"Sivil Anayasa":
Oligarşinin Yeniden Biçimlendirilmesi
Türkiye'nin son elli yıllık tarihi, devrimci mücadelenin tarihi olduğu kadar, seçimleri "açık ara" kazanan iktidar partilerinin "mutlak iktidar" çabalarının da tarihidir.
Bu tarih, 1950'li yılların sonunda Adnan Menderes'in DP meclis grubunda milletvekillerine, "Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz" sözleriyle başlar.
Adnan Menderes, Süleyman Demirel ve Turgut Özal, "açık ara" kazandıkları seçim "zaferi" ertesinde "mutlak iktidar" sahibi olmak için anayasanın değiştirilmesinden söz ettiler. Ve bugün Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı, "sivil anayasa" demagojisiyle, bir kez daha "anayasanın değiştirilmesi"nden söz ediyorlar. "II. cumhuriyetçiler", liberaller, "globalist" aydınlar ve TOBB koro halinde "sivil anayasa" şarkıları söylüyorlar.
Ve son elli yıllık tarihte ilk kez, iktidar, böylesine bir koro eşliğinde "muktedir" olmak için kendisine uygun bir anayasa yapabilme koşullarına sahiptir.
AKP'nin 15 Aralıkta "kamuoyuna" açıklayacağı "sivil anayasa tasarısı", sözcüğün tam anlamıyla, "laik" devlet kurumlarının "ılımlı islamcılar"ın denetimine geçmesinden öte, istedikleri biçime sokulmasının tasarısıdır. Böyle bir tasarının, maddelerinin ne olduğu, nasıl yazıldığının hiçbir önemi yoktur.
Önemli olan, iktidar sahiplerinin "muktedir" olmalarıdır. Bunu sağladığı sürece, "sivil anayasa" ile 12 Eylül anayasası arasında fark yoktur.
Ve bugün AKP, A. Gül'ün seçilmesiyle Cumhurbaşkanlığı "makamı"nın sahibi olmuştur. 12 Eylül anayasasının (82 Anayasası) hükümleri gereğince, bu "makam" aracılığıyla tüm "ali kurumlar"a "uygun kişiler"i atama olanağına sahiptirler. Bu yolla, kendi "muktedir"liklerinin engeli olarak gördükleri Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere tüm "yüksek yargı kurumları" ve YÖK denetim altına alınabilecektir ve alınmaktadır da.
Ancak AKP'nin amacı, sadece kendi "iktidar" koşullarında "devlet"e "muktedir" olmaktan öte, iktidar koşullarını sürekli kılabilmek için "devlet"i dönüştürmektir. "Sivil anayasa" da bu dönüşümün aracı olarak ortaya atılmıştır.
Bu "sivil anayasa", oligarşik yönetimde bir partinin basit bir "iktidar-muktedir" çabasının ötesinde, doğrudan oligarşik sistemin hukuksal yapısını değiştirme girişimidir. Bu girişim, "global ticaret"ten nemalanan ve ithalatın liberalizasyonuyla beslenen feodal-tacirlerin ekonomideki egemenliğinin sürekli kılınmasını amaçlayan egemen sınıflar ilişkisinde sürekli bir değişikliğe denk düşmektedir.
Kendi dilimiz ve terminolojimizle ifade edersek, "sivil anayasa", bugüne kadar oligarşik yönetimin dışında kalmış ve sürekli olarak dışlanmış feodal tefeci-tüccar kesiminin en irilerinin oligarşi içindesürekli olarak yer almalarının hukuki zeminini oluşturmaktadır.
1950'li yıllardan günümüze kadar, işbirlikçi tekelci burjuvazi (dolayısıyla emperyalizm) ile feodal tefeci-tüccar sermayesi arasındaki süregiden "çatışma-uyum" ilişkisi, ilk kez feodal tefeci-tüccar sermayesinin insiyatifi altında sürekli bir "uyum"a dönüştürülmek istenmektedir.
İşbirlikçi tekelci burjuvazi, özel olarak da sanayi burjuvazisi, eski gücüne sahip değildir. Her türlü malın ithalatının serbestleştirilmesiyle "yerli sanayi" (işbirlikçi, montaj sanayi) güçsüzleştikçe, güç kaybetmişlerdir. Emperyalist ülkelerin ithal tüketim mallarıyla beslenen iç pazar büyümüş ve kapalı üretim birimlerinin ötesinde "yerel pazarlar" dünya ticaretinin pazarı haline getirilmiştir. Bu da, bir bütün olarak iç pazarda ticaretin ve tüccarın egemen unsur olmasına yol açmıştır.
İşte bu ekonomik gelişim sonucu "islami sermaye", tarihte ilk kez büyük bir "kitle" desteğine sahip olmuş ve 22 Temmuz seçimlerini "açık ara" kazanmıştır.
Her sömürücü sınıf gibi, gelişen ve büyüyen tefeci-tüccar sermayesi de ("islami sermaye") egemen sınıflar blokunda kendi gücüne uygun bir yere sahip olmak istemektedir, daha da önemlisi bu yerin sürekli olmasını talep etmektedir.
Oligarşinin temelini oluşturan işbirlikçi sanayi burjuvazisinin iç pazarda güçsüzleşmesi, kendi içinde homojenliğini yitirmesi ve giderek konjonktürel olarak büyüyen yeni sermayeler karşısında gösterdiği tutarsızlıklar, yine konjonktürel olarak büyüyen tefeci-tüccar sermeyesi karşısında tutarlı ve kararlı bir tutum sergilemesini engellemektedir. Koçların "globalizm" dalgasıyla ne yapacaklarını bilemez hale gelişi, Sabancıların Sakıp Sabancı'nın ölümüyle parçalanması bu kararsızlığı daha da artırmıştır. Bu yüzden konjonktürel olarak büyüyen tefeci-tüccar sermayesi ile pazarlık gücünü önemli ölçüde yitirmiştir.
Öte yandan emperyalist ülkelerin tüketim malları sektörleri için sürekli bir pazar bulma zorunluluğu, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki her türlü tüccar sermayesi ile işbirliğine gitmeye zorlamaktadır.
İşte bu ilişkiler içinde AKP'nin temsil ettiği tefeci-tüccar sermayesi, oligarşik yönetimin yapısının değiştirilmesini talep etmekte ve bunun sürekli olmasını garantiye almak istemektedir.
AKP, ister "mahalle baskısı" denilsin, ister "toplumsal baskı" ya da "seçmenin iradesi" denilsin, 22 Temmuz seçimlerinde elde ettiği "açık ara" sonuçlarla, bu talebini fiilen gerçekleştirmek için harekete geçmiştir. Bu da "sivil anayasa"da ifadesini bulmaktadır.
AKP'nin "anayasası", açık biçimde, oligarşi ile bugüne kadar oligarşi dışında kalmış olan sömürücü sınıfların yeni bir "konsensus" oluşturma girişimidir. Bu "konsensus", geçmişteki oligarşinin insiyatifi ve çıkarları doğrultusunda oluşturulan ittifak ilişkilerindeki "konsensus"tan farklı olarak, tefeci-tüccar sermayesinin en irilerinin oligarşi içinde sürekli olarak yer almalarını garantileyen ve işbirlikçi tekelci burjuvaziyi (istemeye istemeye de olsa) bunu onaylamaya zorlayan bir "konsensus" olacaktır. Bir diğer ifadeyle, "sivil anayasa", oligarşiyi oluşturan kesimleri, tefeci-tüccar sermayesinin insiyatifi altında ve onların çıkarlarını merkeze koyan bir "konsensus"a zorlamanın aracıdır.
Sömürücü sınıflar arasında iktidarın ("derin iktidar") yeniden paylaşımı ve bölüşümüne yönelik böylesi bir "anayasa"nın maddelerinin ne olduğunun ise hiçbir önemi yoktur.
Bugün için insiyatif tefeci-tüccar sermayesinin elindedir. Bu yüzden, "yeni anayasa"da bu insiyatif üstünlüğünü gösteren maddeler ve ifadeler yer alacaktır. Ancak bunlar yeni sömürücü sınıflar "konsensus"unda çıkarların azamileştirme çabasının ürünüdür. Dolayısıyla "sivil anayasa"nın maddelerini tartışmanın, taraflardan birisinin çıkarlarını azamileştirilmesinin yandaşı ya da karşıtı olmaktan öte bir anlamı olmayacaktır.