15 Kasım günü İstanbul'da iki sinagoga karşı yapılan intihar eylemlerinin ardından, 20 Kasım günü İngiltere'nin İstanbul Başkonsolosluğu ile İngiliz HSBC bankasının genel merkezine yönelik intihar eylemleri, "medyatik" dille ifade edersek "İstanbul'u kana boyamış"tır.
Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi ve paralı dezinformasyon elemanı M. Ali Birand gibilerine göre, 15 Kasım günü sinagoglara karşı yapılan intihar eylemleri "Türkiye'nin 11 Eylül'ü" iken, aynı işbirlikçi kesimin bir diğer kısmı için 20 Kasım'da gerçekleştirilen intihar eylemleri "Türkiye'nin 11 Eylül'ü" olmuştur.
15 Kasım intihar eylemlerinden sonra panik içinde kapağı yurtdışına (ve özel olarak da İsrail'e) atan Ertuğrul Özkök ise, 20 Kasım intihar eylemlerini yurtdışından seyrederek Amerikan emperyalizminin 11 Eylül'ünü "daha iyi anlamış"tır.
Tüm işbirlikçi "medyatik"lerin üzerinde birleştikleri ortak nokta ise, saldırıların "El Kaide"nin "parmak izini" taşıdığıdır.
M. Ali Birand, Cengiz Çandar ve Ertuğrul Özkök'ün başını çektiği Amerikan emperyalizminin dezinformasyon elemanları, her iki olay sonrasında "teröristler"in "verdiği mesaj" üzerine "beyin fırtınası" yapmaya başlamışlardır. Ve her zaman olduğu gibi, vardıkları sonuç, "El Kaide"nin "Türkiye'ye ABD-İsrail-İngiltere koalisyonundan uzak durması mesajı verdiği" olmuştur.
AKP'nin başı ve başbakan sıfatı taşıyan Kasımpaşalı Tayyip Erdoğan "verilen mesaj" karşısında şöyle haykırmıştır: "'Devletimize ya da hükümetimize terör yoluyla verilmek istenen bir mesaj varsa o mesajı elimin tersiyle ittiğimi ve ayaklarımın altına aldığımı tüm dünyaya haykırıyorum."[1*] Tayyip Erdoğan'ın bu haykırışıyla birlikte, "mübarek ramazan ayında" ülkeyi "kan gölüne çevirenler"in "müslüman olamayacakları"na ilişkin şeriatçı basının korosu eşliğinde, Irak'ta köşeye sıkışan W. Bush-Blair ikilisinin "terörizme karşı savaş"ını haklı göstermeye yönelen yorumlar "medya"nın ortak "kararı" olarak belirmiştir.
Ve "medya" (işbirlikçisinden şeriatçısına kadar tüm "medya") İstanbul'da gerçekleştirilen intihar eylemlerinin "El Kaide işi" olduğunda birleşirken, "uluslararası terörizme karşı savaş" cephesinin saflarının sıklaştırılmasından söz etmeye başlamıştır.
"Türk polisinin büyük başarısı" olarak sunulan, sinagog eylemlerinin "saldırganlar"ının İBDA-C ya da Hizbullah mensupları oldukları DNA testleri ile "tespit edildiğinde" bile "El Kaide işi" propagandası sürdürülmüştür.
Bu açık dezinformasyon karşısında kendisini "kemalist" ve "laik" olarak tanımlayan kesimlerin, "yerli teröristler"den yola çıkarak, bu eylemler ile Amerikan emperyalizminin isteği ile AKP'nin çıkarttığı "pişmanlık yasası" arasında kurmaya çalıştıkları bağlantı ise "medya" tarafından fazlaca ciddiye alınmamıştır.
Yürütülen tüm dezinformasyon çabalarına rağmen, gerçekleştirilen intihar eylemleri, kamuoyu tarafından, İsrail'in Filistinlilere karşı yürüttüğü şiddet ve imha politikaları ile Amerikan ve İngiliz emperyalizminin Irak işgaliyle birlikte değerlendirilmiş ve "oh oldu, masum insanlar da ölmeseydi daha iyi olurdu" şeklinde tanımlanabilecek bir anlayış oluşmuştur.[2*] Tüm bu yargılar, kanılar, yorumlar ve dezinformasyon ortamında, eylemleri gerçekleştirenlerin "Türk" ve "şeriatçı" çıkmaları gözlerden uzak tutulmaya çalışılmıştır. Ancak 20 Kasım'da gerçekleştirilen intihar eylemleriyle birlikte Tayyip Erdoğan, başbakan ya da AKP başkanı olmaktan öteye geçerek, "şeyhülislam" edasıyla "fetva"sını vermiştir: "İçinde bulunduğumuz şu mübarek günleri kana bulayanlar, masum insanları katledenler bunun hesabını her iki alemde de vereceklerdir. İnsanlık vicdanında da ayrıca ebediyete kadar lanetleneceklerini ayrıca bilmelidirler."[3*] Hernekadar "şeyhülislam" Tayyip Erdoğan "hoca", "insanlık vicdanı"nın "ebediyete kadar" varolacağını söyleyerek "öteki alem"in varolmayacağını söylemiş olsa da, eylemi gerçekleştirenlerin "islamcı" olduklarını kabul etmekten başka çaresi de kalmamıştır.
Evet, İstanbul'da gerçekleştirilen intihar eylemlerinin başına ne denli "taşeron" sıfatı eklenirse eklensin, "El-Kaide'nin Türkiye' deki yandaşları"[4*] denirse densin, "yerli" şeriatçılar tarafından gerçekleştirildiği tartışmasız bir gerçektir. Öyle ki, "Türk polisi" bile, sinagog eylemleri sonrasında, "eylemciler"in daha önce İBDA-C ve Hizbullah operasyonlarında gözaltına alındığını ve "olaya karışanların" bazılarının Çeçenistan ve Bosna'da "savaştıkları"nı açıklamıştır.
Bu açıklamalara rağmen, "medya" yine bildiğini okumaya devam etmiştir: El Kaide işi!
Ancak "medya"nın dezinformasyon ve manipülasyon görevi bununla sınırlı değildir. Yapılan eylemlerin "amacı" ve yapanların "kimler" olduğunu bir yana bırakan "medya", büyük bir "consensus" içinde "eylemlerle verilmek istenen mesaj"a yönelmiştir. Bunu yaparken de, her biri, tıpkı Tayyip Erdoğan gibi, birer "şeyhülislam", "hoca", "imam" edasıyla din, islamiyet ve Allah hakkında "fetva!" vermeye başlamıştır. Radikal gazetesinin gözdelerinden Mine G. Kırıkkanat şöyle yazmaktadır: "Hepimiz biliyoruz ki dini inanç, insana sevgi ve saygıyla yoğrulmuş bir Tanrı aşkıdır. Bir din, vahşet kaynağı olamaz, hunharlık ve dehşet yayamaz, yaymamalıdır. Dinlerde hunharlık ve dehşet, Allah'ın işi değildir, Şeytan'a atfedilir."[5*] Tayyip Erdoğan'ın sinagog eylemlerinden sonra "verilmek istenen mesaj"ı "elinin tersi ile itip ayaklarının altına alması"ndan sonra "medya"nın "mesaj taşıyıcıları" bu kez "hedef kim" sorusu etrafında halkı yönlendirme çabasına girmişlerdir. Herzaman olduğu gibi, bu çabaların başını M. Ali Birand, Cengiz Çandar çekerken, Aydın Doğan'ın kozmopolit "liberal-sol"cularının "teorik yayın organı" Radikal gazetesi ön saflarda yer almıştır. "Saldırı, Türkiye'de ya da dünyanın başka bir yerinde, demokrasinin, özgürlüklerin kendisini hedef alıyor. Yani bu savaş özgür dünyaya karşı."[6*] "Bu eylemlerin ilkinin (sinagoglara karşı olduğuna bakarak) İsrail, ikincisinin de (HSBC'nin Britanya sermayeli olduğuna bakarak) Britanya çıkarlarını hedef aldığını söylemek kadar büyük bir aymazlık, yanlışlık olamaz. Saldırılar açıkça Türkiye'yi hedef alıyor."[7*] "Medya"nın "saldırganların kimliği"ni bir yana bırakıp, "mesaj kime?", "hedef kim?" sorularını işlemeye başlamasıyla birlikte "islamcı" olarak adlandırılan kesimlerde büyük bir rahatlama ortaya çıkmıştır. Özellikle Amerikan emperyalizmi ile "yakın işbirliği" içinde olan AKP iktidarıyla kendi amaçlarına çok daha hızlı ve güvenli bir biçimde ulaşacaklarını düşünen "islamcı kesim" "işin içine" kendilerinin dahil edilmemesinden büyük bir sevinç duymuşlardır. Bu sevinç içinde sinagog eylemlerinden sonra Yeni Şafak gazetesi "Rantiyeciler Yanıldı" manşeti atarak şunları yazmıştır: "Terör yüzünden döviz ve faizin yükseleceğini, borsanın ise rekor düşüş yaşayacağını uman rantiyecilerin beklentileri gerçekleşmedi. Borsa yüzde 2,4 oranında değer kaybıyla 15 bin 687 puandan günü tamamladı."[8*] Yeni Şafak gazetesine göre "uzmanlar", "İstanbul'daki terör eylemlerinin" amaçlarını şöyle sıralamaktadır: "1- Türkiye, Irak'taki gelişmelere paralel olarak terör batağının içine çekilmek isteniyor.
2- Faiz ve enflasyondaki düşüş bazılarını rahatsız etti. Bomba ekonomideki olumlu gidişe atıldı.
3- Siyasi istikrarın bozulması yönünde çaba var.
4- Türkiye'nin AB üyeliğinin engellenmesi ve Kıbrıs sorununun çözümünü istemeyenler.
5- Saldırının sinagogları hedef almasıyla eylem bir anda bütün dünyanın gündemine oturdu."[9*] Ancak 20 Kasım günü gerçekleşen bombalamalardan sonra borsanın 16 bin puandan 14 bin 617 puana düşmesi, Yeni Şafak gazetesinin birkaç gündür sürdürdüğü manipülasyonu birden boşa çıkarmıştır. Kendi söylemleriyle ifade edersek, bu kez "rantiyeciler kazanmış"tır!
Oysa herkes bilmektedir ki, bu ülkede şeriatçılar, şeriat düzeni isteyenler ve şeriat düzeni kurmak için her yolu geçerli (mübah) görenler vardır. Kendi içlerinde değişik tarikatlara, gruplara ve örgütlere bölünmüş olsalar da, kimilerine "radikal dinci", kimilerine "demokrat müslüman" etiketi yapıştırılsa da, onların varlığı inkar edilemez bir gerçektir. "Adil Düzene mutlaka geçilecektir! Bu kesin şarttır! Ancak bu geçiş yumuşak mı olacak, sert mi olacak!.. Tatlı mı olacak, kanlı mı olacak?.. İşte buna 60 milyon karar verecektir...!" (Erbakan, 1991)
"Camiler kışlamız
Müminler askerimiz
Kubbeler miğferimiz
Minareler süngümüzdür..."
(Tayyip Erdoğan, 6 Aralık 1997) Bu sözler bu ülkede söylenmiştir.
Şeriatçılık gerçeğinin diğer çok iyi bilinen bir yanı da, kendi amaçlarına ulaşmak için her yolu "mübah" görmeleri (makyavelist) ve buna bağlı olarak kendi çıkarlarına uygun olduğunu düşündükleri her kesimle işbirliği yapabilmeleridir.
Sovyetler Birliği'nin dağıtıldığı 1991 yılına kadar "en büyük tehlike"nin "komünizm" ve komünist "dinsizler"den geldiğini düşünen şeriatçı kesimler, tüm zamanlarda Amerikan emperyalizminin anti-komünist hareketlerinin "müslüman ülkelerdeki" temel "mücahitler"i olmuşlardır.
Endenozya'da, Malezya'da, Pakistan'da, Afganistan'da anti-komünist cephenin temel unsuru olan "islamcılar", pek çok ülkede Amerikan emperyalizminin yönetiminde Suudi Arabistan parasıyla varedilmişler ve politik örgütlenmeler kurmaya yöneltilmişlerdir. (Ülkemizde 1980 askeri darbesi sonrasında "Rabıta" aracılığıyla şeriatçı kesimlere yapılan "yardımlar" Uğur Mumcu tarafından ayrıntılı olarak ortaya konulmuştur.)
Yine herkesin kolayca anımsayacağı gibi, Amerikan emperyalizminin Sovyetler Birliği'ne ve dünya devrimci hareketlerine karşı geliştirdiği "yeşil kuşak konsepti"nin ve buna bağlı olarak Afganistan'daki "mücahitler"i silahlandırmasının ve finanse etmesinin üzerinden çok zaman geçmemiştir.
Burada, kimin kimi kullandığı fazlaca önemli değildir. Amerikan emperyalizminin şeriatçıları kullandığı ve sonra işi bitince onları yoketmeye kalktığından söz etmekle, şeriatçıların işlerine geldiği sürece Amerikan emperyalizmiyle işbirliği yaptıkları ve işlerine gelmeyince bu işbirliğini sona erdirdiklerini söylemek bir ve aynı şeydir. Söz konusu olan, her iki kesimin de "ortak düşmana" karşı, yani "komünizme karşı" birleştikleri ve işbirliği yaptıklarıdır. Ve "ortak düşman" ortadan kalktığında, doğal ve kaçınılmaz olarak onları birleştiren "ortak payda" da ortadan kalkmıştır. Bu andan itibaren her iki taraf kendi yoluna gitmiştir.
Bu süreçte şaşırtıcı, ayrıksı, anlaşılmaz herhangi bir yan yoktur. "Düşmanımın düşmanı dostumdur" olarak özetlenebilecek "ittifak politikaları" bu sürecin belirleyicisidir. Bu bir "cephe" ittifakıdır ve "cephe"nin amaçlarına ulaşıldığında, ittifakın varoluş nedeni de ortadan kalkmaktadır. İttifaklar sona erdikten sonra her kesimin kendi özgün amaçlarına doğru hareket etmeleri ve bu amaçlar doğrultusunda yeni "dostlar"la ittifaklar kurmaları ve bu ittifaklarla yeni "düşmanlar"a karşı savaşmaları kadar doğal hiçbir şey yoktur.
Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığından sonra Amerikan emperyalizmi ile şeriatçılar arasındaki eski tür ittifak sona ermiştir. Halk deyişiyle, "öküz ölmüş, ortaklık bitmiş"tir. Artık her iki tarafın kendine özgü yeni hedefleri vardır ve bu hedefler birbiriyle çakıştığı oranda yeni ittifaklar ortaya çıkabileceği gibi, çatıştığı oranda birbirleriyle de çatışabilecektir.
Bu nedenle, Amerikan emperyalizmi ile şeriatçı kesimlerin mutlak bir çatışma içine girdiklerini söylemek ne denli yanlış ise, şeriatçılar ile Amerikan emperyalizminin geçmiş müttefik ilişkilerinin sona ermiş olmasından yola çıkarak, yeni bir "ittifak"ın olanaksız olduğunu söylemek de o denli yanlıştır. Bu konuda en somut örnek ise, bugün Irak'ta, İran'ın şeriatçı molla yönetiminin Amerikan emperyalizmiyle ittifak içinde oluşudur.
Bütün "islam ülkeleri"ndeki şeriatçı kesimler bir ve aynı bakış açısına sahip değillerdir. Kendi içlerinde tarikatlar düzeyindeki bölünmüşlükler ve her ülkenin kendine özgü koşulları, aynı zamanda politik faaliyetlerde ayrışma olarak da varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla gelişen olaylar karşısında homojen, bütünsel bir davranış sergilemezler. Ülkemizin yakın tarihine bakıldığında şeriatçı kesimlerdeki bölünmeleri ve bunların değişik politik örgütlenmelere ve eylemlere yansıdığını görmek olanaklıdır.
1960'ların sonlarına doğru N. Erbakan'ın TOBB başkanlığından zorla uzaklaştırılmasıyla birlikte başlayan süreç, şeriatçı kesimlerin Amerikan emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçileri ile olan eski ittifaklarının sona erdiği bir süreçtir. O günden günümüze kadarki süreçte şeriatçı kesimler içinde değişik ayrışmalar ortaya çıkmış ve bu ayrışan kesimler değişik politik tutumlar sergilemiştir. Kimileri Amerikan emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçileri ile yeni ittifak yolları ararken, kimileri bu ittifakı "kökten" reddetme noktasına gelmişlerdir. Her durumda bu ayrışmaların ve çatışmaların odak noktasında tarikatlar yer almıştır. Dolayısıyla şeriatçı kesimlerdeki çelişki ve ilişkiler, her dönemde tarikat ilişkilerinin yapısı ile belirlenmiştir.
Tarikatlar arasındaki ilk ana ayrışma noktası, şeriat düzenine nasıl ulaşılacağı konusundaki stratejik ayrışmadır.
1980'lere kadar, şeriat düzenine Erbakan çizgisini izleyerek, yani mevcut düzenin kendi yasallığı içinde faaliyet yürüterek, onun "oyun kurallarına" uyum göstererek ("takıyye"), adım adım, "evrimci tarzda" ulaşılacağını savunanlar, sürekli ayrışmalar yaşamış olsalar da, ağır basan yan olmuşlardır.
12 Eylül askeri darbesiyle bu çizginin legal politik örgütlenmesi kapatılmış olsa da, tarikatlar düzeyinde faaliyetleri doğrudan askeri cunta tarafından desteklenmiştir. Suudi Arabistan'dan sağlanan parasal destekle yürütülen imam-hatip okulları ve bunların yurtlarındaki faaliyetler, 1995 ortalarına kadar "evrimci" şeriatçıların temel çalışma alanı olagelmiştir.
1991 genel seçimlerinde RP'nin oyları %16,9 iken, 1995 seçimlerinde %21,3'e yükselmiş ve birinci parti olmuştur.
Böylece şeriat düzenine (Erbakan'ın dilinde bunun adı "adil düzen"dir) "evrimci" geçişi savunan Erbakan'ın temsil ettiği çizgi tartışmasız bir egemenlik kurmuştur.
Ancak DYP-RP koalisyon hükümetinde "evrimci" şeriatçı çizginin "hükümet olması"na rağmen "iktidar olamadığı" düşüncesi giderek yaygınlaşmış ve 28 Şubat "post-modern darbe"siyle birlikte bu, kesin bir kanı haline gelmiştir. Bu da "evrimci" legal şeriatçılar içinde yeni bir ayrışmanın başlangıcını oluşturmuştur.
Ayrışmanın temelinde, şeriat düzenine geçişin legal-evrimci çizgisinden çok, bu çizginin uygulayıcılarının, yani Erbakan ve ekibinin pasif tutumları yatmaktadır. "Yenilikçiler"e göre, evrim sürecinin sonuna gelinmiştir; 1980-95 döneminde imam-hatip okullarında ve yurtlarında yürütülen faaliyetler sonucunda yeterince "kadro" sağlanmış ve Anadolu'nun büyük bir kesiminde kalıcı bir güç olunmuştur. Bundan sonra yapılması gereken, iktidardan kendilerine düşen yeri ve payı talep etmekten ibarettir. Bunun için tek yapılması gereken, biraz "basiret", biraz "atılganlık" ve biraz "kabadayılık"tır.
"Basiretli"-"atılgan"-"kabadayı", Bülent Arınç, Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan üçlüsü AKP'yi oluşturarak Erbakan'la yollarını ayırırken, aynı zamanda şeriat düzenine geçişin yeni taktik çizgisini ortaya koymuşlardır.
AKP çizgisi ile Erbakan çizgisi arasında strateji ve stratejik rota konusunda hiçbir anlaşmazlık mevcut değildir. Hedef şeriat düzenidir ve bu amaca evrimci tarzda ulaşılacaktır. Ancak imam-hatip okulları ve yurtlarındaki çalışmalarda sağlanan "kadrolar"la, "gerekirse çatışmayı göze alarak", evrim sürecini hızlandırmak gerektiği sonucuna ulaşmışlardır.
1999 seçimlerinde Fazilet Partisi'nin oylarının %15,41'e düşmesi "yenilikçiler" için harekete geçme olanağı yaratmıştır.
AKP'yi oluşturan "yenilikçiler", taktik planda daha "aktif" politika izlenmesi gerektiğini söyleyerek tüm tarikatların desteğini almıştır. Ortak kanı, imam-hatip okulları ve yurtlarında sağlanan gelişmelerin, evrim sürecini tamamlamak için gerekli kadrosal ve kitlesel desteği ortaya çıkardığıdır. Gün, atılım günüdür, daha kararlı biçimde şeriat uygulamalarına geçilme zamanıdır!
Ancak Erbakan çizgisinin değişik dönemlerdeki koalisyon hükümetlerinde yer alarak kazandığı "devlet deneyimi", Abdullah Gül aracılığıyla bu "aktif" sürece monte edilmiştir. Dubai'deki İslam Kalkınma Bankası aracılığıyla Amerikan emperyalizmi ile ilişkiye geçilmiştir. "Devlet deneyimi" sahibi evrimci-şeriatçı "abiler"in tavsiyeleri ile kurulan bu ilişkinin temelinde, Amerikan emperyalizminin stratejik çıkarlarıyla işbirliği yapılarak iktidar olunabileceği düşüncesi yatmaktadır.
Ve "yenilikçi" kesim, "çağın" "globalizm" çağı olduğuna inanarak, "globalleşen dünya"da Amerikan emperyalizmi ile stratejik işbirliğinin ticaret yoluyla gerçekleştirilebileceğini düşünmüştür. Böylece "ihracat hamlesi"yle gelişen Anadolu küçük ve orta ticaret burjuvazisinin güçlenmesi olanaklı olacaktır. Güçlenen ticaret burjuvazisi, mevcut işbirlikçi tekelci ticaret burjuvazisinin yerine geçerek ülkedeki oligarşinin asli unsurları arasına katılacaktır. Bu yolla "yeni" bir islam devleti modeli ortaya çıkacaktır.
"Globalizm" propagandasının etkisinde kalarak "globalleşme"yi dünya ticaretinin sınırsız gelişmesi olarak algılayan "yenilikçiler", Amerikan emperyalizminin ülke içi ve Orta-Doğu ticaret temsilcisi olmayı stratejik hedef haline getirmişlerdir.[10*] Gerçekte ise, 1980 sonrasında ithalatın "liberalizasyonu" ile her türlü emperyalist ülke mallarının ülkeye ithalinin olanaklı olmasıyla birlikte ortaya çıkan yeni tüccar kesiminin ("beyaz Türkler") yerine talip olmaktadırlar. Geniş anlamda hizmetler sektöründe meydana gelen gelişmeyle ortaya çıkan "yeni iş olanakları", AKP'de toplanan evrimci-şeriatçıların yeni hedefi durumundadır. Onlara göre, Anadolu esnafı (küçük ve orta ticaret burjuvazisi) "çağ atlamalı"dır. Yönünü "globalleşmeye" dönmeli ve dünya ticaretinde "hak ettikleri yeri" almalıdırlar. İmam-hatiplerden yetişmiş, bilgisayar kullanan, jöleli saçlı yeni tip "şeriatçı işadamları" bu yeri almaya adaydırlar.[11*] (İşin en ilginç tarafı ise, AKP etrafında toplanan şeriatçıların hedefledikleri "beyaz Türkler"in iş alanları olmakla birlikte, AKP'yi en fazla destekleyen kesim de bu "beyaz Türkler"dir.)
İşte böylesine bir yönelimin olduğu bir aşamada, "radikal" şeriatçı kesimler İstanbul'da bombalı eylemler gerçekleştirmişlerdir. Bu da AKP yönetimini korkutmuş ve telaşlandırmıştır. Herşey "kontrol altında"yken, işleri planladıkları gibi götürürken, "medya" nın sınırsız desteğini almışken, ihracat 40 milyar doları geçmişken patlayan bombalar yeni bir kargaşa ve tartışma ortamı yaratmıştır.
İstanbul'da "radikal" şeriatçıların gerçekleştirdiği eylemler "kimi hedef alıyor", "mesaj kime" türünden tartışmalardan AKP'nin "duyduğu rahatsızlık" giderek artmış ve polislerin cenaze töreninde "suçlu medya" söyleminin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
28 Şubat günlerinde Erbakan'ı "pasiflikle" suçlayan "yenilikçiler", bugün kendi "aktivizm" propagandalarının sonuçları ile yüzyüzedirler. "Kudüs günü"nde tankların "balans ayarı" yapmalarıyla başlayan 28 Şubat sürecinde Erbakan'ın "korkak" davrandığını söyleyerek şeriatçı kesimlerden sağlanan destek, "radikal" kesimlerin aktivizmi ile tamamlanmıştır. Şimdi sorun, AKP'nin "globalizm" hayaliyle oluşturduğu yeni ticari hedefler ile şeriatçılığın "hassasiyetleri" arasında nasıl bir denge kuracağıdır. Büyük bölümü hayali olan 40 milyar dolarlık ihracat rakamlarıyla şeriatçı kesimlere sağlanan ekonomik çıkar, şeriatçıların "hassasiyet" sahibi oldukları konularda aynı oranda gerçekleşmemiştir.
Bugün Irak işgaliyle oluşan konjonktür nedeniyle "radikal" kesimlerin hedefi, Amerika ve koalisyon güçleri olsa bile, konjonktür değişmesiyle ya da olayların güncel etkisinin azalmasıyla birlikte değişeceği ve içe yöneleceği kesindir. İçteki hedef ise, ilk planda türban olacaktır. AKP etrafında toplanmış olan tüm tarikatlar ve imam-hatipli kadrolar türban konusunda daha kararlı ve sonuç alıcı adımlar atılmasını; bugün TBMM' de sağladıkları 2/3 çoğunluğu bir başka seçimde elde edemeyeceklerini bildiklerinden, daha hızlı hareket edilmesini istemektedirler. Ve sorunun somutluğu da buna göre biçimlenmektedir: Aynı tür bombalı eylemler iç hedeflere yönelik olarak gerçekleşirse!
Bugün AKP yönetimi, elindeki tüm olanakları, rüşvet, adam satın alma ve polisiye yolları kullanarak, kendi saflarında yeniden "abdest tazelemek" durumundadır. Eski abdestle kılınan namaz buraya kadar gelmiştir, şimdi yeni bir sürece girilmiştir.
Bu süreçte "radikal" şeriatçıların hiçbir gücü olmayacaktır. Onların etkisi, varolan şeriat amacına ulaşmanın zamanı üzerinde yaratacağı etkiyle sınırlıdır. AKP'nin hesaplarına göre, AB ve Amerikan desteğinde, "ordu"nun müdahale gücünün etkisizleştirilmesine bağlı olarak zaman kısaltılacaktır. Ancak evrimci ya da "radikal" tüm şeriatçı kesimler yeni "kazanımlar" beklentisi içindedirler. Eğer "makul bir zaman içinde" bu beklentileri karşılayacak ya da karşılamış gibi görünecek gelişmeler sağlayamazlarsa, sonları Fazilet Partisi'nin 2002 seçimlerinde aldığı sonuçtan farklı olmayacaktır. Önlerindeki tek zaman dilimi Mart 2004'de yapılacak olan yerel seçimlere kadardır. Beklentileri Mart 2004 seçimleri sonrasına ertelemeyi başarabilseler bile, 2004 ortalarında büyük çatışmalar kaçınılmaz hale gelecektir.
İşte "mesajı elimin tersiyle ittiğimi ve ayaklarımın altına aldığımı tüm dünyaya haykırıyorum" diyen Tayyip Erdoğan ekibinin karşı karşıya oldukları sorun budur.
Gözden kaçırılmaması gereken nokta ise, bu sorunun İstanbul'da gerçekleştirilen bombalı eylemlerle doğrudan ilişkisi olmadığıdır. Sorun, şeriat düzeni sorunudur, şeriat düzeninin, "Türkiye modeli" de olsa, kurulması sorunudur. Tüm politik faaliyetin ve propagandanın temeline yerleştirilen şeriat düzeni istemi, "siyasal islam"ın her çeşidinin ortak istemi olmakla birlikte, bu istemi gerçekleştirmek iddiası ile tarikat ittifakları üzerinde politika yapanların bir "mükellefiyeti" haline gelmiştir.
Süreç, AKP tarafından şeriat istemlerinin asgari düzeyde tatmini ile laikliğin azami ölçüde etkisizleştirilmesi sürecidir.
[1*] Tayyip Erdoğan, "Dindar" Başbakan, 18 Kasım 2003. [2*] Emin Çölaşan sinagog eylemlerinde ölenlerin cenaze törenine "katılanların sayısı bilemediniz 200 kişiydi" diye yazmaktadır. (Hürriyet, 20 kasım).
Radikal gazetesi yazarlarından Hakkı Devrim ise, cenaze törenlerine katılanların sayısının azlığını şöyle açıklamaktadır: "... haksızlık da etmeyelim. O gün hastaneler hıncahınçtı. Cenazede de saldırı olacak diye korkan aileler vardı. Ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmur." (21 Kasım). [3*] Tayyip Erdoğan, "Dindar" Başbakan, 20 Kasım 2003. [4*] AKP'nin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, 18 Kasım günü, "İstanbul'da yaşanan olayda El-Kaide ile bağlantısı olan dış grupların organizatörlüğünde birkaç Türk'ün taşeron olarak kullanıldığı tespit edilmiştir. Olay taşeronların işidir" açıklamasını yapmıştır. [5*] Mine G. Kırıkkanat, Uyanın ey gafiller!, Radikal, 21 Kasım 2003. [6*] İsmet Berkan, Savaş, Radikal, 21 Kasım 2003. [7*] Murat Yetkin, Hedef Türk Demokrasisi, Radikal, 21 Kasım 2003. [8*]Yeni Şafak, 18 Kasım 2003. [9*]Yeni Şafak, 16 Kasım 2003. [10*] Bu çizginin Erbakan çizgisi ile olan "sınıfsal" farkı ise, Erbakan'ın "ağır sanayi hamlesi"ni öne çıkartarak, Anadolu küçük ve orta sanayi sermayesini temel alması, bunların ise Anadolu küçük ve orta ticaret sermayesini temel almasıdır. Bu nedenle, Erbakan, sanayi tesislerinin temel atma törenlerinde boy gösterirken, Tayyip Erdoğan "duble yol" törenlerinden hoşlanmaktadır. [11*] 14 Nisan 2002 günlü Yeni Şafak gazetesinde Family Finans Genel Müdürü Can Akın Çağlar, "meslek dışında yapmak isteyip de yapamadığınız şeyler var mı?" şeklindeki soruyu şöyle yanıtlamaktadır:
"İstediğim iki şey vardı. Birincisi Boğaz'da içkisiz bir balık lokantası. Ben yapamadım ama şu anda bir sürü var.
İkincisi muhafazakar eğilimli insanların bütün gününü orada geçirebileceği, içerisinde spor tesisi, yüzme havuzları, eğlence merkezleri falan olan, üyelikleri olan ve sadece üyelerin girebileceği bir kompleks, büyük bir klüp kurmak.
Enka gibi böyle tesisler var ama muhafazakar kesime hitap eden bir yer yok."