"Globalizm" propagandasının olağanüstü boyutlarda yoğunlaştığı, küçük-burjuvaları tümüyle etkisi altına aldığı dönemde (1992-2001), kendilerini "dinazor" vb. olarak tanımlayan bilimadamlarının[1*] en büyük "şikayeti" (ki buna utangaç bir "globalizm" eleştiriciliği de denilebilir) bilimin ve bilimsel bilginin değersizleştirildiği olmuştur.
Bu süreçte, olguculuktan beslenen eklektizm (seçmecilik) ve pragmatizm, bilimsel bilginin yerine kurgusal bilginin geçirilmesine hizmet etmiştir.
Kurgusal bilgi, neye ait olduğuna ve nasıl oluştuğuna bakılmaksızın, her türden olgunun istenilen amaca uygun olarak birbirine eklemlenmesiyle ortaya çıkartılmıştır. Bilginin tekil ve parçasal olduğu, dolayısıyla kişiden kişiye değiştiği ve kişi tarafından "kendi gerçekliğine göre" yeniden şekillendirilebilineceği anlayışı, kurgusal bilginin zaferi olarak ortaya çıkmıştır.
Bu, küçük-burjuva aydınlarının olguculuktan eklektizme ve oradan da pragmatizme doğru salto mortale'si[2*] olmuştur.
Kendilerini hâlâ "bilimadamı" olarak tanımlayan ya da ayrımcılık suçlamasına maruz kalmamak için "bilimci" olduğunu söyleyen aydınların bu ölüm parendesinin en önemli sonuçlarından birisi ise, "bilimsel eser"lerin yerini "olgu seçkileri"nin alması olmuştur.
"Medya" ve onun "önde gelen" köşe yazarları, günlük olarak kurgusal bilginin üretim merkezleri olurken, "bilimsel eser"ler de bu kurgusal bilginin kitaplaştırılmasına dönüşmüştür.
1983 yılında Murat Belge'nin "Tarihselden Güncelliğe" adlı kitabıyla başlayan yeni tip "eser" ya da "yayın" biçimi, A. Savaş Akat'ın İletişim Yayınları tarafından 1983'de yayınlanan "Alternatif Büyüme Stratejisi" ile "seminer tebliğ"den "bilimsel eser"e sıçrama yapmıştır. Zaman içinde "beyin fırtınası" adı altında her türden bilim dışı ve hiçbir bilimsel ölçüye ve disipline ihtiyaç duymayan duygu ve düşüncelerin ortaya atıldığı "tink-tank" faaliyetleri "bilimadamı"nın köşe yazıları haline dönüşürken, geleneksel gazeteciler "tink-tank" elemanı haline dönüşmüştür. Edebiyat diliyle ifade edilecek olursa, "deneme" yazarlığı gazete köşe yazarlığına dönüşürken, gazetelerin köşe yazarları da "deneme" yazarı haline dönüşmüştür.[3*] Böylece "bilimsel toplantı" (seminer, panel vb.) tebliğleri kitaplaşırken ("bilimsel yapıt"laşırken), köşe yazıları "bilimsel"leşmiş ve her türden "bilimadamı", "prof. dr." ünvanlarını kullanmayan köşe yazarı haline gelmiştir.
Özellikle ve "tercihan" ABD'de eğitim görmüş "entelektüel" köşe yazarlarının piyasaya çıkmasıyla birlikte, "bilimadamı" köşe yazarları sıradan bir köşe yazarlığına tenzili rütbe etmiş, ABD eğitimli "entel" köşe yazarları "bilimselleşmiş"tir. Bu dönüşümle birlikte, "entelektüel" köşe yazarları ile "bilimadamı" köşe yazarları arasında hızlı bir rekabet başlamıştır.
Bunların bir sonucu olarak, örneğin, borsacıların "idolü" Dick Grasso'yla "imajsal" benzerlik taşıyan İsmet Berkan, birdenbire ve ortaokul bilgisiyle, matematik uzmanı olarak okuyucuların karşısına çıkabilmiştir.[4*] ABD'de dezinformasyon "medyacılığı" eğitiminden geçmiş köşe yazarlarının artan egemenliği karşısında, kendisini "bilimadamı" olarak gören, "bilimsel" çalışma yapan prof. dr.'lar, bilimi ve bilimsel verileri popülize etmekten, magazinleştirmekten başka bir yol bulamamışlardır. Böylece Murat Belge ve A. Savaş Akat'ın 1980'lerde başlattıkları "popüler bilim", giderek yeni kuşakların tek "bilimsel eğitim" malzemesi haline gelmiştir.
Bu gelişme karşısında, "akıntıya karşı durmak"la övünen "marksist" ya da "solcu" "bilimadamları" ise "popülite"lerini yitirmeye başlamışlardır. Dün (1980 öncesi) kendilerini dinleyen, kitaplarını alıp okuyan kitle kaybolmuştur. Yaşanan ekonomik bunalımlar ve krizler içinde kendi yaşam "standartları"nı sürdüremez hale gelen bu "bilimadamları", yitirdikleri "popülite"leriyle moralman da çökmeye başlamışlardır. Bu çöküş, devrimci düşünceden "toplumsal dönüşümün evrimselliği"ne ve oradan da evrilen sürece "eklemlenmeye" yol açmıştır.
İşte bu ortamda internet, "medya" köşe yazarlarını "bilimselleştirirken", "bilimadamları"nı "medyatikleştirmiş"tir. "Medya"da köşe tutan "bilimadamları", bir yandan üniversitedeki "görev"lerini sürdürürken, diğer yandan "medyatik" yazılarla eski popülitelerini yeniden kazanmaya çalışmaktadırlar. Bu çabalarında zaman zaman Prof. Dr. Adnan Çoker'in başına geldiği gibi,[5*] bazen "istenmedik" durumlarla karşılaşsalar da, yaşamlarından fazlaca şikayetçi değillerdir. Bu dönemde ne kadar "bilimsel yayın" yaptıkları ise fazlaca önemli değildir. Onlar zaten akademik kariyer sahibi oldukları için, yeni "bilimsel yayın" peşinde koşmak gereği bile duymamaktadırlar. Tüm çabaları "medya"daki yerlerini korumaktan ibarettir.
İşte bu süreçte "oyunu kuralına göre oynamak" ya da "düzeni düzenin içinden teşhir etmek" gibi veciz sözlerle köşe yazarlığına soyunmuş "solcu bilimadamları", neo-liberalizmin "adsız savunucuları" haline dönüşmüşlerdir.
Köşe yazarı ekonomist "bilimadamları" borsa, döviz ve faiz üçgeninde "piyasa aktörleri"ne yardımcı olurlarken, aynı zamanda "piyasa"nın olumsuzluklarını da sergilediklerine, bu yolla "insanları" bilinçlendirdiklerine bile inanırlar. Prof. Dr. Hurşit Güneş gibileri bu bilinçlendirme eylemlerini parti (CHP) başkan adaylığı ile örgütleme faaliyetine bile dönüştürmeye çalışırlar.
Bazıları ise, kendilerinin Hurşit Güneş, A. Savaş Akat ya da M. Belge kadar "dönmediklerine" inanırlar ve çevrelerini de inandırırlar. Ama bir süre sonra "kırılma"ya uğrarlar. Sakıp Sabancı'nın ölümü üzerine işbirlikçi burjuvazinin ne denli değerli olduğunu keşfeden Server Tanilli örneğinde olduğu gibi, "kırılma", "beyin travması" ile sonuçlanır.[6*] Herşeye rağmen ya da "inadına" bilimden ve bilimsellikten taviz vermemekle övünen, ama çeşitli nedenlerle "medya" ortamına giren "bilimadamları" ise, günlük gazeteye yazı yetiştirmek uğruna bilimsellikten hızla uzaklaşırlar. Tüm küçük-burjuva "sol" aydınlarında olduğu gibi, ekonomik, toplumsal ve siyasal konulara ilişkin "dünkü" bakış açıları "çağın gerisinde kaldığından", güncel olma çabasıyla, varolan bakış açılarını da yitirmeye başlarlar.
Bir zamanlar kırmızı kaşkolu ile "en hızlı komünist" ve "deha" sahibi olarak piyasaya çıkan ve bugün "sabetayist avcısı" haline dönüşen Yalçın Küçük, "Aydın Üzerine Tezler"inde gazetecilik ile güncelliğin ilişkisini şöyle tanımlamaktadır: "... gazeteci geçici'yi, günceli yaşayan kimsedir; günlük olanı abartma eğilimi taşıyan kalemdir. Aslında telefon ve daktilo bile denebilir. Bir adım daha atılabilir; gazeteciden yazar bile olamayacağı haklı olarak söylenebilir.
...Türkiye'de her gün yazan fıkra yazarı geleneği bir yoksulluğun işaretidir. Yazanlar açısından büyükçe bir dramdır; hep geçici'yi kalıcı yapmaya çalışmanın trajik örneklerini vermek durumunda kalıyorlar. Türkiye açısından ise tam bir trajediyi sergiliyorlar: Düşün alanını tutuyorlar. Gresham'ın kötü paranın iyi parayı kovma yasası türünden bir etkileme ile Türkiye'nin teorik sığlığına katkıda bulunuyorlar."[7*] Yalçın Küçük'ün sözleriyle, köşe yazarı "bilimadamları", güncellik uğruna, geçici olguları kalıcı gibi görmeye ve göstermeye başlamışlardır.
Bu süreçte internet keşfedilmiştir. Bütün dünyanın parmaklarının ucunda olduğuna, bir klik'i ile dünyaya bağlanıldığına inanmış "bilimadamı" köşe yazarları için internet kurtarıcı olmuştur. Bir başka deyişle, internet, gazeteye günlük yazı yazma zorunluluğu içinde kıvranan "bilimadamları"nın imdadına yetişmiştir. Bilimsel bir yapıt ortaya çıkarabilmek için aylar ve yıllar süren araştırma ortamından internetin sonsuzluğuna atlama yapan bu "bilimadamları", internet "araştırmacılığı"nda akademik kariyer yapacak kadar ilerleme göstermişlerdir.
Dr. Ergin Yıldızoğlu gibi, akademisyenlik ile köşe yazarlığı arasında tutarlı bir çizgi izleyen, ancak "uzmanlık alanı"ndaki olgusal daralma karşısında internet atıfçılığına yönelenler olduğu gibi, günlük yazılarını derleyerek "bilimsel yapıt"lar üretenler bile ortaya çıkmıştır. Onlar, Yeni Şafak köşe yazarı Fehmi Koru ile ülkemize ithal edilen "internet alıntıcılığı ve atıfçılığı"nın en iyi müşterileri olmuşlardır. Artık her türlü düşüncelerini ya da kanılarını bilimsel görünüm altında yazılı hale getirebileceklerdir. Bunların doğruluğunun ya da tutarlılığının kanıtı ise internet sonsuzluğunda (isterseniz buna internet çöplüğü de diyebilirsiniz) bulunacaktır.
İnternetten bulamadıkları kaynakları ise, www. amazon.com vb. yerlerden kredi kartı ile sipariş ederek ele geçiren bu "bilimadamı" yazar, akademik görevinin avantajını kullanarak (doktora ya da profesörlük tezlerinin araştırma bölümlerini, yani "hamallık" işlerini, klasik akademik hiyerarşiye uygun olarak, "asistanlara" yaptırmak), bu kaynakları derletebilmektedirler. Bu yolla günlük gazete yazılarının dışına çıkan "bilimsel yapıt" yayınlama olanağına kavuşurlar. Haluk Gerger'in "Kan Tadı - Belgelerle ABD'nin Kara Kitabı" bu "bilimsel yapıt"cılığın en talihsiz örneklerinden biri olmuştur.
"Bilimsel" yapıt üretemeyenler ise, "bilimsel" sempozyumlarda podyuma çıkarlar: "Sheraton Oteli'nde başlayan '1. Ulusal AIDS Savaşım Sempozyumu' sona erdi.
Sempozyumun son gününde, Prof. Dr. Ünal, Hürriyet Gazetesi Köşe Yazarı Dr. Gündüz Tüzmen ve manken Deniz Akkaya, AIDS ve toplumların sorumluluğu hakkında bilgi verdiler."[8*] "Çağımızın vebası" olarak tanımlanan AIDS'e karşı "kamuoyunu" uyarmak ve eğitmek gibi "ulvi" amaçlarla podyuma çıkan bu "bilimadamları", "kamuoyunun" dikkatini çekebilmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. TDK sözlüğüne göre, "belli bir konuda düzenlenen oturum veya seminer, bilgi şöleni" olarak adlandırılan "sempozyum"a ilgi çekebilmek için "ünlü" mankenlerle bile sahneye çıkabilmektedirler.
Burada şaşırtıcı hiçbir yan yoktur. "Bilimadamları"nın "medya" serüveni bunlarla başlamadığı gibi, bunlarla da sona ermemektedir. Onların "popüler" olmak için yapamayacakları şey yoktur. "Popüler"lik uğruna, "medya"da yer almak uğruna, "32 Büst"cüler gibi çıplak poz vermekte bir an bile tereddüt etmezler.[9*] "Bilimadamları"nın ve "aydınlar"ın bu "medya" serüveni, aynı zamanda kendi iç dinamiği ile gelişmeyen kapitalizmin egemen olduğu bir ülkede işbirlikçi-tekelci burjuvazinin (Gramscici dilde ifade edersek) "organik aydını" olma çabası olarak da ortaya çıkmaktadır. Bu işbirlikçi-tekelci burjuvazinin "organik aydınları" olma çabası, dalga dalga küçük-burjuva aydın kesimin alt tabakalarına kadar yayılmıştır. Kimi zaman "kamu emekçisi" olan, kimi zaman "dershane sahibi" olarak "kamu"nun karşısına çıkan ve kendilerine "öğretmen" denilen "ast aydınlar" her ne kadar "medya"da köşe tutabilecek büyüklükte değillerse de, toplumun içinde işbirlikçi-tekelci burjuvazinin "organik aydını" olma sevdalılarının izdüşümü olarak hareket ederler. Televizyon dizilerinde sunulan aile, toplum ve birey imgelerinin birebir uygulayıcısı misyonunu üstlenen bu "astsubaylar", özel okullarda geliştirilen "bireyselliği" "kamu" okullarında da pratiğe geçirmeye çalışırlar. Böylece "bilimadamları"nın "medya" serüveni, "öğretmen-öğrenci kaynaşmasının örneği" olarak "mangal ve pijama partileri"yle maddeleşir.
Eski "solcu" küçük-burjuva aydınlarının "medya" serüveni, bilimsel ölçülerin ortadan kalkmasına yol açtığı gibi, varolan bakış açılarının da yitirilmesine neden olmuştur. Bu, özellikle "akıntıya karşı" hâlâ ayakta durmaya ve tutarlı olmaya çalışan, belli bir bakış açısını koruma çabası içinde bulunan köşe yazarı bazı bilimadamlarında sıkça görülmektedir.
Örneğin Cumhuriyet'in köşe yazarı Erol Manisalı (Prof. Dr.), bir iktisatçı olarak dışa bağımlı ekonominin görüngülerini ve bunun siyasal yansılarını yazılarında sıkça işlemektedir. Kimi zaman "ulusal sol" bakış açısıyla yazılar kaleme alan Erol Manisalı, "medya"nın işbirlikçi tutumunu yerden yere vurur. Ancak bu "sol" bakış açısı, onu bir yandan "popüler söylem"e yöneltirken, diğer yandan yanılgılara sürüklemektedir. Diğer bir ifadeyle, "medya" işbirlikçilerine karşı yazıları, giderek "medya" işbirlikçilerinin mantığını yine onların kendi mantıklarıyla çürütmeye yöneltmiştir. Böylece "karşı tarafın" mantığı ve bu mantığın söylemi Erol Manisalı'nın yazılarına egemen olmaya başlamıştır. Bu da kendisini yanılgılara sürüklemektedir.
Erol Manisalı "Türkiye'de ve Avrupa'da 'Sol' Çok Farklıdır..." başlıklı yazısında şunları yazmaktadır: "Ben Londra'da yaşayan bir İngiliz vatandaşı olsam, İşçi Partisi hükümeti benim için 'sol politika izleyen' bir hükümettir.
Bir İngiliz vatandaşına göre Tony Blair hükümeti, İngiltere içindeki politikası ve uygulamasıyla 'sol' bir hükümettir. Buna karşılık dışarıda ülkeleri işgal eden, kendi firmalarını tekelci ve faşist yöntemlerle destekleyen vahşi kapitalizmin sembolü bir yönetimdir. O zaman sol tanımlanması nispi bir tanımlamadır. Hatta daha da ötesi, 'içeride toplumcu olabilmek için dışarıda emperyalist vefaşist olmak durumunda bulunan' vahşi bir kapitalisttir.
Peki Türkiye'de sol olmanın anlamı nedir? Örneğin biri kalkıp 'Ben Tony Blair'in Türkiye'deki ikizi oluyorum' derse bu gerçek olur mu? Bu ancak aptalca bir aldatmaca olur, çünkü Türkiye Tony Blair'ler tarafından sömürülen bir ülkedir.
Türkiye'de 'sol olmak' için Tony Blair'lerin Türkiye politikalarına yani dünyadaki politikalarına 'karşı çıkmak' gerekir."[11*] Erol Manisalı demektedir ki, "sol" ülkeden ülkeye değişen bir tanımdır. Bundan yola çıkarak, Tony Blair'in İngilteresini "içeride toplumcu", "dışarıda emperyalist vefaşist" olarak tanımlamaktadır.
Oysa Erol Manisalı gibi bir iktisat profesörü İngiltere gibi emperyalist bir ülkenin niteliğinin, yani emperyalist olmasının, hükümetteki partiye ve bu partinin söylemine göre belirlenmediğini çok iyi bilmek durumundadır. Yine bilmek durumundadır ki, emperyalist ülkelerde hükümet olan "sol" partiler, Lenin'in açık biçimde ortaya koyduğu gibi, sosyal-emperyalist ya da sosyal-şoven partilerdir. Şöyle yazar Lenin: "Bir yandan, birkaç elde yoğunlaşmış, ve yalnızca küçük ve orta kapitalisti değil, çok küçük kapitalist ve çok ufak patronları da kendine bağlayan yaygın ve sıkı bir ilişki ağı kurmuş olan mali-sermaye, öte yandan, dünyayı paylaşma ve başka ülkelere egemen olma yolunda başka ulusal mali gruplara karşı girişilen gitgide yoğunlaşan savaşım, bütün mülk sahibi sınıfların tamamıyla emperyalizm safına geçmesine neden olmaktadır. Emperyalizmin geleceği konusunda 'genel' tutku, onu coşkuyla savunmak, her yönden süsleyip püslemek - günümüzün özelliği işte budur. Emperyalist ideoloji, işçi sınıfının içine de sızmaktadır. Çünkü bu sınıfı öteki sınıflardan ayıran bir Çin Seddi yoktur. Bugün Alman 'sosyal-demokrat' partisi denen partinin önderlerine pek haklı olarak 'sosyal emperyalistler', yani sözde sosyalist, gerçekte emperyalist deniyor."[12*] İkinci olarak, İngiltere'de "işçi, işsiz, köylü, öğrenci, memur, sosyal devletin kanatları altındadır" saptaması yaparak, Tony Blair hükümetinin "içerde toplumcu", yani "sosyalist" olduğundan da söz edilemez. Bu sınıfların "sosyal devletin kanatları altında" olması, emperyalist sömürüden kendilerine pay verilmesinden ibarettir. İngiltere gibi emperyalist ülkelerde "içerde sol" olarak, "toplumcu" olarak gösterilen partiler, neredeyse yüzyıldır "işçi aristokrasisi"nin partileri durumundadır. "... sağlanan bu muazzam aşırı kârlarla (çünkü bu kârlar, kapitalistlerin 'kendi' ülkelerinin işçilerinden sızdırdıkları kârların çok daha üzerindedir) işçi liderlerini ve işçi aristokrasisini oluşturan bu yüksek tabakayı bozmak olanaklı olabilmektedir. 'İleri' ülkelerin kapitalistleri de, dolaylı ya da dolaysız, açık ya da maskeli, bin türlü yola başvurarak, onu bozmaktan geri kalmamaktadır.
Yaşam tarzlarıyla, ücretleriyle, dünya görüşleriyle tamamen küçük-burjuva niteliği taşıyan bu burjuvalaşmış işçi tabakası ya da 'işçi aristokrasisi', II. Enternasyonalin başlıca desteği olmuştur; günümüzde de burjuvazinin başlıca toplumsal (askeri değil) desteğidir. Çünkü bunlar, işçi hareketi içinde, burjuvazinin gerçek ajanları, kapitalist sınıfın işçi uşakları, reformizmin ve şovenizmin gerçek yayıcılarıdır. Proletarya ile burjuvazi arasındaki iç savaşta, bunlar, kaçınılmaz olarak ve oldukça önemli bir sayıda, burjuvazinin yanında, 'komüncü'lere karşı 'Versailles'cıların yanında yer alırlar."[13*] Görüldüğü gibi, emperyalist ülkelerdeki işçi aristokrasisi ve bunların partileri "sol" olmaktan öte, tümüyle emperyalizmin saflarına geçmiş bir kitleyi ve partiyi temsil ederler. Erol Manisalı, emperyalist ülkelerdeki "sol" partiler tarafından demagojik olarak kullanılan "sosyal devlet"ten yola çıkarak Tony Blair hükümetini "içerde toplumcu" ilan etmekte yanılmaktadır. Bu yanılgısı, kaçınılmaz olarak, Tony Blair'in "üçüncü yol" adını verdiği "sosyal-emperyalist" politikaya karşı tutarlı bir tavır almayı da olanaksız kılmaktadır.
Erol Manisalı'nın sözleriyle ifade edersek, "Türkiye'de 'sol olmak' için Tony Blair'lerin Türkiye politikalarına yani dünyadaki politikalarına 'karşı çıkmak'" için, Tony Blair'in reklamını yaptığı "üçüncü yol"una karşı çıkmak ve bu "üçüncü yol"un "içerdeki" uygulamalarının sol politikalarla, "toplumcu" politikalarla hiçbir ilişkisinin olmadığını ortaya koymakla olanaklıdır.[14*] Erol Manisalı'nın büyük bir yanılgıyla "sol" olarak tanımladığı emperyalist ülkelerin "sosyal-demokrat" partilerinin "sosyal devlet"i, bizim gibi ülkelerin sömürüsünden elde edilen kârın küçük bir kısmının "sus payı" olarak içerde dağıtılmasından başka birşey değildir.
Erol Manisalı'nın yanılgısı, "medya"da egemen olan emperyalizmin işbirlikçiliğinin yaratmış olduğu yozlaşmanın bir yansısıdır. Gerçeğin kişiden kişiye ve bulunulan yere göre değiştiği, bilginin tekil ve parçasal olduğu kanısıyla birlikte ortaya çıkan bu yozlaşma, aynı zamanda eklektizmin ve pragmatizmin egemenliğidir. Bu egemenlik altında yeni kuşaklar her sorunun ya da olgunun kendi bütünselliğinden koparılarak ve bağlı olduğu bütünden soyutlanarak ele alınıp çözülebileceği düşüncesine sahip olmuşlardır. Bunun sonucu ise, bireysel ve toplumsal edilgenliktir. "... bugün bir çok genci birlikte tartışırken görünce, analiz yapma veya sonuç çıkarma yeteneğinden yoksun olduklarının farkına varırsın. Kimse onlara gidip, şunu veya bunu yapacaksınız demezse, onlar tarafından hiç bir şey yapılmıyor. Kendilerine ne yapılacağını söyleyen birisine ihtiyaçları olduğunu söylüyorlar."[15*]* Bu ortamda üniversite sınavlarında 32 bin öğrencinin "sıfır çektiği" haberlerinin "medya"da yer alması da şaşırtıcı değildir.
Şurası unutulmamalıdır ki, küçük-burjuva aydın kesim 1980'li yıllarda bilimsel sosyalizmden kopmuştur. Marksizm-Leninizmin "özgür düşünceye ket vurduğu" iddialarıyla gerçekleştirdikleri kopuş, büyük bir bölümünü emperyalist propaganda aygıtlarında çalışmaya yöneltirken, buna karşı çıkan küçük bir bölümünü de perspektifsizlik içine itmiştir. Küçük-burjuvazinin sol kanadı da diyebileceğimiz bu küçük kesim, bu gelişmenin ve ayrışmanın tam olarak bilincine sahip değildir. Dolayısıyla küçük-burjuvazinin emperyalizmin "işbirlikçi aydın"ı olmaya soyunan kesimleriyle "dostluğu" hâlâ sürdürmektedirler.
"Bilimadamları"nın "medya" serüveninin en trajik sonuçları da burada ortaya çıkmaktadır. Hâlâ kendisini "namuslu, onurlu bilimadamı" olarak tanımlayabilen tüm bilimadamlarının önündeki tek seçenek, "işbirlikçi aydınlar"la olan her türlü ilişkiyi kesmek ve bilimsel sosyalizmi (deyimi uygun görmeseler de) yeniden öğrenmek olmaktadır.
[1*] "Bilimadamı" tanımını cinsiyet ayrımı yapmaksızın "bilim"le ilgilenen, "bilim" alanında çalışan insanları tanımlamak için kullanıyoruz. "Globalist" propagandanın getirmiş olduğu kavramsal çarpıklıklar ve kavramların içeriklerinin boşaltılmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan "bilim adamı-kadını" ayrımı "işadamı-işkadını", "evkadını-işkadını" sözcükleri kadar bile işlevsel değildir. Yine de bilim ile kendi cinsiyeti arasında ayrım yapabilen "bilimciler" olduğu sürece, "bilimadamı"nın yanında "bilimkadını" sözcüğünün kullanılması istemi de sürüp gidecektir. Aynı şekilde, "çağımızda" ("globalizm çağı"nda) "sınıf ayrımlarının önemini yitirdiği, bunların yerine çevrecilik, kadın sorunu gibi global ayrımların öne geçtiği" iddiası varlığını sürdürdüğü ölçüde, "bilimadamı"nın yanına "bilimkadını"nı ekleme modası devam edecektir. [2*] Ölüm parendesi. [3*] M. Belge, "Tarihten Güncelliğe"nin önsözünde şöyle yazmaktadır: "kısa bir süre öncesine kadar 'deneme' bütün yazı türleri içerisinde belki de en az ilgimi çekeniydi. Hele kendimi 'denemeci' olarak hiç düşünmemiştim. Modası geçmiş bir tür gibi görünüyordu deneme. Fazlasıyla kişiseldi; bir adam oturuyor, hayat hakkında 'kanı'larını yazıyordu. Bense bu çağda herhangi bir öznelliğe yer bırakmayan bilimsel bir söylemin geçerliliğine inanıyordum. Denemeciliğin bir çeşit 'entelektüel teşhircilik' içerdiğinden de kuşkum vardı."
Köşe yazarlığına soyunan M. Belge ve türdaşlarının "deneme" yazıları, "bilimadamı"nın "hayat hakkındaki kanılarını" yazmalarıysa eğer, bu yazıların hiçbir bilimsel değere sahip olmadığı, salt düşünsel imgeler olduğu açıktır. [4*] İsmet Berkan'ın "bilimciliği", köşe yazarlarının "bilimadam"lığına nasıl terfi ettiğinin ilginç bir örneğidir. Biraz uzun olmakla birlikte bu terfi örneğini kısaca özetleyelim:
İsmet Berkan, 2 Mayıs pazar günü "Bir Paralel Öyküsü" başlıklı bir yazı yayınlamıştır. Pazar gazetelerinin gelenekselleşmiş "pembe" yazılarına pek uygun düşmeyen bu "bilimsel" yazısı, "Milattan önce 300 yılında Öklid isimli Yunanlı bir filozof, daha önce yapılmayanı yaptı, geometriyi var etti." cümlesiyle başlamaktadır. İ. Berkan, ortaokul bilgisiyle matematiğin "tarihi"ni, "bilim felsefesi"ni, "medyatik" dilde ifade edersek, "masaya yatırmış"tır.
Öklid'le başlayan İsmet Berkan "öyküsü", "paradokslar"a ulaşarak pazar gazetelerinin "pembe"liğine uygun sona doğru ilerler.
Dizisinin sonuna doğru şöyle yazar İ. Berkan: "Bir dönem kümeler teorisinin bütün sorulara cevap verebileceği düşünüldü. Sanırım ortaokulda 'modern matematik' okuyan herkes kümeler teorisinin ne olduğuna aşina.
Kümeler teorisi birtakım paradoksları beraberinde getirdi.
Paradoks denen özel durum aslında eski Yunandan beri bilinen bir şey. En ünlü 'paradoksçu' Elealı Zenon'du. Onun kaplumbağa ve Aşil paradoksu, dünyada hareket diye bir şeyin olmadığını kanıtlamaya yönelikti.
Elbette başka ünlü paradokslar da var. Mesela 'Giritli paradoksu.' 'Bir Giritli filozof demiş ki bütün Giritliler yalancıdır.' Hadi bakalım çık işin içinden. Cümle doğruysa o zaman Giritli filozofun yalan söylemiş olması yani cümlenin yalan olması gerekiyor.
Aynı paradoksun başka versiyonları da var: Bir adadaki berber, kendi kendine tıraş olmayanların hepsini tıraş ediyormuş... Peki berber kendini de tıraş ediyor muymuş?
O zaman cümle yalan olmuyor mu? Kendini tıraş etmiyorsa yine yalan değil mi?" (Radikal, 20 Haziran 2004) İsmet Berkan pazar gazetesinin "pembe" dizisinde Öklid, Zenon derken, sonunda Bertrand Russel'e evrilir. "Anıtsal bir kitap" olarak tanımladığı Russel'in Principia Mathematica'sına ulaşır ve buradan yeni bir "matematikçi"ye, Kurt Gödel'e yönelir. Ulaştığı yer ise, Kurt Gödel'in "mükemmel ispatı" olarak matematiğin, "aynı anda hem tam hem de tutarlı olamayacağını, yani, sistem eğer tam ise tutarsız olacak, tutarlı ise eksik olacaktır" vargısıdır.
Tüm bu pazar "pembe"liği içinde Russel'in, yeni-olguculuktan varoluşculuğa ve ampirizmden pragmatizme kadar herşeyi içeren eklektizminine varılmıştır.
Russel eklektizminin "iki kişinin aynı anda kavrayabileceği bir şey kesinlikle yoktur", "mutluluğun sırrı, dünyanın korkunç, bir yer olduğu gerçeğiyle yüzleşmektir" türünden "atasözleri" İsmet Berkan tarafından yeniden kurgulanmıştır. İsmet Berkan, pazar "pembe"liği içinde söylemektedir ki, bu dünyada tam ve tutarlı birşey yoktur, eğer tutarlılık arıyorsanız eksikliği kabul edeceksiniz, eksiksizlik (tam) istiyorsanız tutarsızlığı hoş göreceksiniz.
Bu vargıdan sonra tek sorun, bu mantığı içinde yaşanılan koşullara uygulamaktır. Örneğin, eğer AKP iktidarının tutarlı olmasını isterseniz eksikliklerini önsel olarak kabul etmek zorundasınız; yok eğer AKP'nin eksiksiz olmasını istiyorsanız tutarsız davranışlarına da hoşgörü göstermelisiniz. Böylece bu mantığı istenilen yerde, istenildiği gibi kullanmak da kişiye bırakılmaktadır.
İsmet Berkan'ın "bilimsel" pozlarla sürdürdüğü yazı dizisi Russelvari bir mutluluk reçetesiyle sonlanırken, kendisi şu sözlerle yazılarını noktalar: "Bilenler biliyor ben matematikçi değilim, bu disiplinin eğitimini de almadım. Sadece bir amatör olarak kitaplardan edindiğim bilgileri burada eğlence niyetine pazar günleri okuyucularımla paylaşıyorum." (abç) (Radikal, 27 Haziran 2004) [5*] Soyut resmin "ustalarından" olarak tanıtılan Prof. Adnan Çoker, 1980 sonrasında işbirlikçi burjuvalar için "mavi" tablolar üreten ve onların "mekanları" için akrilik çalışmaları yapan bir "sanatçı"dır.
Adnan Çoker olayı, 19 Ekim 1999 akşamı o zamanın İktisat Bankası'nın sahibi Erol Aksoy'un "sanat dünyasına katkı" amacıyla düzenlediği "ünlü Türk ressamı" Fahr el Nissa Zeid'in soyut resim sergisinin açılışında meydana gelmiştir. Serginin baş davetlisi olan Hülya Avşar, Sakıp Sabancı ve Erol Aksoy ile "geyik muhabbeti" yaparken, gazetecilerin sarı kırmızı renklerin ağırlıkta olduğu tablonun önünde fotoğraflarını çekme istekleri karşısında, "Sarı kırmızılı renklerin önünde poz vermem, ben koyu Beşiktaşlıyım" demesi üzerine, Prof. Adnan Çoker, "Siz kimsiniz ki sanat ve resim hakkında böyle konuşuyorsunuz" diye çıkışır. Bu sözler üzerine Hülya Avşar, "Anlamak zorunda değilim, ayrıca siz kim oluyorsunuz da benim yanımda duruyorsunuz, siz benim yanımda bile duramazsınız. Siz son derece saygısız ne yaptığını bilmeyen insanlardan birisiniz... Siz önce saygılı olun" dedikten sonra "sanatsever işadamı" Erol Aksoy, Adnan Çoker'i kolundan tutarak dışarıya çıkartır.
Soyut ressam Adnan Çoker soyut resim sergisinden atıldıktan sonra, Hülya Avşar'ın şu sözleri "medya"da günlerce yayınlanmıştır: "Bu insan kafayı yemiş yahu... Yani öldürebilirim bu adamı, iğrenç yaratık... Bahsettiğim dangalak buydu... Andropoz olsa gerek... Saçma sapan kendini bilmez insanlar... Cehalet gider eşeklik baki kalır. Ve bu insan da bunun en güzel örneğidir..."
Bu olay, işbirlikçi burjuvaziye hizmet ederek ve onlara hoş görünerek paraya ve popülerliğe kavuşacağını düşleyen bilimadamları ve sanatçıların ne denli "değerli" (!) olduğunu göstermektedir. [6*] Prof. Dr. Server Tanilli, Sakıp Sabancı'nın ölümü üzerine 23 Nisan 2004 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şunları yazmıştır:
"Vehbi Koç gibi, Sakıp Sabancı'nın arkasında bıraktığı eser de, ulusal sınırları aşıp kimliğini ortaya koyduğu kadar, ülkemizde emeğe açtığı büyük olanaklar bakımından övgüye lâyıktır.
Fabrikalar, teknik ve sosyal bir olgudur.
Sakıp Sabancı'nın cenazesinde yürüyenlerin arasında, sıradan büyük bir halk kesimi de vardı: Çalışanlara 'ekmek kapısı' açmış bir kişinin ruhuna dua ediyorlardı.
Ayrıca, 'alçakgönüllülüğü' de bağlamıştı halkı.
Yaygın şöhreti, okulları ve üniversitesi ile, eğitime olan katkılarından da geliyordu.
Sanat severliği, müzeciliği de unutulmaz...
Özetle, sıradan bir sanayici değildi giden; topluma ve yaşamın güzelliklerine açılan bir kişi, bir 'kişilik'ti...
Onuruyla yaşayıp ölen bir kuşaktandır o!
Anısının önünde saygılarla eğilelim..." [7*] Yalçın Küçük: Aydın Üzerine Tezler-3 1830-1980, s: 18-19, Ekim 1987. [8*] Hürriyet, 1 Aralık 2002. [9*] "32 Büst" olayı, küçük-burjuva aydın kesimin içinde bulunduğu çürüme ve yozlaşmaya ilişkin en somut örneklerden birisidir. 2000 yılının Mayıs başlarında gazetelere yansıyan "Aydınlar da soyunur" başlığı ile verilen "32 Büst" kitabı, bir "grup aydın"ın ya da "entel"in çıplak fotoğraflarının yer aldığı bir "proje" dir. "Sınırlı sayıda basılan" bu kitap için "özel olarak" çıplak poz veren "enteller" şunlardır: Nejat Yavaşoğulları, Serra Yılmaz, Faruk Malhan, Şakir Eczacıbaşı, Sarkis, Murathan Mungan, Ayşe Erkmen, Paul McMillen, Hilmi Yavuz, Sezer Duru, Barış Pirhasan, Haydar Karabey, Beklan Algan, Kerem Kurdoğlu, Ayşe Çağlar, Yurdaer Altıntaş, Aykut Köksal, Mustafa Taviloğlu, Naz Erayda, Melih Fereli, Ömer Madra, Gülsüm Karamustafa, Fatih Özgüven, Babür Tongur, Mustafa Avkıran, Arif Çağlar, İnci Asena, Edhem Eldem, Dikmen Gürün, Sadık Karamustafa, Orhan Silier, Kutluğ Ataman.
Bunların içinde MUDO'nun sahibi Mustafa Taviloğlu ya da Koleksiyon Mobilya'nın sahibi Faruk Malhan gibi "entel" işadamları olduğu gibi, Ömer Madra ve Hilmi Yavuz gibi "yeni fethullahçı" "Açık Radyo"cular bulunmaktadır. Bu "soyunan enteller"in büyük çoğunluğu Türk Tarih Vakfı üyesi olup, Orhan Silier Türk Tarih Vakfı Yönetim Kurulu başkanıdır. Bunların kaçının yeni kuşak üzerinde etkisi olduğu, kaçının "legalleşmiş sol" ile ilişki içinde olduğu, şüphesiz bu ilişki içinde olanlar tarafından bilinmektedir. Ancak bu küçük-burjuvaların çürümüşlükleri, yozlaşmışlıkları bu olayla çırılçıplak ortaya çıkmıştır. [10*] 11 Temmuz 2004 tarihli Radikal 2'de yer alan bir yazının sonunda şu not yer almaktadır:
"Editörün notu: Ara başlıkları biz ilave ettik ama tümü de yazıda kullanılan bilgilerden çıkarıldı. Dikkat ederseniz gazetecilik tekniği açısından aşağı yukarı her yazıya (örneğin akademisyenler genellikle ara başlık kullanmıyor) ara başlık atıyoruz. Bu hem okuru yakalamayı hem de 'dehşetengiz' blok yazıların biçim olarak hafiflemesini sağlıyor."
Bu "editör notu" bile "bilimadamları"nın "medya" serüveninin nerelere kadar uzanabileceğini açıkça göstermektedir. [11*] Erol Manisalı, Cumhuriyet, 9 Temmuz 2004. [12*] Lenin, Emperyalizm, s. 132-133. [13*] Lenin, Emperyalizm, s. 15. [14*] Lenin, bu durumu şöyle ifade eder: "(20. yüzyılın) modern emperyalizmi, ilerlemiş birkaç ülke için aşırı ölçüde imtiyazlı bir durum yaratmıştır. Ve işte bu alanda, II. Enternasyonal içinde, her yerde, kendi loncasının incecik toplumsal tabakasının çıkarlarını savunan hain oportünist, sosyal-şoven lider tipleri ortaya çıktı: işçi aristokrasisi... Eğer bu kötülüğe karşı savaşılmazsa, oportünist sosyal-hain liderler suçlanmaz, ne mal oldukları gösterilmez ve onlar saflardan kovulmazsa, devrimci proletaryanın zaferi olanaksızlaşır. Ve işte III. Enternasyonalin uyguladığı siyaset budur." ("Sol" Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı, s. 36-37. [15*] G. Weber, Gerilla Bilanço Çıkarıyor, s. 195.