm ulusal sınıf ve tabakalara temsil edilme olanağı tanıyordu. Yasamanın yürütmeyi denetlemesi, çıkarların belli bir dengede tutulmasına bağlı olan hükümetler kurulmasına olanak sağlıyordu. Bu döneme "koalisyon hükümetleri" dönemi demek pek yanlış olmayacaktır. 1877-79 yılları arasında beş başbakanın görev alması bunu göstermektedir.
Oldukça uzun süren bu III. Cumhuriyet dönemi, yasama organının ezilen sınıflara sağladığı avantajları ortadan kaldırmak için burjuvazinin pek çok girişimine sahne olmuştur.Burjuvalaştırılmış ya da satın alınmış aristokratlara dayanan bir senatonun oluşturulması, diğer sınıfların temsilciler meclisinde –tek meclis– sayısal çokluklarıyla elde edebilecekleri gücü engellemeyi hedef alıyordu. Bir bakıma yasama gücünün yetkilerinin sınırlandırılmasının, yasama gücü içinde bulunmuş bir çözümü idi. Ancak bunun finans-kapitalin işine yaramadığı bir süre sonra görüldü. Bu dönemde pek çok hükümet bunalımlarının patlak vermiş olması ve zaman zaman sol hükümetlerin işbaşına gelmesi (1930'ların Halk Cephesi) bu dönemdeki "istikrarsızlık"ın görüngüleridir. Fransa, bu dönemde emperyalistler arası iki paylaşım savaşına girmiş ve II. yeniden paylaşım savaşında Nazi işgaliyle III. Cumhuriyet fiilen ortadan kalkmıştır.
IV. Cumhuriyet denilen yeni dönemde yasama gücü yürütmeyi yine denetleyen durumundadır, ancak göreli olarak sınırlandırılmıştır. Bu da, iki meclis yerine tek meclis oluşturulması ile sağlanmıştır. De Gaulle'ün yürütmenin güçlendirilmesi yönünde tüm çıkışlarına rağmen, savaş yıllarından gelen "Direniş Hareketi"nin gücü ve burdaki koalisyon buna olanak tanımamıştır. Özellikle Fransız Komünist Partisi kitle üzerinde büyük bir prestije sahiptir. Bu nedenle yasamanın yürütme üzerindeki görece üstünlüğü bu dönemde de sürmüş, ancak cumhurbaşkanı De Gaulle'ün kişisel gücüne bağlı, fiili bir güçlü yürütme ortaya çıkmıştır.
Ancak Fransız emperyalizminin sömürgelerde karşılaştığı sorunların artması yeni bir bunalıma yol açmakta gecikmemiştir. 1954 Dien Bien Fu yenilgisi ile Vietnam'ın yitirilmesi, 1958 Cezayir Kurtuluş Savaşı ve General Salan'ın darbe girişimi, kamuoyunun "merkezi ve güçlü devlet"ten yana olmasına yol açmıştır. Ve böylece De Gaulle'ün kişiliğinde ifadesini bulan finans-oligarşisinin kesin egemenliğini sağlayacak yeni anayasa hazırlanmıştır.
Yeni anayasayla, doğrudan seçilen cumhurbaşkanına büyük yetkiler verilmiş ve cumhurbaşkanının meclise karşı sorumluluğu kaldırılmıştır. Bu anayasayla başlayan V. Cumhuriyetle, yasama organının gücü sınırlanmış ve yürütme cumhurbaşkanlığı kurumuyla kesin bir üstünlüğe sahip olmuştur. (Cumhurbaşkanının meclisi fesh yetkisi en tipik maddedir.)
Fransa'da oldukça uzun süren bu gelişme, diğer kapitalist-emperyalist ülkelerde, ülkelerin özelliklerine ve kitlelerin bilinç ve örgütlenme düzeyine bağlı olarak değişik evrelerden geçerek gerçekleşmiştir. ABD'deki gelişmeyi bir yazar şöyle anlatıyor:
"19. yüzyılın dengeli toplumunda ekonomide küçük-girişimci en önemli öğeydi; siyasal hayatta ise kuvvetler ayrımına tam olarak uyuluyor ve ekonomi-politik alanında siyasal düzenle ekonomik düzen birbiri karşısında oldukça bağımsız bir durumda bulunuyordu. Geçen yüzyılın Amerikan toplumunda küçük-girişimcilerin her şeye gücü yetmese bile kendisinin iktidar dengesinin oluşumunda önemli bir yeri vardı. Bugünkü Amerikan toplumunda ise, küçük-girişimcilerin yerini, en önemli alanlarda merkezileşmiş bir avuç şirket almış; kuvvetler ayrımına dayanan siyasal hayatın yerine yürütme organının üstünlük kazandığı bir siyasal düzene geçilmiş; yasama organına orta düzeyde politikadan başka bir şey kalmamış; yasama organı soruşturma ve denetleme yetkisini kullanırken, artık kendi inisiyatifinde olmayan siyasetlerin izleyicisi durumuna indirgenmiştir..."[2] (abç)
Türkiye'de ise, Kurtuluş Savaşı günlerinde yasama ve yürütme gücü tümüyle Meclis'e aittir. Başbakandan Başkumandana kadar tüm yürütme organları meclis tarafından seçilir ve meclise karşı sorumludurlar. Bu temelde Cumhuriyet Türkiye'si "kuvvetler ayrılığı"na göre değil, kuvvetlerin birliğine göre kurulmuştur. Ancak cumhuriyetin ilanıyla birlikte hazırlanan 1924 Anayasasıyla M. Kemal'in şahsında cumhurbaşkanına yasamanın üstünde bir güç ve konum sağlamıştır. Böylece 1920-24 döneminde yasama ve yürütme gücünü elinde bulunduran Meclis, yetkilerinin büyük bölümünü cumhurbaşkanına devretmiştir.
M. Kemal'in ölümünden sonra cumhurbaşkanı seçilen İ. İnönü döneminde (Milli Şef dönemi, 1938-46) yürütme, yine yasama organı karşısında mutlak üstünlüğünü korumuşsa da, II. yeniden paylaşım savaşının sona ermesiyle birlikte Amerikan emperyalizminin zorlaması sonucu yürütmenin gücü azaltılmış ve yasama organı (Meclis) geçmiş döneme göre daha fazla güç sahibi haline getirilmiştir. (1946 anayasa değişikliği)
1950 seçimlerinde DP, "yeter, söz milletindir" sloganlarıyla seçimleri kazanırken, aynı zamanda yasama organının yürütme karşısındaki mutlak bir zaferinin ifadesi olmuştur.
Menderes hükümetiyle işbirlikçi burjuvazi/feodal egemen sınıflar ittifakının iktidara gelmesiyle birlikte, yürütmenin güçlendirilmesi ve yasama organı karşısında bağımsız bir güç haline dönüştürülmesi çabaları bir kez daha yoğunlaşmıştır. Cumhuriyetin ilk döneminden farklı olarak, yetkileri artırılmış ve güçlendirilmiş yürütme gücü, cumhurbaşkanlığı yerine başbakanlık olmuştur.
1954 ve 1957 seçimlerini "açık ara" kazanan Menderes, giderek başbakanlıkta birleştirilen ve güçlendirilen yürütme gücünü mutlak bir güç haline dönüştürmeye yönelmiştir. Bu dönemdeki anayasa tartışmaları ve yeni anayasa hazırlıkları, sınırlandırılmış ve yetkileri önemli ölçüde elinden alınmış olan yasama organının (meclis), tümüyle yürütmenin basit bir "onay kurumu" haline dönüştürülmesini amaçlamıştır. "Elit"lerin çoğunluğu oluşturduğu CHP'nin muhalefeti etkisiz kalmış, "çarıklılar"ın çoğunluğu oluşturduğu yasama organı (meclis) kendi yetkilerini, kendi eliyle yürütmeye devretmeye başlamıştır.
27 Mayıs darbesi, 1924 ve 1946 anayasalarının resmen tanımadığı "kuvvetler ayrılığı"nı, özellikle de yasama ve yürütme organlarının dışında "özerk" kuruluşlar (anayasa mahkemesi, özerk üniversite ve özerk TRT vb.) oluşturarak anayasal bir ilke haline getirmiştir. Seçimlerde "milli bakiye" sisteminin uygulanmasıyla "kuvvetler ayrılığı" daha da güçlendirilmiştir.
1961 Anayasası, nüfusun çoğunluğunu kendine yedeklemiş olan işbirlikçi burjuvazi/feodal egemen sınıflar ittifakı karşısında, küçük ve orta burjuvazinin liberal ve reformcu kesimlerinin yasama ve yürütme organlarında güçlü bir biçimde temsil edilmesini sağlayan bir anayasa olmuştur.
1965-80 dönemi, işbirlikçi burjuvazinin artan gücüne paralel olarak siyasal yönetimi bir bütün olarak ele geçirmeye yöneldiği bir dönemdir.
Bu dönemde, bir yandan feodal kalıntılar tasfiye edilmeye çalışılırken, diğer yandan işbirlikçi burjuvazinin çıkarlarına uygun olarak yürütmenin yasama karşısında güçlendirilmesi çabaları yoğunlaşmıştır. 12 Mart döneminde 1961 anayasası "lüks" ilan edilerek, "kuvvetler ayrılığı"na uygun oluşturulmuş "özerk" yapılar etkisizleştirilirken, bunların yetkileri yasama organına aktarılmıştır.
Böylece bir yandan yürütmeyi güçlendirmek için girişimlerde bulunulurken, diğer yandan yasama organının yetkileri daha da artırılmıştır. Bu çelişik durumun temelinde ise, işbirlikçi burjuvazinin feodal kalıntıları tasfiye etmek için "laik, reformcu, Atatürkçü" sloganlarla küçük-burjuvaziyi yedeklemek zorunda olması yatar. Gelişen devrimci mücadele karşısında, küçük ve orta sermaye kesimlerinin "güçlü devlet ve istikrar" beklentisine girmesiyle, yürütmenin gücünün mutlak bir güç haline getirilmesi yönündeki çabalar yoğunlaştırılmıştır.
Bu çelişkiler ve çatışkılar içinde 12 Eylül askeri darbesi gerçekleşmiştir.
1982 Anayasası, her ne kadar "kuvvetler ayrılığı"nı tanımışsa da, cumhurbaşkanının yetkilerini artırarak yürütmenin güçlendirilmesini sağlamıştır. 12 Mart döneminde yetkileri kısıtlanan "özerk" kuruluşlar, üyelerinin atanması yoluyla, meclis yerine cumhurbaşkanına bağlanmıştır. Böylece 1961 anayasasının "özerk" kuruluşlarının yetkileriyle güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığı başlı başına bir yürütme gücü olarak ortaya çıkmıştır.
1982 Anayasasıyla cumhurbaşkanlığının başbakanlık karşısında güçlü bir yürütme gücü olarak ortaya çıkması, sömürücü sınıflar arasındaki tüm siyasal mücadelelerin cumhurbaşkanlığı kurumu çevresinde ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Özal ve Demirel'in cumhurbaşkanı oluşları kadar, Refah-DYP koalisyon hükümetinde "Erbakan cumhurbaşkanı, Tansu Çiller başbakan" formülü de, A. Gül'ü cumhurbaşkanı seçtirmek için yapılan tüm girişimler de, güçlü bir yürütme gücüne sahip olma çabalarının ürünüdür.
Bugün AKP'nin ortaya attığı "yeni ve sivil anayasa" ise, 1982 Anayasasının getirdiği güçlü cumhurbaşkanı ile gücü azaltılmış yasama organı karşısında, tüm yürütme gücünün başbakanlıkta toplanması ve gücünün daha da artırılması girişiminden başka bir şey değildir. Bu da, 1961 anayasasıyla "anayasal ilke" haline getirilmiş olan "kuvvetler ayrılığı"nın tümüyle ortadan kaldırılmasıdır.
"Kuvvetler ayrılığı" öğretisi, ne denli egemenliğin bölünmüşlüğünün ürünüyse, o ölçüde sınıflar arasındaki güç dengesinin durumuna bağlı olarak siyasal iktidarın paylaşılması zorunluluğunun da bir ürünüdür.
Tüm sömürücü sınıfların AKP'de birleştiği ve toplaştığı bir dönemde, küçük-burjuvazinin "laik ve ulusalcı" orta ve sol kanadının siyasal yönetimden dışlanması o ölçüde kolaylaşmıştır. Bugüne kadar "kuvvetler ayrılığı" çerçevesinde siyasal yönetimde sınırlı da olsa yer alabilen bu kesimler, bugün siyasal yönetimin tümüyle dışına itilmektedirler. Bu kesimler, yeni-sömürgeciliğin ürünü olan orta ve hafif sanayinin "elit personeli" olarak belli bir ekonomik güce sahipken, bugün tüketim ekonomisinin egemenliği ve ticaretin üstünlüğü karşısında "elit personel" olma özelliklerini de yitirmişlerdir. Dolayısıyla siyasal yönetimden dışlanmaya karşı direnebilecek güce ve niceliğe sahip olmadıklarından, dışlanmışlıklarını engelleyebilecek tek güç olarak orduyu görmektedirler.
Yine de egemen sınıfların sömürücü sınıflar ittifakı olarak ortaya çıktığı her yerde ve her durumda, yürütme gücü, ittifakın yapısına uygun olarak siyasal iktidarın paylaşılmasının özgün bir biçimini oluşturur. Bu nedenle, sömürücü sınıfların çıkar çatışmalarıyla birlikte yürütme organında başlayan ve giderek tüm topluma yayılan yeni çatışmaları beraberinde getirir. Bu çatışmalar, bir kez daha "kuvvetler ayrımı" doktrinini anayasal bir ilke haline dönüştürme potansiyeline sahip olsalar bile, geçici özelliğe sahiptir. Esas olan, burjuvazinin (kapitalist burjuvazi) egemenliğinin, her durumda güçlü bir yürütmeye ihtiyaç duymasıdır. Ülkemiz somutunda ifade edersek, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin mutlak egemenliği de, tefeci-tüccar sermayesinin çevresinde oluşturulan sömürücü sınıflar ittifakı da, her durumda güçlü bir yürütmeye ihtiyaç duyar. Bu durumu engelleyecek tek olanak ise, "alttaki sınıflar"ın siyasal mücadelesidir.
Konuyla bağlantılı yazılar:
***
Kısa Anayasa - Madde 1: Emek, üretir. Madde 2: Zor, bölüştürür [Eylül-Ekim 2007 - 99. Sayı]
***
Sivil Anayasa: Oligarşinin Yeniden Biçimlendirilmesi [Kasım-Aralık 2007 - 100. Sayı]
***
Yargıtay Başkanı Sami Selçuk ve Laiklik, Laikçilik, Burjuva Demokratik Devrim
***
"Yaşasın Napoléon, Yaşasın Sosisler" [Oligarşinin Adam Satın Alma Politikası]
***
Cumhuriyet Mitingleri, Sanal Muhtıra, Cumhurbaşkanlığı ve Erken Seçim Gölgesinde 1 Mayıs
*** Karl Marks:
Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i
***
Ah!... tam ülkenin gerçek gündemini yakalamışken... Nereden çıktı bu olaylar... [Mart-Nisan 2008 - 102. Sayı]
***
Hasım, Husumet, Kin, Nefret ve Düşmanlık [Mart-Nisan 2008 - 102. Sayı]
***
Yüksek Tansiyon Sağlığa Zararlıdır! Mehteran Takımının Sponsorları Konuştu: “Herkes Bir Adım Geri!” [Mart-Nisan 2008 - 102. Sayı]
***
Demokrasi ve Hukuk Devleti [Ocak-Şubat 2010 - 113. Sayı]
***
AKP Hükümeti ya da "Merak etmeyin Ordu var..." [Kasım-Aralık 2002 - 70. Sayı]
***
Demokratik Devrimin Tamamlanmadığı Bir Ülkede Merak Etmeyin, Ordu Yok! [Eylül-Ekim 2007 - 99. Sayı]
***
Genelkurmay ile Fettullahçı Cemaat Arasında “Consensus” ya da “Uyumlu Çatışma” [Ocak-Şubat 2010 - 113. Sayı]
***
AKP’yi Kapatmak ya da Gayrı-Meşru Olmak [Mart-Nisan 2008 - 102. Sayı]
***
Velevki AKP Kapatılsa Ne Olur! [Temmuz-Ağustos 2008 - 104. Sayı]
***
AB Anayasa Referandumu - AB Tipi Yeni-Sömürgeciliğin İflası [Mayıs-Haziran 2005 - 85. Sayı]
***
Askeri Darbe ile Şeriatçı Hükümet Arasına Sıkışanlar [Eylül-Ekim 2003 - 75. Sayı]
***
Fransa Tarihinden: II. Cumhuriyet’in sonu [Eylül-Ekim 2007 - 99. Sayı]
***
İslam İnkılâbının Gerçek ve Üstün Münevverler Aristokrasyası [Kasım-Aralık 2002 - 70. Sayı]
***
Kurşun Geçirmez Yelek Arkasındaki Korku [Ocak-Şubat 2006 - 89. Sayı]
***
"Globalleşen" Dünyada Anti-Emperyalist Bir İktidar Yaşayabilir mi? [Kasım-Aralık 1999 - 52. Sayı]
***
Şehir Küçük-Burjuvazisinin "Globalizm Aşkı"nın Sonu [Mayıs-Haziran 2001 - 61. Sayı]
***
Kapitalizm ve "Modernizasyon"
***
"Türkiye'de, Demokratik Devrim Diye, Toprak Devrimi Diye Bir Sorun Yoktur"! [Temmuz-Ağustos 2000 - 56. Sayı]
Dipnotlar
[1] Sweezy, Emperyalizm, Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı, s. 90.
[2] C. Wright Mills, İktidar Seçkinleri, s. 359.