İstanbul'da gerçekleştirilen intihar eylemleriyle birlikte "terör", "medya"nın yeniden en gözde konusu haline gelmiştir. "PKK'ye karşı yürütülen 15 yıllık mücadele" deneyimi ile neredeyse tüm "medya" mensupları, birer "terör uzmanı" olarak, İstanbul'daki son intihar eylemlerinin "derin" anlamını ve buna karşı yapılması gerekenleri büyük bir şevkle gazete manşetlerine taşırken, televizyona çıkabilenleri aynı şevkle "bizim 11 Eylül'ümüz"ün "derin" tahlillerini milyonlarla paylaşmışlardır.
"Ne olacakmış yani, Marks'ta benim gibi düşünmeyiversin" diyen "marksist" Murat Belge "terörden nasiplenenler" içinde yer alarak şöyle yazmaktadır: "'Terör', adı üstünde, korkutuyor. Korkan insanlar, 'Ne olursa olsun, iyi korunalım' diyorlar. İnsanlarda bu ruh halinin yaratılması, 'huzur ve güven'ci sağ kanat için, muhafazakârdan otoriter Bonapartist'e ve oradan faşiste uzanan bu cephe için en elverişli koşulları hazırlıyor."[1*] Doğal olarak "terörden nasibini" almış biri olarak Murat Belge de diğer "medya" mensupları gibi, "terörizme karşı savaş" için "felsefik" çözüm de üretmiştir: "'Teröre karşı ne yapabiliriz? Ne yapmalıyız?' Bu sorulara uzun uzun, soğukkanlılıkla, cevap aranır; aranması gerekiyor. Yapılacak pek çok şey bulunabilir, bulunması gerekiyor.
Ama en temel şey, hayatın devam etmesi, eskisi gibi devam etmesi.
Çünkü 'terör' denen o karmaşık olgunun en büyük, en öncelikli amacı, hayatın normal akışının rayından çıkması. Bunu başaramadığı zaman, en korkunç saldırı bile, hiç olmamış gibi oluyor ve etkisi sıfıra iniyor.
Bu anlamda, hayatına devam etmekle direnmeyi başaran bir toplum, teröre karşı en önemli zaferi elde etmiş olarak, bütün 'Ne yapmalıyız?' sorularına en sağlıklı cevapları üretebilir ve uygulamaya koyabilir. Ama ilk iş, 'Terör geldi, demokrasiden vazgeçelim' bozgunculuğunu, terörün asıl beşinci kolunu, etkisiz kılmaktır."[2*] Görüldüğü gibi Murat Belge, geçmişindeki "felsefe kült"ünün yardımıyla, "terör"ü yok kabul ederek yok etmenin en doğru yol olduğunu ileri sürmektedir. Buna, her ne kadar Berkeley idealizmi denilse de, Murat Belge'nin terörizme karşı felsefik savaşının özü ilk cümlesinde özetlenmektedir: "'Terör', adı üstünde korkutuyor." Bu yüzden Murat Belge, felsefik idealizmden nasiplenirken, asıl söylemek istediği "terör" karşısında "korkmamak"tır. Demeye çalışmaktadır ki, "korkumuzu yenebilirsek terörü de yeneriz". Ancak bunu söyleyemeyecek kadar "maço" olduğundan ("erkek adam korkmaz"), lafı dolaştırıp "hayatın devam etmesi, eskisi gibi devam etmesi"nden dem vurmaktadır.
Şüphesiz Murat Belge gibi "felsefik" ve "historik" birinin "anti-terör" reçetesi kolayca bir yana bırakılamaz. Onu "ciddiye" almak gerekir. Ciddiye alındığında ise, "korku" ile "terör" arasında kurduğu ilişkiden yola çıkılması şarttır.
Murat Belge'nin tanımladığı gibi "terör", "adı üstünde korkutuyor" ise, "korku"nun ne olduğu da tanımlanmak zorundadır. Böyle olunca da, "felsefe"den psikoloji alanına sıçrama yapmak gerekli olacaktır.
Herkesin kolayca bulabileceği gibi, "terör" korkusu, herşeyden önce insanların ölmekten korkmalarından ibarettir. "Terör" sözcüğü ile tanımlanan herhangi bir olay sonucunda yaşamını yitirmekten korkmaktır bu. Bu yönüyle, "masum insanları"ın "terör"den duydukları korku tanımlanabilir.
Ancak Freud'un dediği gibi, eğer korku, "Suç işledikten ya da işlediğini zannettikten sonra duyulan vicdan azabının ve günahkârlık duygusunun simgesel anlatımı"ysa, Murat Belge'nin "korkusu"nun "rasyonel" karşılığına ulaşılır. Bu durumda, psikologların, psikiyatristlerin yapabilecekleri fazlaca bir şey yoktur. Çünkü, burada ortaya çıkan "korku", kişinin "işlediği ya da işlediğini zannettiği suç"un bir sonucudur. Dolayısıyla da "terör"le bir ilişkisi yoktur. "Terör", olsa olsa, "suç işleyenin" içinde taşıdığı "suçluluk psikolojisi"yle oluşan "korku"nun ortaya çıkmasına hizmet eder.
Böylece "terör"le yaşamını yitirmekten korkan "masum insan" ile, "terör"le korkusu büyüyen "suçlu" (masum olmayan) birbirinden farklılaşır. "Terör"den en çok söz edenlerin, "terörizme karşı savaş"ın en önde çığırtkanlığını yapanların tamamının bu ikinci kategoride "korku sahibi" kişiler oldukları açıktır.
Eğer "terör uzmanları"nın söylediği gibi, "terör"ün amacı insanlarda "korku" yaratmaksa, "korku" yaratan herşey "terör" kapsamına alınmak zorundadır. Herhangi bir siyasal faaliyeti ya da düşüncesi nedeniyle işkence görmekten korkan bir kişinin karşı karşıya olduğu "işkence görme olasılığı" da "terör"dür.
Aynı şekilde, "allah korkusu", "öteki dünyada hesap vermek" de "terör" kapsamına girmektedir.
Murat Belge'nin "terör uzmanlığı"ndan yola çıkıldığında, bu "dini terör"e karşı durabilmenin tek yolu, eğer "hayatın devam etmesi, eskisi gibi devam etmesi" ise, yani "allah korkusu"ndan öncesine dönmek ise, bunun tek anlamı dinsiz olmaktır.
Ama "terör"le ortaya çıkan "korku", Freudvari ifadeyle, "suç işledikten sonra duyulan vicdan azabının ve günahkârlık duygusunun simgesel anlatımı"ysa, işkencecinin, katilin, işgalcinin, sömürücünün, işbirlikçinin, celladın tek yapacağı şey, "hayatın devam etmesi, eskisi gibi devam etmesi"ni sağlamaktır. Bu da, işkenceye, katliamlara, işgale, sömürüye, işbirlikçiliğine devam etmek, eskisi gibi devam etmekten başka bir anlama gelmez.
Böylece Murat Belge'nin "terör" tanımından yola çıkarak -ki bu "terör"ün sonucundan yola çıkmakla özdeştir- iki tür terör olduğunu söylemek olanaklıdır.
Birinci tür "terör", "masum insanlar"da, kendilerinin hiçbir "suçu" olmayan olayların içinde ölüm korkusu yaratır. Bu "terör" eylemlerini gerçekleştirenler, "masum insanlar"da ölüm korkusu yaratarak amaçlarına ulaşmaya çalışır. ("Terörizme karşı savaş" propagandasının hedef kitlesi de bu "masum insanlar"dır.) Murat Belge'nin tanımıyla, "terör"le korkutulan bu "masum insanlar", "ne olursa olsun, iyi korunalım" duygusu ile "terörizme karşı savaş" adı altında devletin her türlü baskı ve şiddet uygulamasını destekleyeceği gibi, "teröre kurban gitmemek" için, "terör alanı" olan yerlerden uzak da durabilir. Son İstanbul'daki intihar eylemleri sonrasında Galeria, Carrefour gibi alışveriş merkezlerinde görülen "durgunluk" bu durumun bir sonucu olmuştur.
Aynı şekilde, 1980 öncesinde faşist milislerin kahvehane taramaları, İstanbul Üniversitesi önünde öğrencilerin üzerine bomba atmaları, 1990'ların başında Özgür Gündem gazetesinin binasının bombalanması, köy yakmalar tümüyle bu tür "terör" kapsamına girmektedir.
İkinci tür terör ise, "suç işledikten sonra duyulan vicdan azabının ve günahkârlık duygusunun simgesel anlatımı" olarak korku yaratan ya da korkuyu somutlayan şiddet eylemleridir. Burada artık "masum insanlar" değil, "suçlular" sözkonusudur. Dolayısıyla "suç işleyene" yönelik şiddet eylemi niteliğindedir ve tekil düzeyde "suç işleyen"e yönelik her şiddet eylemi tüm "suçlular"da "korku" yaratarak "terör" niteliği kazanır.
Her iki "terör"ün ortak özelliği, suçlu olsun olmasın insanlarda korku yaratmasından çok, bu korkuyu ortaya çıkartan şiddet eylemi olmasıdır. Bu yönüyle, hiçbir sınıfsal niteliğe sahip olmadığı gibi, politik ya da ideolojik bir kimliğe de sahip değildir. Sömürücü sınıfların devletinin, kendi yasalarıyla belirlediği suçlara karşı uyguladığı şiddet de, Allah'ın kitabına karşı çıktığı için "öteki dünya"da "yakılarak" cezalandırılacak olanlara karşı uygulanan şiddet de, korku yarattığı oranda "terör"dür. Aynı şekilde, egemen sınıfların kitlelere yönelik "terör"üne karşı bireysel kin ve intikam duygusu ile gerçekleştirilen suikastler de, işgalci düşmanla işbirliği yapanları cezalandırmaya yönelik silahlı eylemler de, "korku" yarattıkları için "terör" kapsamında değerlendirilebilir.
İster sonucu açısından, yani yarattığı "korku" açısından ele alınsın, isterse yöneldiği hedefler açısından, yani "masum-masum olmayan" ayrımı açısından ele alınsın, her şiddet eylemi "terör" olarak nitelenebilir.
Görüldüğü gibi, bu ölçülerden yola çıkılarak ortak ve genel bir "terör" tanımına ulaşılamaz. Mutlaka bir "terör" tanımına ulaşmak isteniyorsa, Murat Belge dışında başka "referans"lar bulmak gerekmektedir! Ülkemizdeki tek "terör uzmanı" Murat Belge olmadığı için, "referans" konusunda fazla sıkıntı çekilmemektedir.
Sol legalizmin yayın organlarından olan Evrensel gazetesinin "terör uzmanı" şöyle yazmaktadır: "Terörün anlamı yıldırmadır. Terörizmin kelime anlamı ise; yıldırmacılık veya tedhişçiliktir. Toplu ya da kişisel adam öldürme, binaları, insanların kalabalık olduğu mekanları bombalama, yangınlar çıkartma, vb. gibi topluma korku salan eylemler terörist eylemlerdir. Terörün kurbanlarıysa genellikle masum insanlardır.
Terörizm; bir siyasi savaşım yöntemidir."[3*] (abç) Evrensel gazetesinin "terör uzmanı"nın Murat Belge'den farkı, "korkutmak"la "yıldırmak" arasındaki bir farktan ibarettir. Ancak "terörist eylemler"in "topluma korku salan eylemler" olduğunu söylerken, Murat Belge'yle paralellik içine girmektedir. Ama yine de Evrensel gazetesinin "uzmanı" "korku"dan çok "yıldırma"yı yeğlemektedir.[4*] Herkesin günlük olarak bildiği gibi, "yıldırmak" fiili, belli bir amacı olan kişileri amacına ulaşmaktan alıkoymak, amaca ulaşmayı zorlaştırarak bıkkınlık, bezginlik vb. yaratarak amaçtan vazgeçirmek için kullanılır.
Örneğin bir şirket kurarak zengin olmayı amaçlayan bir kişi, gerek bürokratik "engellerle", gerekse piyasadaki diğer şirketlerin her türlü araçla yürüttükleri "karşı" kampanyalarla bu amacına ulaşmaktan uzaklaştırılabilir. Amacından neden vazgeçtiği kişiye sorulduğunda vereceği yanıt açıktır: Beni yıldırdılar! Böylece Evrensel'in "terör uzmanı"na inandığımızda, anlarız ki, bu kişiye karşı "terör" uygulanmıştır!
Doğal olarak Evrensel'in "terör uzmanı"nın tanımından yola çıkıldığında, "bizleri hiç kimse yıldıramaz" demekle, her türlü "terör"e rağmen amaca ulaşmaktan vazgeçmeyeceğimizi ilan etmiş oluruz. Böylece "terör"e karşı mücadelenin panzehiri "yılmaz"lık olmaktadır. Bu da, Murat Belge'nin sözüyle, "hayatın devam etmesi", yani varılmak istenen amaca ulaşmak için yola devam edilmesinden başka birşey değildir.
Ancak Evrensel yazarı bir zamanlar THKO ve THKP-C'nin "tedhişçi" ilan edildiğini bile anımsamaksızın, her türlü "toplu ya da kişisel adam öldürme, binaları, insanların kalabalık olduğu mekanları bombalama, yangın çıkartma vb." eylemleri "terörist eylemler" ilan ederken, bu eylemlerin "tedhişçilik" olduğunu söyleyebilmektedir.
Eğer "insanların kalabalık olduğu mekanları bombalama, yangın çıkartma" eylemlerini bir yana bırakırsak, Evrensel'in "terör uzmanı" için, "topluma korku salan" "toplu ya da kişisel adam öldürme", "binaları bombalama" başlı başına "terörist eylem" olmaktadır.
Oysa bu kadar "uzmanlık" taslamaya gerek bile yoktur. 3713 sayılı ve 1991 tarihli Terörle Mücadele Kanunu'nda "terör" şöyle tanımlanmaktadır: "Madde 1 - Terör; baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemlerdir." Büyük Larousse'da ise "terör" şöyle tanımlanmaktadır: "Ortalığa korku ve yılgı salmak, çevredekileri sindirmek için yapılan her türlü silahlı eylem/tedhiş" Böylece Murat Belge'den Evrensel gazetesi yazarına kadar geçerli bir "medyatik" "terör" tanımına ulaşmış bulunuyoruz: Her türlü silahlı eylem!
Ancak Evrensel yazarı hızını alamayarak, "terörizm, bir siyasi savaşım yöntemidir" yargısını ilan ederek, tanımdan bir adım öteye geçmiştir.
"Gerici siyasette, demektedir Evrensel yazarı, terörizm, kendini faşizmle ifade etmiştir."[5*] Bu doğru olmasına rağmen, karşıtı, yani "ilerici siyasette" "terörizm" kendisini nasıl "ifade etmiştir" sorusu yanıtsız bırakılmıştır.
Elbette Evrensel yazarının yargısını kabul ettiğimizde, yani "terörizmi", bir siyasal savaşım yöntemi olarak tanımladığımızda, "ilerici" (gerici siyasetin karşıtı olarak) siyasetin de aynı yöntemi kullandığını kabul etmekten başka yol yoktur. Evrensel gazetesinin "terör uzmanı" söylememiş de olsa, "ilerici siyaset"in "siyasal savaşım yöntemi" olarak "terörizm"i kullanan kesimlerine 1980'lere kadar "anarşist" ya da (Genelkurmay belgelerinde) "tedhişçi" denilmekteydi. Ve herkes bilmektedir ki, bu "anarşistler", ülkemizde silahlı devrimci mücadelenin başlatıcıları ve sürdürücülerinden başka kimse değildir. THKO ve THKP-C'nin, oligarşik yönetimin tüm propaganda araçlarıyla "anarşist" ve "terörist" ilan edildiği kolayca unutulup geçilecek olgular değildir.
Sorun şudur: "siyasal savaşım yöntemi" olarak silahlı mücadeleyi ve bunun bir biçimi olarak gerilla savaşını yürüten halk kurtuluş savaşçıları "terörist" midirler, silahlı mücadele "terörizm" midir?
Eğer Murat Belge ya da Evrensel gazetesinin yazarının savlarıyla "korku" yaratan herşey "terör" ise, ülkemizde yürütülen silahlı devrimci mücadele de "terör" kapsamına sokulmak zorundadır. Çünkü devrimci silahlı mücadelenin "korku" yarattığı kesindir. Bu korkuyu ve kimleri kapsadığını Güneri Civaoğlu şöyle anlatmaktadır: "12 Eylül'den önceki gecelerden biri. Rauf Tamer'in evinde onun doğum günü... Ama herkeste bir yılgınlık, bir bezginlik, dehşet ürpertileri. Suskunluk... Örgütlü şiddet eylemlerinin Türkiye'ye bir kan bataklığı görüntüsü verdiği günler. Bir şarkıyı mırıldanıyoruz salondaki birkaç kişi: 'havasına suyuna, taşına toprağına. Bir başkadır benim memleketim.' Gözler dolmuş. Kelimeler dudaklarımızdan duygu yüklü çıkıyor. Bir çok tanıdık ismin, tası tarağı toplayıp, Türkiye'yi terkederek, Amerika'ya, İngiltere'ye yerleştiği günler... Nişantaşı'n, Levent'in apartman camları gazete kağıtlarıyla kaplı. İçerde yaşam yok ki!..."[6*] Bu olgudan yola çıkıldığında, silahlı devrimci mücadelenin "bazı insanları terörize" ettiği, onlara büyük bir korku saldığı kesindir. Bu durumda, silahlı devrimci mücadelenin "onları" dehşete düşürdüğünden, korkuttuğundan, yıldırdığından, ülke dışına kaçmaya yönelttiğinden söz edildiğinde, "siyasi savaşım yöntemi" olarak "terörizm"den söz etmek gerekmektedir. Bunun özcesi, silahlı devrimci mücadele=terörizm'dir.
Ama bu, ülkemiz solundaki oportünistlerin ve pasifistlerin onlarca yıldır silahlı devrimci mücadeleye karşı yürüttükleri suçlamaların aynısı değil midir?
Mahir Çayan yoldaş yıllar önce şöyle yazıyordu: "Bu anlayışa göre, 27 Mayıs Anayasasının meşruiyet sınırları dışındaki hareketler, 1) ya terörist, anarşist hareketlerdir, 2) ya da polis provokasyonlarıdır. Ankara'da Tuslog'u ve Amerikan Haberler Merkezini, İstanbul'da Pan Amerikan'ı basıp, tahrip edenler acaba anarşistler miydi, yoksa ajanlar mıydı?
Ne dersiniz, meşruiyet sınırları içinde sosyalistçilik oynamaya kalkan küçük-burjuva entelektüel bozuntuları?"[7*] İşte yıllar sonra aynı "meşruiyet sınırları içinde sosyalistçilik oynamaya kalkan küçük-burjuva entelektüel bozuntuları", İstanbul'da şeriatçı kesimlerin gerçekleştirdiği intihar eylemlerinden yola çıkarak, bir kez daha silahlı devrimci mücadeleyi "terörizm" olarak gösterme gayreti içine girmişlerdir. Murat Belge'nin de, Evrensel gazetesi yazarının da amacı, "terör" değil, silahlı devrimci mücadeledir. Tüm yazdıkları silahlı devrimci mücadeleyi "terörizm"le özdeşleştirmek amacını gütmektedir.
Nazlı Ilıcak'ın Tercüman gazetesinde köşe sahibi olan eski "maoist solcu" Gülay Göktürk, "terörde çifte standart" sözleriyle başlayan yazısında, Murat Belge ya da Evrensel gazetesi yazarı gibi lafı dolaştırmadan söylemektedir: "1970'lerde Elrom'un şakağından tek kurşunla vurulmuş resimleri gazetelerde çıktığında, 'bir Mossad ajanının' öldürülmesinin de bireysel terör sayılıp mahkum edilmesi gerektiği, soldan, teröre en fazla karşı duran sol akımlar da dahil hiç kimsenin aklına gelmiyor.
Üzerinden 30 küsür yıl geçtikten sonra bugün bile, Kızıldere üzerine ağıtlar yazan sol aydınlardan hiçbirinin aklına, Mahir'lerin üç masum İngiliz'i rehin aldıkları ve orada, Kızıldere'de ölümlerine sebep oldukları; bunun terörist bir eylem olduğu hatırlanmıyor."[8*] Artık "terör" korkusu yaşayan "terör uzmanları", "korkusuzca" yaşayarak "mutlu" olabilir! Ne de olsa, İstanbul'da şeriatçıların gerçekleştirdiği intihar eylemleri ile ortaya çıkan "kanlı görüntüler"le silahlı devrimci mücadele birbiriyle ilişkilendirilmiştir. S. Demirel'in sözüyle, artık "hiç kimsenin karnından konuşması" gerekmemektedir. "Oligarşi ile halkın düzene karşı memnuniyetsizlik ve genellikle bilinçsiz tepkileri arasında kurulmuş olan suni dengeyi bozmanın, kitleleri devrim saflarına çekmenin temel mücadele metodu silahlı propagandadır.
Emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik mücadelelerinin, oligarşik diktatörlük -isterse temsili görünüm içinde olsun- tarafından terörle bastırıldığı merkezi otoritenin ordusu, polisi, vs. ile "dev"gibi güçlü olarak halk kitlelerine gözüktüğü, gizli işgalin var olduğu bu ülkelerde, kitlelerle temas kurmanın, onları geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası ile devrim saflarına kazanmanın temel mücadele metodu silahlı propagandadır.
Silahlı propaganda, askeri değil politik mücadeledir. Ferdi değil, kitlevi mücadele biçimidir. Yani silahlı propaganda, pasifistlerin iddia ettiği gibi kesin olarak terörizm değildir. Bireysel terörizmden amaç ve biçim olarak farklıdır."[9*] Evet! Mahir Çayan yoldaş "Kesintisiz Devrim II-III"de silahlı propagandayı bu şekilde tanımlamaktadır ve yıllar önce ülkemiz solundaki pasifistlerin (ki Gülay Göktürk'ün içinde yer aldığı o dönemin "kampus maoistleri" bunların başında gelmektedir) silahlı devrimci mücadelenin "terörizm" olduğu iddialarına bu şekilde yanıt vermiştir.
Bunların yanına Can Dündar'ın Taner Akçam röportajıyla ("Sol Geçmişiyle Hesaplaşıyor", Milliyet, Ocak 2002) "soldaki şiddet kültürünü" yok etme çabalarını da eklersek, İstanbul'da meydana gelen şeriatçı intihar eylemleriyle yeniden başlayan "terör uzmanlığı"nın amacı daha açık hale gelecektir.
Yukarda da ortaya koymaya çalıştığımız gibi, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, "terörizm"in herkes tarafından kabul edilen ortak ve genel bir tanımı yapılamamaktadır. Ama herkes bilmek durumundadır ki, "terör", dünya siyasal tarihine 1789 Fransız Burjuva Devrimi ile birlikte girmiştir.
5 Şubat 1794'te Robespierre şöyle söylemektedir: "Halk hükümetinin dayanağı, barışta erdemse, devrimde de hem erdem hem terördür. Erdemin olmadığı yerde terör kıyıcıdır, terörün olmadığı yerde de erdem güçsüzdür. Terör, tetikte duran, sert, yumuşama bilmez bir adaletten başka bir şey değildir. Demek ki terörün kaynağı erdemdir." Marks'ın sözleriyle ifade edersek, "Tüm Fransız terörizmi, burjuvazinin düşmanlarıyla, mutlakıyet ile, feodalizm ile ve darkafalılık ile avamca hesaplaşmaktan başka bir şey değildir."[10*] Bu aynı zamanda, "varlıksız yığınların egemenliğini"[11*] "terör" yoluyla sağlamaları demektir. Engels'in deyişiyle, "Paris'in varlıksız yığınları, Terör döneminde, egemenliği bir an ellerine geçirebilmiş ve böylece burjuva devrimini burjuvazinin kendine karşı zafere götürebilmiş"tir.[12*] Görüleceği gibi, 1789 Fransız Devrimi'nin "terör dönemi", zorun tarihteki rolünü en açık biçimde ortaya koyar. Marks'ın ünlü sözüyle "zor, bağrında yeni bir toplum taşıyan her eski toplumun ebesi"dir. "Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla -akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla- dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi?"[13*] Ama "terör uzmanları" için bunların hiçbir önemi yoktur. Bugün ayakta kalabilmesi için herşeyi yaptıkları burjuva toplumunun, "ne kadar kahramanlara özgü bir toplum olmasa da, onu dünyaya getirmek için, kahramanlık, özveri, terör, iç savaş ve dış savaşlar gene de zorunlu olmuş"[14*] olması da onların "uzmanlık" alanının dışında kalmaktadır. Onlar için "terör"ün "kan dökücülüğü"nden başka birşey yoktur. Onların bu tutumlarının temelinde "silahlanmış proletarya" korkusu yatmaktadır. Bu nedenle, her fırsatta, devrimi, devrimci mücadeleyi karalamak, küçültmek, kitlelerin gözünde "kan dökücülük" olarak görülmesini sağlamak için ellerinden geleni yaparlar. Ne de olsa onlar, "kızıl terör"e karşı "beyaz terör" ün çocuklarıdırlar. Onların en büyük korkusu, proletaryadır, proletarya iktidarıdır, proletarya diktatörlüğüdür.
Marksizm-Leninizm açısından yalın bir "terör" sorunu yoktur. Devrimci terör, devrimin düşmanlarına karşı en etkin silahtır. Marksizm-Leninizmin karşı olduğu devrimci terör değil, bireysel terördür.
Bireysel terör, ister salt intikam duygularıyla gerçekleştirilmiş olsun, ister aynı intikam duyguları ile bir "yöntem" haline getirilmiş olsun, her durumda Marksizm-Leninizm dışı bir olgudur.
Bireysel terörizm, egemen sınıfların her türlü baskı ve terörünün halk kitlelerinde yaratmış olduğu kin ve intikam duygularını "harekete geçirici", "kızıştırıcı" bir "yöntem"dir ve suikastler, bombalamalar vb. silahlı eylemler bu yöntemin bir aracıdır. Marksizm-Leninizmin politik mücadele biçimi olarak reddettiği, dışladığı da bu bireysel terörizmdir. Hiç kimse, bireysel terörizm ile devrimci terörü, "kıyıcılık", "kan dökücülük" gibi benzeştirmelerle bir ve aynı kefeye koyamaz.
Ancak bugün ülkemizdeki küçük-burjuvalar, 1977-1980 dönemindeki devrim ile karşı-devrim arasındaki savaştan "terörize" olmuşlardır. Faşist milislerin kitleyi yıldırmak, sindirmek amacıyla gerçekleştirdikleri "terör" eylemleri karşısında geri çekilmişlerdir. Pek çok işbirlikçi burjuva gibi, küçük-burjuva aydınlarının bir bölümü de, faşist terör karşısında yurtdışına kaçmışlardır. Onlar, bu korkuyla, "her türlü teröre karşı" olma sloganını yaratmışlardır. T. Özal'ın "12 Eylül öncesine döneriz" tehdidinin en büyük destekçisi yine onlar olmuştur. Onlara göre, karşı-devrimci ya da faşist teröre karşı çıkılırken, devrimci terörü savunmak "çifte standart"tır. Bu yüzden onlar, "nereden gelirse gelsin, kim yaparsa yapsın her türlü teröre karşı" olunmasını isterler. En genel ifadeyle, onlar her türlü şiddete (zor) karşıdırlar. Politik mücadeleden zorun dışlanması gerektiğini savunurlar. Tıpkı Eugen Dühring gibi, onlar için de, "zor, mutlak kötülüktür, ilk zor eylemi, ilk günahtır"; "bütün doğal ve toplumsal yasalar zor tarafından, bu iblisçe güç tarafından rezilce bozulmuştur"! "... zorun tarihte ekonomik evrim karşısında oynadığı rol açıktır. İlkin her siyasal zor, önce toplumsal nitelikte ekonomik bir göreve dayanır ve ilkel toplulukların dağılmasının toplum üyelerini özel üreticiler durumuna dönüştürdüğü, yani onları ortak toplumsal görevlerin yöneticilerine daha da yabancı kıldığı ölçüde artar. İkinci olarak, toplumdan bağımsız kılındıktan, hizmetkar durumundan efendi durumuna geldikten sonra siyasal zor, iki yönde etkili olabilir. Ya normal ekonomik evrim yönünde; bu durumda, ikisi arasında bir çatışma yoktur, ekonomik evrim hızlanır. Ya da zor, ekonomik evrime karşı çıkar ve bu durumda, birkaç istisna dışında, ekonomik evrim karşısında her zaman yenik düşer."[15*] Eğer zorun tarihteki rolü buysa, hiç kimse zoru, "mutlak kötülük", "kan dökücülük", "kıyıcılık" diyerek bir yana bırakamaz. Aksi halde tarihsel gerçeklikten kopar ve kendi öznel istemlerini tarihsel gerçeklermiş gibi sunmak durumunda kalırlar. Bu da öznelcilikten başka birşey değildir. Bundan ötesi tümüyle küçük-burjuva aydın yanılsamasından ibarettir.
1977-80 dönemindeki devrim ve karşı-devrim arasındaki savaşı ve 12 Eylül terörünü yaşamış küçük-burjuva aydınlar, askeri yönetime karşı "sivil toplumcu" olurlarken, aynı zamanda "her türlü teröre karşı" olmuşlardır. Onlar için, "kızıl terör" de, "beyaz terör" de "terör"dür, "terör"ün, "teröristin" "iyisi kötüsü, sağcısı solcusu olmaz"!
Bu mantıkla, 1990'larda dünyanın "globalleştiğine", dolayısıyla büyük emperyalist ülkelerin bir araya gelerek, dünyayı "global refah ve özgürlük" içinde yöneteceğine inanmışlardı. "Globalleşen dünya"da, devrimler ve karşı-devrimler olmayacağı gibi, toplumsal çatışmalar da olmayacaktı. Bütün yapılması gereken, "global" ve yerel ölçekte, "zor"u dışlayan bir "toplumsal sözleşme" (consensus) oluşturmaktan ibaretti. Sol, kendisiyle "hesaplaşmalı"ydı, "stalinizm"den kendisini "arındırmalı"ydı ve bunun sonucu olarak da proletarya diktatörlüğü terk edilmeliydi. "Hümanist", "demokrat" ve hatta "çevreci" bir "sol", "globalleşen dünya"da, yeni "milenyum"da hak ettiği yeri almalıydı!
Ama ne yazık ki tarih, onların istediği gibi değil, kendi evrimini izledi. Emperyalizm, her zamanki gibi, hegemonyacı, yayılmacı ve saldırgan niteliğini bir kez daha ortaya koydu.
İşte bu ortamda İstanbul'da şeriatçıların gerçekleştirdiği intihar eylemlerinin "terör"ü, bir kez daha emperyalizmin niteliğini gizlemek için, küçük-burjuva aydınlarının aymazlığını, çarpık tarih anlayışlarını ortaya koymak için bulunmaz bir fırsat olmuştur. Bir de buna "evrimci şeriatçı" AKP iktidarına "yaranmak" çabası eklendiğinde, tam bir "medya terörü" ortaya çıkmıştır. Ama onlar, "terör kurbanı" "musevi vatandaşlar"ın cenaze törenine birkaç yüz kişinin katılmasının nedenlerini "havanın yağmurlu olmasında" aramaktan; sendikaların girişimiyle yapılan "terörü telin mitingi"ne, "solun" katkısına rağmen, birkaç bin kişinin katılmasından ders çıkaramayacak kadar körleşmişlerdir.
Irak işgalinin Amerikan emperyalizmine ve onun işbirlikçilerine karşı halkta yaratmış olduğu tepkiyi, kızgınlığı görmeyenler, cenaze törenlerine, mitinglere katılımın sözü edilmeye değmeyecek kadar az olmasını anlayamayacaklardır. Yine onlar, yapılan tüm karşı propagandalara rağmen, 11 Eylül olaylarının dünya çapında yarattığı sempatiyi de anlayamamışlardır. Bir Amerikan kuruluşunun yaptığı kamuoyu araştırmasında Türkiye insanının %72'sinin Amerikan emperyalizmini "en büyük tehlike" olarak görmesini de anlamamışlardır.
Amerikan emperyalizminin, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığından sonra, dünya çapında yürüttüğü buyurganlıklar, dayatmalar, her istediğini yapma tutumu dünya halklarında büyük bir tepki ve nefret uyandırmıştır. Bu nedenle, Amerikan emperyalizmine ve onun işbirlikçilerine yönelik her türlü silahlı eylem, ister doğrudan Amerikan askerlerine yönelik olsun, ister "islamcı terör" şeklinde olsun, halk kitlelerinde sempati yaratmaktadır. "Terör" ve "terörizm" söylemleriyle görmezlikten gelinen bu olgudur.
Bu olgu, küçük-burjuva "global" aydınları tarafından görmezlikten gelinirken, ülkemiz solunda öne çıkartılan bir olgudur. Bu durum, giderek yapılan eylemleri abartan ve öven bir söylem yaratmıştır. İstanbul' daki şeriatçı terör eylemleri sonrasında bazı sol yayınlarda şunlar yazılabilmiştir: "Eylemlerin dördü de inançları için kendini feda eden militanlar tarafından 'intihar eylemi' biçiminde gerçekleştirildi. Dört eylemde de bombalarla donatılmış araçlarıyla hedeflerinin üzerine dalış yapan savaşçılar, eylemlerinin sonucunda hedeflerindeki binaları büyük oranda tahrip ederken, eylemler sonucunda 50'yi aşkın suçlu-suçsuz insan öldü...
Hedefi ve biçimi itibarıyla onaylamadığımız bu eylemde hayatını kaybeden halkımızdan insanların yakınlarına başsağlığı diliyoruz. Onlar da bilmelidirler ki, yakınlarının ölümünün sorumlusu, Amerika, İsrail ve AKP iktidarıdır. Yakınlarının ölümünden onları sorumlu tutmalıdırlar."[16*] (abç) Bir başka sol dergi ise, "sempati" ve "sorumlusu kim?"den öteye geçilerek şeriatçılara akıl bile verebilmektedir: "Müslüman halklara yönelik şiddetin kaynağı Yahudi dini değil, bu dinin Yahudi sermayesi eliyle bir saldırganlık ve işgal stratejisine dönüştürülmesi anlamına gelen Siyonizmdir. Dünya halklarına savaş ilan eden ABD emperyalizmidir. Mücadele de Yahudilik, Hristiyanlık gibi dinleri ve bu dinlere inanan insanları değil, İsrail siyonizmini ve ABD emperyalizmini hedeflemelidir."[17*] Bütün bunlar yirmi yılı aşkın süregiden ideolojisizliğin tipik sonuçlarıdır.
Öncelikle herkes anlamak zorundadır ki, "terör", zorun (şiddetin) yaratmış olduğu bir sonuçtur. Her durumda, her zor eylemi, eylemin hedefi ve hedefi dışında bir "terör" ortaya çıkarır. Bir zor eylemi sonucunda ortaya çıkan "terör", hedefte ve hedef dışındaki insanlarda korku, yılgınlık, umutsuzluk, panik vb. duygular uyandırır. Ancak bu "terör"ün bir yüzüdür ve genellikle "hümanist" küçük-burjuvazinin öne çıkarttığı yüzüdür.
"Terör"ün diğer yüzü ise, teröre maruz kalan kesimlerde kin ve intikam duyguları uyandırmasıdır. Bu yönüyle terör, karşı-terörü beraberinde getirir. Diğer bir ifadeyle, şiddet şiddeti doğurur.
Her iki durumda da terör, insanların duyguları ve düşünceleri üzerinde etkili olur. Bu niteliğiyle terör, psikolojik niteliktedir. Yani terör, duyguları ve düşünceleri etkiler ve onları baskı altına alır.
İşte terörün bu özellikleri temel alınarak yürütülen şiddet eylemlerinin belli bir yönelim ve çizgi halini alması durumunda "terörizm"den söz etmek olanaklıdır.
Terörizm ile terör birbirinden ayrılmak zorundadır. Terörizm, terörün yaratmış olduğu sonuçları çıkış noktası olarak alır ve bu sonuçlara ulaşmak amacıyla şiddet eylemlerinin yürütülmesi gerektiğini savunur. Bu yönüyle terörizm, caydırıcılık, misilleme, intikam alma, tehdit ve tepkinin dışa vurumu haline gelir. Bu nedenle terörizmin en tipik siyasal ve felsefik ifadesi anarşizmde kendisini dışa vurur. Marksizm-Leninizm anarşizmden ne denli uzaksa, terörizmden de o denli uzaktır. Mahir Çayan yoldaş, "silahlı propaganda kesin olarak terörizm değildir. Bireysel terörizmden amaç ve biçim olarak farklıdır" derken, bu uzaklığı açık biçimde ortaya koyar.
Bir kez daha belirtelim ki, THKP-C'nin askeri-politik stratejisinde temel mücadele biçimi olarak tanımlanan silahlı propaganda, gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak kullanılmasıdır.
Bu nedenden dolayı, THKP-C'nin bugüne kadar gerçekleştirdiği sayısız bombalama eylemlerinin yarattığı "terör"den söz edilmesi olanaksızdır. THKP-C'nin eylemleri, her durumda devrimci politik niteliktedir ve siyasi gerçekleri açıklamayı amaçlar. Bombalama eylemleri hiçbir zaman ve hiçbir biçimde, "terör" yaratmayı amaçlamaz. Gerçekleştirilen silahlı eylemlerin karşı-devrimci saflarda yarattığı dehşet, terör, korku ve yılgınlık, savaşın devrimci niteliğinden doğan bir sonuçtur. Bu yönüyle gerilla savaşı, askeri savaş olarak, aynı zamanda düşman saflarında psikolojik yıpranmaya yol açar.
Silahlı propagandanın terörizmden amaç olarak farklılığı, aynı zamanda biçim olarak da farklılığı beraberinde getirir. "Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi, kendi saldırı noktaları dışında kalan hedeflere yönelen ve halkın saflarına da zarar veren hiçbir maceraperestin ve gangsterin sorumluluğunu üzerine almaz. Çocuk kaçırmak, kadınlara ilişmek, emperyalistlerle doğrudan doğruya ilişkisi olmayan kimselere, esnafa, parababası bir avuç hain dışındaki orta derecedeki zenginlere, yani orta burjuvaziye saldırmak, zarar vermek devrimci eylem olamaz. Bunlar adi gangsterlik olaylarıdır. Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi, bu gibi olayları şiddetle kınar. Amerikalı emperyalistlere, finans kapitalizmin temsilcilerine, zalimlere ve halk düşmanlarına yönelen her harekete ise saygı duyar ve bunları sonuna kadar destekler."[18*] Tüm bu açıklamalara ve tarihsel gerçeklere rağmen, "çifte standart karşıtı" "saf demokrasi" yanlısı küçük-burjuva hümanistleri ortaya çıkarak, kendilerinin hangi amaçlarla ve hangi biçimde yapılırsa yapılsın, her türlü şiddete ve şiddet eylemine karşı olduklarını iddia etmeyi sürdürebilirler. Onların ideali ya da "ütopyası", şiddetin olmadığı, herkesin özgürce yaşadığı, korkunun ortadan kalktığı bir dünyadır. Böyle bir dünyanın kurulabilmesinin, herkesin, her kesimin, her sınıfın şiddetten ve şiddet eylemlerinden, istemsel ve gönüllü olarak vazgeçmesiyle olanaklı olacağını ileri sürerler. Can Dündar gibilerinin söylediği gibi, şiddet bir "kültür" sorunudur, dolayısıyla "şiddet kültürü" ortadan kaldırıldığında, şiddet de ortadan kalkacaktır! Ve dünyada sürekli "barış" olacaktır!
Bu hümanist ütopyalar, şiddetin istemsel bir şey olduğunu ya da "kültür" sorunu olduğunu savladığından, zorunlu olarak "istem" ile "kültür"ün kaynaklarına inmek zorundadırlar. Ve bilmek zorundadırlar ki, akli dengesi yerinde olduğu sürece, her kişinin istemi, onun içinde yaşadığı ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkiler ve bu ilişkilerin ulaşmış olduğu düzey tarafından belirlenir. Aynı şekilde "kültür", içinde yaşanılan ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkilerin bir yansısıdır. Bu ilişkilerden bağımsız ve kendi kendine "kültür" dünyada mevcut olmadığı gibi, tarihte de mevcut değildir.
Bu nedenle, toplumsal ve siyasal ilişkileri de son kertede belirleyen ekonomik ilişkiler alanından işe başlamak gerekir. İnsanların içinde yaşadıkları sosyo-ekonomik yapı tahlil edilmeksizin, zorun ortaya çıkışı ve gelişimi açıklanamayacağı gibi, tarihte oynadığı rol de anlaşılamaz. Ezenlerin ve ezilenlerin, sömürenlerin ve sömürülenlerin, zenginlerin ve fakirlerin, egemenlerin ve egemenlik altında olanların varolduğu bir dünyada eşitlikten, adaletten vb. söz edilemez. Eşitsizliğin, adaletsizliğin olduğu yerde zorun ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Bizzatihi devlet, egemen sınıfların baskı aygıtı, zor aygıtıdır. Devlet, zorun örgütlenmişliği ve sürekliliğidir. Anayasalar ve yasalar devlet zorunun meşrulaştırılmasının hukuki ifadeleridir; mahkemeler, devlet zorunun yasal ölçüler içinde uygulama araçlarıdır; hapishaneler bu zorun uygulandığı kişilerin içinde bulundukları mekanlardır; polis, jandarma ve ordu devlet zorunun doğrudan yürütücüleridirler.
Zorun (şiddetin) olmadığı bir dünyadan söz etmek, devletin, yasaların, mahkemelerin, hapishanelerin, polisin, askerin olmadığı bir dünyadan söz etmek demektir. Bunlar ortadan kalkmadıkça, şiddetin ortadan kaldırılabileceğine inanmak, dünyada, gökyüzünde bulunamayan tanrıyı Samanyolu galaksisinde aramaya çıkan "dindar" astronota benzer.
Küçük-burjuva hümanistleri, şiddetin ortadan kalkmasını istiyorlarsa, boş hayallerle avunmak ve çevrelerini kandırmak yerine, devletin, yasaların, mahkemelerin vb. ortadan kalktığı bir dünyanın nasıl kurulabileceğine kafa yormalıdırlar. Ve o zaman bir kez daha göreceklerdir ki, şiddeti ortadan kaldırmanın tek yolu, sınıfların ortadan kaldırılmasından geçer.
Günümüzde şiddetin köklerini kapitalizmde, kapitalist üretimde aramak yerine, kişilerin "kültüründe", "düşüncesinde" aramak, en hafif deyimle, abesle iştigaldir.
Ve bilinmelidir ki, hiçbir egemen sınıf, kendi egemenliğini kendi kendine bırakmaz, terk etmez. Proletarya dışında hiçbir sınıf, kendisini sınıf olarak ortadan kaldıramaz. Proletaryanın sınıfları ortadan kaldırabilmesinin yolu ise, siyasal iktidarı burjuvaziden almak ve devrimi sınıfsız toplumun gerçekleştirilmesine kadar sürekli kılmaktır. Bu da komünist toplumdan başka birşey değildir. Devrimci terör ise, bu tarihsel süreçte, insanlığı gerçek ve kalıcı kurtuluş yolundan döndürmeye çalışanlara karşı uygulanan devrimci şiddettir. "Terör" ve "terörizm" üzerine yapılan tüm tartışmalar, akılyürütmeler, son tahlilde, bu gerçeği gözlerden gizleme çabasından başka birşey değildir.
[1*] Murat Belge, "Terörden Nasiplenenler", Radikal, 23 Kasım 2003. [2*] Murat Belge, agy, Radikal, 23 Kasım 2003. [3*] Enver Şat, "Terörün Kaynağı", Evrensel, 24 Kasım 2003. [4*] Burada Evrensel gazetesinin "terör uzmanı"na haksızlık da yapmamak gerekir. Kendi özsel düşüncesi gibi sunduğu "terör" tanımını Orhan Hançerlioğlu'nun Felsefe Ansiklopedisi'nden almıştır. Orhan Hançerlioğlu "yıldırmacılık" başlığı altında şöyle yazmaktadır:
"Yıldırmacılık. (Os. Tedhişçilik, Fr. Terrorisme) Toplu ya da kişisel adam öldürmeler, yangın çıkartmalar, yapıları bombalamalar vs. gibi eylemlerde toplumda korku ve güvensizlik yaratma amacını güden siyasal savaşım yöntemi... Korku anlamına gelen La. teror deyiminden türetilmiştir. Yıldırganlık da denir. Yıldırmacılık, gerici siyasada temel dilegetirilişini faşizmde bulur." (Felsefe Ansiklopedisi, Cilt: 7, s. 321.)
Görüldüğü gibi Evrensel gazetesinin "terör uzmanı"nın "terör" tanımı neredeyse kelimesi kelimesine buradan alınmıştır. Ancak "küçük" eklemelerle: "insanların kalabalık olduğu mekanları bombalama" gibi. Orhan Hançerlioğlu "toplumda korku ve güvensizlik yaratma amacı"ndan sözederken, "terör uzmanı"mız "topluma korku salan eylem"den söz etmektedir. Bir "terör uzmanı"na bu kadarcık "katkıyı" da çok görmemek gerekir. Ne de olsa, THKO'nun silahlı mücadele çizgisini reddeden oportünist bir çizginin legalist koşullarında yaşamaktadır. [5*] Enver Şat, "Terörün Kaynağı", Evrensel, 24 Kasım 2003. [6*] Güneri Civaoğlu, "Beyaz Türklerden Bugüne", Sabah, 10 Kasım 1988. [7*] Mahir Çayan, Yeni Oportünizmin Niteliği Üzerine. [8*] Gülay Göktürk, "Amaçlar ve Araçlar (II)", Tercüman, 28 Kasım 2003. [9*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III. [10*] K. Marks, Burjuvazi ve Karşı-Devrim, Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s: 169-173, Sol Yayınları, Aralık 1976. [11*] Saint-Simon, Lettresd'unHabitantdeGenéveàsesContemporains, Paris 1868. [12*] F. Engels, Anti-Dühring, s. 371, Sol Yayınları, Ekim 1995. [13*] F. Engels, "Otorite Üzerine", Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: II, s: 452, Sol Yayınları, Temmuz 1977. [14*] K. Marks, "Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i", Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s. 479, Aralık 1979. [15*] F. Engels, Anti-Dühring, s. 271. [16*]Ekmek ve Adalet, "Bombalar kime ne diyor? Bombalar hakkında kim ne diyor?", Sayı: 87, 23 Kasım 2003.
Aynı derginin aynı sayısında yayınlanan diğer bir yazıda ("Kim Yaptı?") ise şunlar söylenmektedir:
"Çeşitli dönemlerde, islamcı, polis, ordu tarafından yapılan açıklamaları aşağıya aktarıyoruz. Bakın görün, şeriatçıları kim büyütmüş, eğitmiş. Bakın görün, suçsuz halkı katledenlerle aynı kafa yapısını taşıyanlar kimlerdir...
İstanbul'da gördüklerimizi, şimdi burada okuduklarınızla birlikte düşünün! Suçsuz insanlarımızın cesetlerinin üzerinde; Tayyip'lerin, Aksu'ların ve 'terör terör' deyip duran oligarşinin katil suratlarını görüyor musunuz?!.." [17*]Atılım, "Siyonizmin Eseri", Sayı: 61, 22 Kasım 2003. [18*] THKC I No'lu Bülteni, 1971.