KURTULUŞ CEPHESİ - Mart-Nisan 1999
Emperyalizme Karşı Mücadele
Taktik Bir Sorun Değil,
Stratejik Hedeftir
"Ülkemizdeki tekelci kapitalizm kendi iç dinamiği ile
gelişmediğinden ve de yerli tekelci burjuvazi, baştan emperyalizmle
bütünleşmiş olarak doğduğundan, stratejik hedefimiz,
anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrimdir."
Mahir Çayan
Lenin, 1916 yılında kaleme aldığı "Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması" adlı kitabında, kapitalizmin 20. yüzyılın başından itibaren yeni bir evreye girdiğini, bu evrede serbest rekabetin yerini tekellerin aldığını ve dünyanın bu uluslararası tekeller tarafından paylaşıldığını belirterek, bu evreye "emperyalizm" adını vermiştir. Bir başka deyişle, serbest rekabetçi kapitalizm, tekelci kapitalizme dönüşmüştür.
Marksizm-Leninizmin, kapitalizmin bu yeni evresi üzerine yaptığı saptamalar, salt yeni dönemin kavranılması açısından değil, aynı zamanda bu yeni evrede, yani emperyalizm evresinde proletaryanın iktidar mücadelesinin nasıl yürütülmesi gerektiği açısından da büyük bir öneme sahip olmuştur. Bu büyük önem yüzündendir ki, Stalin, Leninizmi, "emperyalist dönemin Marksizmi" olarak tanımlamıştır.
Serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme, yani emperyalizme dönüşmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni olgular ve yeni çelişkiler, proletaryanın iktidar mücadelesinin yönünün, yöntemlerinin, ittifaklarının ve programının yeniden belirlenmesini zorunlu hale getirmiştir. Bu belirlemelerin temelinde, emperyalist aşamada, kapitalizmin tüm çelişkilerinin geliştiği, kapitalist üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişkinin antagonizma (uzlaşmaz çelişki) kazandığı, dolayısıyla sosyalist devrimin nesnel koşullarının olgunlaştığı gerçeği yatmaktadır.
Tarihin materyalist kavranışının açık biçimde tanıtladığı gibi, bir toplumsal devrimin gerçekleşebilmesi için, herşeyden önce, mevcut toplumsal sistemin nesnel koşullarının böylesi bir devrim için yeterli ve gerekli gelişkinliğe ulaşması şarttır. Toplumsal devrimin nesnel koşulu olgunlaşmadan bir devrim yapmak olanaksızdır. İşte bu tarihsel gerçeklik temelinde kapitalizmi ayrıntılı olarak tahlil eden Marks-Engels, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişiminin belirli bir evresinde üretici güçlerle çatışma içine gireceklerini ve buna paralel olarak sosyalist devrimin nesnel koşullarının olgunlaşacağını saptamışlardır. Lenin, 20. yüzyılın başlarında, Marks ve Engels'in saptamalarının ışığında kapitalizmi tahlil ederek, sosyalist devrimin nesnel koşullarının olgunlaştığını belirlemiş ve proletaryanın taktik ve stratejilerini buna göre saptamıştır.
"Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğini kurduğu; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tekeller arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir." [1*]
Lenin, bu belirlemelerine bağlı olarak, kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişim yasasının emperyalist aşamada belirginleştiğini saptayarak, bu eşitsiz ve sıçramalı gelişim sonucunda, o gün için daha geri olan, dünya pazarlarında daha az yere sahip olan bazı emperyalist ülkelerin hızla gelişerek güçlendiklerini ve dünyanın yeniden paylaşımını talep ettiklerini belirtmiştir. Bunun sonucu ise, dünyanın yeni ve eski büyük kapitalist ülkeler (emperyalist ülkeler) arasında yeniden paylaşımı için savaşın kaçınılmazlığı olmuştur.
Dünyanın en büyük kapitalist ülkeler arasında toprak olarak paylaşılması, doğrudan bu ülkelere bağımlı ülkeler sorununu, geçmiş dönemle kıyaslanmayacak ölçüde öne çıkarmıştır. Marksist-Leninist literatürde sömürgeler sorunu olarak ortaya çıkan bu sorun, emperyalist ülkelerin sömürgelerini korumak ve genişletmek yönündeki faaliyetleri ile sömürgelerin emperyalizmden ayrılma ve emperyalist sömürüden kurtulma mücadelesini gündemin birinci sırasına çıkarmıştır.
Emperyalist sömürü altındaki ülkelerin emperyalizmden ayrılma (bağımsızlık) ve emperyalist sömürüden kurtulma (kurtuluş) mücadelesinin, emperyalist ülkeler arasındaki eşitsiz gelişimin ortaya çıkarmış olduğu dünyanın yeniden paylaşılması yönündeki gelişmelerle birlikte ortaya çıkması, kaçınılmaz olarak ulusal bağımsızlık ve kurtuluş mücadelelerinin hedeflerinin doğru saptanmasını zorunlu kılmıştır. Bu ise, doğrudan ulusal bağımsızlık ve kurtuluş mücadelelerinin sınıfsal öncülüğü sorununu gündeme getirmektedir.
Emperyalist aşamada, emperyalizmden ayrılma ve emperyalist sömürüden kurtulma mücadelesi, proletaryanın öncülüğünde gerçekleşmediği sürece, kaçınılmaz olarak yeniden emperyalist sömürü mekanizmasının içine girilmesine yol açacağı, emperyalizmin doğru bir tahlili ile açık biçimde ortaya konulmuştur. Günümüze kadar geçen süre, bu belirlemenin doğruluğunu defalarca tanıtlamıştır.
Emperyalist ülkeler arasındaki eşitsiz gelişim bu noktada özel bir yere sahip olmaktadır.
Bilineceği gibi, 20. yüzyılın başında o günün en büyük kapitalist ülkeleri, kendi güçleri oranında dünyanın paylaşımından pay almışlardır. O dönemin en büyük emperyalist ülkesi durumunda olan İngiltere, bu paylaşımın en büyük ortağı olarak, aynı zamanda paylaşımın yapılmasını belirlemiştir. Bütün dünyanın bu paylaşımı sonrasında Almanya ve Japonya'nın eşitsiz ve sıçramalı bir gelişimle İngiltere'nin seviyesine gelmesi, yeniden paylaşımı kaçınılmaz kılmıştır. Lenin'in "Emperyalizm" kitabında ayrıntılı olarak ortaya koyduğu gibi, Alman ve Japon emperyalizmi, kendi sanayisi için yeni ve ucuz hammadde kaynakları sağlamak ve metaları için yeni pazarlar bulmak durumundadırlar. Bunu gerçekleştiremedikleri sürece, Alman ve Japon ekonomilerinin karşı karşıya kalacağı sorun aşırı üretim buhranı ve ekonomik çöküntüdür. Bu ülkeler, İngiliz emperyalizmi ile dünya pazarlarında "rekabet" edebilmek için herşeyden önce metaların maliyetlerini düşürmek zorundadırlar. Düşük maliyetle üretilmiş metalar düşük fiyatlarla dünya pazarlarına sürülerek İngiliz metaları ile rekabet edebilecektir. Maliyetlerin düşürülebilinmesi için ise, öncelikle ucuz hammadde gerekmektedir. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ucuz hammadde kaynakları ise, dünyanın toprak olarak paylaşılması sonucu önemli ölçüde İngiliz emperyalizminin elinde bulunmaktadır. Doğal olarak eşitsiz ve sıçramalı gelişim gösteren emperyalist ülkeler, kendi sanayilerini ayakta tutabilmek için, hem meta pazarını genişletmek, hem de hammadde kaynaklarına sahip olmak zorundadırlar.
"Serbest rekabet" yoluyla, eşitsiz ve sıçramalı gelişim gösteren emperyalist ülkelerin diğer emperyalist ülkelerin elinde tuttuğu pazarlara girebilmesi belirli oranda gerçekleşebilse de, aynı pazardan kâr elde eden sömürgenin sahibi emperyalist ülkenin tekellerinin zararına bir gelişim gösterdiği oranda, fiilen engellenilmektedir. Öte yandan, en ileri emperyalist ülke, elinde tuttuğu geniş sömürge ve yarı-sömürge hammadde kaynakları yoluyla, her zaman meta fiyatlarını belirleyebilecek konumda olduğu için, kendi zararına gelişimlere uzun süre izin vermesi de olanaksızdır. Dolayısıyla, sömürge ve yarı-sömürgelerin yeniden paylaşılması talebi, ekonomik plandan siyasal plana ve oradan da askeri plana yansıyan bir süreç ortaya çıkarmaktadır. Emperyalistler arasındaki çelişkinin askeri plana yansımasının sonucu ise, "dünya savaşı" adı verilen yeniden paylaşım savaşı olmuştur.
I. ve II. yeniden paylaşım savaşları, emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerin askeri plana yansımasının sonucu olarak ortaya çıkmış ve askeri güçlerle dünyanın toprak olarak yeniden paylaşımını sağlamak için yapılmıştır.
Ancak emperyalist ülkeler arasındaki dünyanın toprak olarak paylaşımı, doğrudan emperyalist ülke ordularının karşı karşıya gelmesi yanında bir dizi ikincil ilişki ve çatışmalarla birlikte sürdürülmüştür.
Geri bir emperyalist ülkenin eşitsiz ve sıçramalı bir gelişimle ileri emperyalist ülkeye yetişmesi ve bu ülkenin elinde tuttuğu pazarlardan pay talep etmesi, aynı zamanda bu pazarlarda kendine bağımlı ilişkiler yaratma faaliyetini gündeme getirmektedir. Bir başka deyişle, gelişen emperyalist ülke/ülkeler, ileri emperyalist ülke/ülkelerin elinde tuttuğu sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde kendileriyle işbirliği yapacak güçler oluşturmaya girişirler ve bu bağlamda gerek ticari temsilcilikler oluşturarak, gerekse doğrudan para ilişkileri ile "adam satın alarak" bunu gerçekleştirirler. Ama sömürge ve yarı-sömürge ülkeye egemen olan emperyalist ülke, bu egemenliğini sadece ülke içindeki işbirlikçiler aracılığıyla değil, aynı zamanda kendisinin askeri güçleri ile sağladığından (açık işgal), gelişen emperyalist ülkelerin bu yöndeki faaliyetleri sömürge ve yarı-sömürgelerdeki fiili güç ilişkileri ile dumura uğratılmak durumundadır. Dolayısıyla, gelişen emperyalist ülkelerin bu yöndeki girişimleri de, gelişiminin belirli bir evresinden sonra askeri güç ilişkilerini kaçınılmaz kılar. Yine de emperyalist ülkeler arasındaki yeniden paylaşım savaşı ortamında ikincil plana düşmekle birlikte, sömürge ve yarı-sömürge ülkeler içindeki işbirlikçi oluşturma ve bunları güçlendirme faaliyetleri hiçbir dönem ortadan kalkmaz.
İşte, bu faaliyetler çerçevesinde, emperyalizme bağımlı ülkelerdeki ulusal ve halk kurtuluş mücadeleleri, emperyalistler arasındaki çelişkilerin yarattığı bir ilişkiler ağı içinde bulunurlar. Ülkeye egemen olan emperyalist ülke, ulusal ve halk kurtuluş mücadelelerini kesinkes bertaraf etmek, yenilgiye uğratmak için her türlü aracı kullanırken, aynı zamanda kendi pazarını korumak amacındadır. Bu durumda, aynı pazardan pay talep eden diğer emperyalist ülkeler, egemen emperyalist ülkenin burada zayıflamasının kendi çıkarlarına olduğunu bildiklerinden, bulabildikleri ve kullanabildikleri her yolla ulusal ve halk kurtuluş mücadeleleri ile bağlantılar kurmaya çalışırlar ve bu mücadelenin egemen emperyalist ülkeyi zayıflatması için her olanağı seferber ederler. Bu amaçla, diplomatik ilişkilerden maddi yardımlara kadar pekçok olanak, bu amaçlarla devreye sokulur. Yapılmak istenen, egemen emperyalist ülkenin, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde kendi egemenliğini ve sömürüsünü sürdürebilmek amacıyla oluşturduğu işbirlikçiler gibi, kendilerine bağımlı yeni işbirlikçiler yaratmaktır. Bu amaçla, kimi durumlarda, doğrudan emperyalist ülke tarafından finanse edilen, örgütlenen "ulusal" örgütler bile kurulabilmektedir.
Bu durum, ulusal ve halk kurtuluş hareketlerinin, emperyalistler arasındaki çelişkiden "yararlanma" sorununu, şu ya da bu emperyalist ülkenin işbirlikçisi olma sorunu haline de dönüştürebilmektedir. İlkesiz, programsız her kavrayış ve girişim, kaçınılmaz olarak kendi öznel düşünceleri ne olursa olsun, emperyalist ülkelerle kurulan ilişkiyi "hangi emperyalist ülkenin işbirlikçisi" olunacağı sorunu haline getirmektedir.
Emperyalizmin I. ve II. bunalım döneminde sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde değişik emperyalist ülkelerin girişimleri açık ya da üstü örtük olarak sürdürülürken, her zaman amaç bu ülkelere egemen olmak olmuştur. I. bunalım döneminde en açık biçimde görüldüğü gibi, emperyalist ülkeler bu girişimlerinde kimi zaman tek tek, kimi zaman birleşik olarak yer almışlardır. Osmanlı İmparatorluğu' nun parçalanması temelinde gelişen süreçte de görüldüğü gibi, İngiliz, Fransız, İtalyan emperyalist güçleri Arap ülkelerinde "ulusal" hareketler ortaya çıkarmak için mali ve askeri olanakları seferber etmişlerdir. Aynı süreçte Alman emperyalizmi, Osmanlı İmparatorluğu ile ittifak kurarak, diğer emperyalist ülkelerin bu yöndeki faaliyetlerine karşı Osmanlı devletinin güçlerini kullanmıştır. Balkan ve Trablusgarp savaşları sonucunda İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalistlerinin girişimleri önemli başarılar sağlamış ve I. yeniden paylaşım savaşında Almanya'nın yenilmesiyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu tümüyle parçalanarak bu güçlerin egemenliği altına geçmiştir.
Tarihsel olarak "balkanlaştırma" adı verilen ve asıl olarak Balkanlarda uygulanan politika, "böl ve yönet" olarak tanımlanan emperyalistlerin dünyayı kendi aralarında toprak olarak paylaşımlarının bir ifadesi olmuştur.
Bu süreç, 1917 Ekim Devrimi ile birlikte, yeni bir döneme girmiştir. Bu yeni dönemin başlığı ise, proletaryanın öncülüğünde ulusal ve halk kurtuluş savaşları dönemidir. Artık, emperyalist hegemonya altındaki ülkelerde, emperyalist ülkelerin kendi çıkarlarına göre politik ilişkileri kendi başlarına yönlendirmeleri dönemi sona ermiştir.
1917 Ekim Devrimi sonrasında Sovyetler Birliği'nin kurulmasıyla birlikte, sömürge ve yarı-sömürge ülkeler tarihinde başlayan yeni dönem, ulusal ve halk kurtuluş mücadelesinin Marksizm-Leninizmin yolgöstericiliği altında sürdürülmesi olmuştur. Artık şu ya da bu emperyalist ülkenin kendi çıkarlarına uygun olarak sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki feodal egemenlerle kurduğu ilişkiler ve bu ilişkilere paralel olarak oluşturduğu işbirlikçiler ağı, tümüne karşı bir ulusal ve halk kurtuluş mücadelesi ile yüzyüzedir. Ulusal kurtuluş mücadelesi, anti-emperyalist ve anti-feodal nitelikleriyle, emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkilere göre yönlendirdikleri politik ilişkiler alanını değiştirmiştir. Sovyetler Birliği'nin maddi ve politik desteğinin ortaya çıkması, ulusal hareketlerin emperyalist ülkeler tarafından satın alınmasını önemli ölçüde zorlaştırmış ve Marksist-Leninistlerin bu ülkelerde örgütlü bir güç haline gelmeleriyle birlikte de kendilerinin varoluş koşulları bütünüyle tehlikeye girmiştir. Artık, şu ya da bu emperyalist ülkenin, sömürge ya da yarı-sömürge ülke üzerindeki egemenliğinin ortadan kaldırılması değil, bütün olarak emperyalist hegemonyanın sona erdirilmesi gündeme gelmiştir.
Stalin, bu gelişmeleri tahlil ederek, o güne kadar temel slogan olarak ortaya atılan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sloganının emperyalistler tarafından da kullanılabilir hale geldiğini saptayarak şöyle demektedir:
"Kaderini serbestçe tayin etme sloganının kendileri bakımından elverişli bu özelliğini gören emperyalistlerin, bu sloganı kendi öz sloganları ilan etmiş bulunmalarında şaşılacak bir şey yok. Halkları köleleştirme ereğini izleyen emperyalist savaşın, kaderini serbestçe tayin etme bayrağı altında sürdürüldüğü bilinir. Kaderini serbestçe tayin etme belirsiz sloganı, ulusların kurtuluş aleti, ulusların eşitliği durumundan, ulusların evcilleştirilmesi aleti durumuna, ulusların emperyalizme bağımlılığını sürdürme aleti durumuna işte böyle dönüştürüldü." [2*]
Stalin, bu değerlendirmesinden sonra yapılması gerekeni de şöyle ortaya koymaktadır:
"Tüm dünyadaki olayların, şu son yıllar içindeki akışı, Avrupa devriminin mantığı, son olarak sömürgelerdeki kurtuluş hareketinin büyümesi, gerici bir nitelik kazanmış bulunan bu sloganın reddedilmesini ve, bir başkası ile, tüm haklarından yararlanamayan ulusların emekçi yığınları arasında, egemen uluslar proleterlerine karşı duyulan güvensizlik havasını dağıtmaya, ulusların eşitliğine ve bu uluslar emekçilerinin birliğine götüren yolu açmaya elverişli devrimci bir slogan ile değiştirilmesi gerekiyorlardı. Bu slogan, komünistler tarafından, tüm haklarından yararlanamayan uluslar ve sömürgeler için, devlet olarak örgütlenme bakımından ayrılma hakkına ilişkin olarak formüllendirilmiş bulunan slogandır. —'uluslar ve sömürgelerin ayrılma, bağımsız devletler kurma hakkı'" [3*]
Stalin, tüm değerlendirmelerini şu dört başlık altında toparlamıştır:
1) Ulusal sorun ile sömürge sorunu, sermaye iktidarından kurtuluş sorununundan ayrılmaz sorunlardır.
2) Emperyalizm (kapitalizmin en yüksek biçimi), tüm haklarından yararlanamayan ulusların ve sömürgelerin siyasal ve iktisadi uyruklaştırılması olmaksızın varolamaz.
3) Tüm haklarından yararlanamayan uluslar ile sömürgeler, sermaye iktidarı yıkılmadıkça kurtulamazlar.
4) Tüm haklarından yararlanamayan uluslar ile sömürgeler, emperyalizm boyunduruğundan kurtulmadıkça, proletaryanın zaferi sağlam olamaz.
Stalin'in yapmış olduğu değerlendirmeler, aynı dönemde gelişen emperyalist ülke olan Amerikan emperyalizminin Wilson'un başkanlığı döneminde, "ulusların kaderlerini tayin hakkı"nı kabul ettiklerine ilişkin olarak 8 Ocak 1918'de ilan edilen ünlü "Wilson doktrini"yle bağlantılıdır.
Wilson'un "14 prensibi" olarak bilinen, yani emperyalist burjuvazinin ulusal sorunlara karşı tutumunu belirleyen "ilkeler", artan oranda proletaryanın tavrını silikleştirmektedir. Gelecekteki yeni-sömürgeciliğin ideolojik temelini oluşturan ve gerçekleştirildiği andan itibaren yeni-sömürgeciliği somutlaşan Wilson Doktrini, Marksistlerin ulusal sorun karşısındaki tutumlarına karşı "alternatif" olarak geliştirilmiştir. Bu doktrinin özü, herhangi bir temel aramaksızın, belirli topraklar üzerinde yaşayan tüm toplulukların "bağımsız devlet" olarak örgütlenmesine dayanır. Ancak bu "bağımsız" devletler, Komintern'in II. Dünya Kongresinde dikkat çektiği gibi, görünüşte bağımsız, ama emperyalizme ekonomik, mali, askeri açılardan bağımlı devletler durumundadır. II. bunalım döneminde henüz ABD emperyalizmi hegemonik güç değilken ortaya çıkan bu yeni "bağımlılık" biçimi, yaşanılan ve yaşanılacak dönemde anti-emperyalist mücadelenin içeriğini belirlemiş ve bu mücadele geçmiş dönemlerin ulusal kurtuluş hareketlerinin yerine geçmiştir.
8 Ocak 1918 yılında ABD başkanı Wilson' un açıkladığı "yeni uluslararası ilişkilerin ilkeleri", ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının eski burjuva demokratik yorumun emperyalist aşamada ilk açık ifadesi olmuştur. [4*] Genel olarak SSCB'de somutlaşan ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının devrimci savunusuna karşı emperyalist burjuvazinin ortaya koyduğu bir "alternatif" durumundadır.
Wilson tarafından ortaya konan, eski burjuva anlamıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, özsel olarak emperyalist sistem içinde ulusal sorunların çözümünü içermektedir. Böylece emperyalist sistemden, salt ve yalın ulusal nedenlerle meydana gelebilecek kopuşların önüne geçilmek istenmektedir. "Wilson İlkeleri"nin beşinci maddesi bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır:"Tüm sömürge sorunları özgürce, tam dürüstlük ölçüsü içinde ve mutlak şekilde tarafsız çözüme bağlanacaktır. Söz konusu çözüm için, şu ilkenin kesinlikle gözetilmesi gerekmektedir: Egemenliğe ilişkin tüm sorunların çözümünde yerli halkların çıkarları, hükümetlerin isterleriyle -bu isterler dayanaklı olsa bile- eşit önemde gözönüne alınacak ve hükümetlerin isterleri ayrıntılarıyla saptanacaktır."
Görüldüğü gibi, Wilson tarafından ortaya konulan "ilkeler" ulusların kaderlerini tayin hakkının, devrimci niteliğinin ortadan kaldırılmasına, sulandırılmasına dayanmaktadır. Ve kurulması istenen "uluslar birliği", bunun yürütülmesini ve çözümlerin kalıcı kılınmasını sağlayacaktır. Stalin'in "ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkı belirsiz sloganının, uluslar ve sömürgelerin ayrılma, bağımsız devletler kurma hakkı belgin sloganı ile değiştirilmesi" önerisi bu çerçevede formüle edilmiştir. Bunun somut ifadesi ise, ulusal kurtuluş hareketlerinin anti-emperyalist ve anti-feodal niteliklere sahip olmaları gereği olmuştur.
II. yeniden paylaşım savaşı sonrasında dünyanın 1/3'nün emperyalist sömürünün dışına çıkmasıyla birlikte, emperyalist hegemonya altındaki ülkelerdeki ulusal ve halk kurtuluş mücadeleleri daha büyük bir ivme kazanmıştır. Marksist-Leninistlerin öncülüğünde oluşturulan ulusal ve halk kurtuluş örgütlerinin dünyanın her yerinde emperyalizme karşı kesin bir savaşa girişmeleri, diğer yandan emperyalist ülkeler arasında entegrasyonu hızlandırmıştır. Bunun sonucu ise, Amerikan emperyalizminin jandarmalığı altında bütün emperyalist ülkelerin ulusal ve halk kurtuluş savaşlarına karşı birleşik hareket etmeleri olmuştur. Böyle bir gelişim sürecinde, ulusal ve halk kurtuluş mücadelelerinin emperyalist ülkelerle olan ilişkileri, bu ülkelerdeki ilerici ve demokrat kamoyunun desteği haline dönüşmüştür. Emperyalist devletler bir bütün olarak ulusal ve halk kurtuluş savaşlarının karşısında oldukları bir evrede, emperyalist metropollerdeki ilerici ve demokrat kamuoyu "güvenilir" bir "yedek güç" olarak bu savaşın yanında yer almıştır.
Böyle bir dönemde, Marksist-Leninist örgütün yönetimi altındaki ulusal ve halk kurtuluş hareketleri Marksist-Leninist ilkelere bağlı olarak yürütüldüğünden, savaş sürecinde önemli sapmalarla yüzyüze gelinmemiştir. Bu dönemde karşı karşıya kalınan en temel sorun, emperyalizmin ülke içindeki denetimini daha da artırması ve işbirlikçilerini güçlendirmesi olmuştur. Vietnam ulusal kurtuluş savaşında açık biçimde görüldüğü gibi, bu işbirlikçi güçler, emperyalizmin doğrudan askeri güçlerinin desteğinde örgütlenmişler ve savaşa sokulmuşlardır. Amerikan emperyalizminin savaşı "Vietnamlılaştırma", "sınırlandırılmış savaş" politikası bunun ifadesi olmuştur.
Aynı dönemde, eski dönemden kalma Afrika'daki Portekiz ve İspanyol sömürgelerindeki kurtuluş mücadeleleri ise, Amerikan emperyalizminin doğrudan örgütlediği ve "danışmanlar" aracılığıyla yönettiği sahte "kurtuluş örgütleri"nin kurulmasıyla yüz yüze gelmişlerdir.
Ancak ulusal ve halk kurtuluş savaşlarının öncülüğünün proletaryanın öncülüğünde, Marksist-Leninistler tarafından yürütülmesi, her durumda emperyalizmin girişimlerini etkisizleştirmiştir.
Yine bu dönemde ortaya çıkan diğer önemli bir gelişme de, emperyalist hegemonya altındaki ülkelerde küçük-burjuva devrimci-milliyetçilerinin anti-emperyalist mücadeleye girişmeleridir. Özellikle Arap ülkelerinde küçük-burjuva devrimci-milliyetçilerin, askeri darbeler yoluyla işbirlikçi iktidarları devirerek iktidara geçmeleri, yeni bir olgu ortaya çıkarmıştır. En açık biçimde "bloksuzlar hareketi" içinde uluslararası ilişkilerde etkin bir güç haline gelen bu küçük-burjuva devrimci-milliyetçi iktidarlar, Sovyetler Birliği'ndeki revizyonizmin etkin desteğiyle emperyalizme karşı önemli bir güç haline gelmişlerdir. Mısır, Suriye ve Irak'da kurulan Baas iktidarlarının Arap ülkelerinin hammadde kaynakları üzerinde (ağırlıklı olarak petrol kaynakları) egemen olmaları, tek tek emperyalist ülkeler için girişimde bulunma ortamı yaratmıştır. Ve bu girişimler "Orta-Doğu politikaları" çerçevesinde tüm emperyalist ülkelerin yeni faaliyet alanını ortaya çıkarmıştır. I. bunalım dönemindeki yarı-sömürge ülkelerde görülen ilişkilere benzer ilişkiler, Orta-doğu bölgesinde egemen ilişkiler haline gelmeye başlamıştır. Özellikle 1974 yılındaki OPEC'in almış olduğu "petrol boykotu" sonrasında, tek tek emperyalist ülkelerin bu bölgedeki faaliyetleri yoğunlaşmıştır. Gelişen emperyalist ülke konumundaki Almanya ve Japonya bu faaliyetlerde öne çıkan ülkeler olmuştur.
Gelişen emperyalist ülkeler konumundaki Alman ve Japon emperyalizmi, Amerikan emperyalizminin dünya çapındaki hegemonyasına karşı doğrudan tavır alabilecek konumda değillerdir. Özellikle 1991 yılına kadar sosyalist blokun varlığı ve asıl olarak halk kurtuluş savaşlarının emperyalizmin temellerini ortadan kaldıran niteliği ile gelişimi, kaçınılmaz olarak emperyalistler arası entegrasyonun sürmesini zorunlu kılmıştır. Bu koşullar altında, özellikle Alman emperyalizmi, insan hakları sloganı arkasında Amerikan emperyalizminin hegemonyası altındaki geri-bıraktırılmış ülkelerde kendisine uygun bir ortam yaratmaya çalışmıştır. Özellikle Amerikan emperyalizminin geri-bıraktırılmış ülkelerde gerçekleştirdiği askeri darbeler, Alman emperyalizminin bu yöndeki girişimleri için uygun bir zemin hazırlamıştır. Ama geri-bıraktırılmış ülkelerdeki halk kurtuluş savaşları doğrudan Marksist-Leninistlerin öncülüğünde geliştiğinden fazlaca etkili olamamıştır.
Ancak Alman emperyalizminin kendi çıkarlarına uygun olarak etki alanını genişletmesini sağlayan en önemli gelişme 1979 yılında İran'da mollaların iktidara geçmeleriyle ortaya çıkmıştır. Petrol kaynakları açısından bu gelişme, Amerikan emperyalizmi açısından önemli bir kayıp durumundayken, Alman emperyalizmi için yeni bir pazar ve hammadde kaynağı ele geçirme şansı olarak ortaya çıkmıştır. Alman emperyalizmi, bu tarihten itibaren İran aracılığıyla Orta-Doğu üzerinde etkide bulunabilir hale gelmiştir.
Emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki çelişkiden kaynaklanan bu türden gelişmeler ve ilişkiler, yine de emperyalistler arası entegrasyon çerçevesinde sürdürülmüştür. Emperyalist anlamda "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı", bu dönemde hemen hemen unutulmuş, bir yana terkedilmiş olarak bırakılmıştır. Bunun yerine, başını Alman emperyalizminin çektiği Batı-Avrupa Birliği "insan hakları" sloganı öne geçmiştir.
1991 yılında SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında ortaya çıkan yeni pazarlar sorunu, emperyalist ülkeler arasındaki pazar paylaşımını öne geçirmiş ve günümüze kadar birinci planda yer almıştır. Sosyalist blokun dağıtılmışlığıyla ortaya çıkan yeni pazarların paylaşımı, ilk planda ve asıl olarak emperyalistler arasında önemli bir çatışma ortaya çıkarmaksızın gerçekleştirilmiştir. Doğu-Avrupa ülkelerinin değişik emperyalist ülkeler arasındaki paylaşımının sessiz sedasız gerçekleştirilmesi mümkün olmuşsa da, Balkanlar ve özellikle Yugoslavya sorunu, değişik emperyalist ülkelerin kendi girişimleri ile paylaşım sorununun odak noktası olmuştur. Alman emperyalizminin Slovenya ve Hırvatistan üzerinde Yugoslavya'yı parçalaması, Fransız, İngiliz ve Amerikan emperyalizminin Bosna-Hersek üzerindeki faaliyetlerini ortaya çıkarmış ve son olarak da Kosova aynı yöntemlerle emperyalist paylaşım içinde Yugoslavya'dan ayrıştırılmaktadır.
Ülkemiz somutunu yakından ilgilendiren gelişme ise Orta-Doğu'daki emperyalist paylaşım sorunu olmaktadır.
Arap ülkelerindeki küçük-burjuva devrimci-milliyetçi iktidarların SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında "ortada" kalmaları, bu iktidarların bugüne kadar sürdürdükleri "anti-emperyalist" politikaların da sonunu getirmiştir. Artık bu küçük-burjuva devrimci-milliyetçi iktidarlar bir yol ayrımına gelmişlerdir: Emperyalist sistem içinde hangi emperyalist ülkenin hegemonyası altına girecekler? Bu yol ayrımı, kaçınılmaz olarak, bu iktidarların değişik emperyalist ülkelerle sürekli değişen ve değişkenlik gösteren yeni ilişkiler içine girmelerine neden olmaktadır. Bunun sonucu ise, özellikle Suriye ve Irak'daki Baas iktidarlarının bir süre değişken ve belirsiz ilişkiler içinde bulunmaları olmaktadır. Bu belirsizlik ve değişkenlik, bu iktidarların daha elverişli koşullarda kendilerini emperyalist ülkelerden birine ya da birkaçına "pazar"lamaları tarafından belirlenmektedir. Yeni-sömürgecilik koşullarında, geri-bıraktırılmış ülkelerin görünüşte "bağımsız" devlet statüsünde bulunmaları, iktidarların emperyalist ülkelerle kurdukları ilişkilerin "bağımlılık" ilişkisinden çok "ekonomik" ilişkiler görünümü kazanmasına neden olmaktadır. Bu da, emperyalist ülkelerle kurulan ilişkilerin, emperyalizme bağımlı bir ülke olmak anlamına geldiğinin halk kitleleri tarafından görünür olmasını engellemektedir.
Görüldüğü gibi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, bağımsız devlet kurma hakkı, emperyalist aşamada, kesinkes emperyalizmden ayrılma hakkı çerçevesinde ele alınmadığı sürece, emperyalizm bağımlılığın gizlenmesine yarayan bir araç durumuna gelmektedir. Bu aracın, emperyalizmin III. bunalım döneminde, yani yeni-sömürgecilik koşullarında en önemli yanı, kendi kaderini tayin hakkına sahip olmayan ulusların ve ulusal-toplulukların içinde yeni bir işbirlikçi kesimin ortaya çıkmış olmasıdır. Bu yeni işbirlikçi kesim, yeni-sömürgecilik yöntemlerinin getirmiş olduğu yeni bağımlılık ilişkileri çerçevesinde "devlet" sahibi olmak istemektedir. Bu istek, eski dönemlerdeki gibi, ezilen ulus ya da ulusal-topluluğun burjuvazisinin kendi pazarına sahip olması temelindeki "devlet" isteğinden farklıdır. Bu farklılık, yeni-sömürgecilik koşullarında üretimin çokuluslaşması tarafından belirlenmektedir.
1980 dünya ekonomik buhranıyla birlikte gelişen "ihracata yönelik sanayileşme" ve "serbest bölgeler" uygulamaları, kendi kaderini tayin hakkına sahip olmayan uluslar ya da ulusal-topluluklar içindeki yeni işbirlikçi kesimler açısından "bir devlete sahip olmak" sorununu öne geçirmiştir. Bu öne geçiş, küçük de olsa "bir devlete" sahip olunduğu koşullarda, uluslararası pazarlarda "iş yapma" nın daha elverişli olduğunun görülmesinin bir sonucudur. Tayvan, Singapur, Endonezya, Malezya, G. Kore örneklerinde görüldüğü gibi, "devlet" tümüyle emperyalist tekeller için üretim yapılan bir toprak parçasının yöneticisi durumuna gelebilmektedir. Böyle bir durumda, "devlet", her türlü gümrük tarifelerinin alabildiğine ortadan kaldırıldığı, her türlü emperyalist tekelin faaliyet yürütebildiği bir "ulusal serbest bölge"nin simgesi durumunda bulunmaktadır. Bu olgu, kaçınılmaz olarak, dünya çapında milliyetçilik dalgasının yükselmesine neden olmuştur.
Yeni-sömürgecilik uygulamalarının getirmiş olduğu bu yeni gelişme, ulusal kurtuluş hareketleri içinde yeni tür işbirlikçi kesimin ortaya çıkmasına ve bunların ulusal kurtuluş hareketi üzerinde etkide bulunmalarına yol açmıştır. Bunun somutluğu ise, değişik emperyalist tekellerle kurulan ilişkiler aracılığıyla ulusal harekete bazı "olanaklar" sağlamak ve olası bir "devlet" kurma hakkının elde edilebilindiği koşullarda ulusal-topluluğun önemli ekonomik olanaklar sahibi olacağı düşüncesinin yaygınlaşması olmaktadır.
Böylece 1980 sonrasında Amerikan emperyalizminin dünya çapında propagandasını yapmış olduğu "neo-liberalizm", ulusal hareketlerin gelişmesini ve varolanların yönünün değişmesini getirmiştir. Bu çerçevede, emperyalist ülkeler ya da tekellerle kurulan ilişkiler, ulusal hareketler için "uluslararası ilişkiler" ve "büyük politikalar" olarak kabul edilmeye başlanmıştır. O güne kadar, sürekli ezilmiş ve horlanmış bir ulusal-topluluğun, şu ya da bu emperyalist tekel tarafından "muhatap" alınması, ulusal hareketin her düzeyinde yankı bulmaktadır. Bu yankı, giderek kurulan ilişkilerin emperyalizme bağımlılık ilişkisi olduğu gerçeğinin üzerini örtmekte ve kitlelerin anti-emperyalist bilincini bozmaktadır.
Aynı süreçte, feodalizmin yukardan aşağıya tasfiye edilmesi ve feodallerin bir kesiminin emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemleri çerçevesinde işbirlikçi burjuva durumuna getirilmesi, ulusal hareketin anti-feodal hedeflerini silikleştirmiş ve giderek ortadan kalkmasına neden olmuştur. Böylece, bir ulusal kurtuluş hareketi, proletaryanın öncülüğünde gerçekleşmediği sürece, emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerine uygun bağımlı yeni ve küçük bir "serbest bölge"nin yaratılması amacına yönlendirilmiştir.
Bu bağlamda, proletaryanın öncülüğünün ortadan kalktığı ya da hiç bulunmadığı ulusal hareketler, emperyalist ülkeler ve tekellerle kurulan ilişkileri ön plana çıkarmışlar ve tüm "taktik"lerini bu ilişkilere göre belirlemeye başlamışlardır. "Ulusal kurtuluş" kavramının içeriği boşalmış ve salt "ezen ulus"a yönelik ve ondan "ayrılma" temelinde, eski tarz kendi kaderini tayin hakkına dönüştürülmüştür. Proleter enternasyonalizminin denenmiş silahı, ulusal hareketler tarafından tümüyle terk edilmiştir. 1991 sonrasında SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında bu terk ediş, anti-komünist bir temel üzerinde "neo-liberalizm" çerçevesinde biçimlenmiştir.
Emperyalist sömürü yöntemlerindeki değişmeler ve emperyalizmin dünya çapındaki hegemonyası bir yana bırakılarak yapılacak her türlü değerlendirme nasıl objektif olmayacaksa, ulusal hareketlerin bu gelişmeler ve değişmeler karşısında sergiledikleri politikalar değerlendirilmeden doğru biçimde tahlil edilmesi olanaksızdır. Günümüzde gerçek ulusal kurtuluş, emperyalizmden, emperyalist sömürüden ve emperyalizmin yeni-sömürgeciliğinden kurtuluş sorunu durumundadır. Tutarlı bir anti-emperyalist çizgi izlemeden, emperyalizmin yeni-sömürgeciliğine karşı olmadan gerçek bir ulusal kurtuluşun olamayacağı tarihsel bir gerçeklik durumundadır. (Bugün Kürt ulusal hareketinin karşı karşıya kaldığı durum, tümüyle emperyalizme karşı tutarlı bir çizgi izleyememesinden ve emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemleri ile emperyalist ülkeler arasındaki ilişki ve çelişkileri kavrayamamasından kaynaklanmıştır.) Emperyalizmin ortaya çıkışından itibaren, tüm dünya ulusları için gerçek bağımsızlık ve kurtuluş, emperyalizmden bağımsızlık ve emperyalist sömürüden kurtuluş sorunu durumuna gelmiştir. Bu sorun, stratejik bir sorun olarak, ulusal kurtuluşun gerçek ve nihai hedefi durumundadır.
Stalin'in, emperyalizmin II. bunalım döneminin başlarında dünyadaki gelişmeleri değerlendirirken, emperyalizmin uluslar karşısındaki yeni konumunu ifade ettiği şu sözler, emperyalizm sorununu açıkça ortaya koymaktadır:
"Avrupa'da kapitalizmin daha sonraki büyümesi, yeni sürüm alanları gereksinmesi, hammaddeler ve yakıt ardına düşmesi, son olarak da emperyalizmin gelişmesi, sermaye ihracı ve büyük deniz ve demiryolları sağlama zorunluluğu, bir yandan eski ulusal devletler tarafından kendine yeni topraklar katılmasına ve bu toprakların, ulusal baskı ve kendilerine özgü ulusal çatışmaları ile birlikte çokuluslu devletler biçimine dönüşmesine yolaçmış (İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya); öte yandan, eski çokuluslu devletlerin egemen ulusları arasında, yalnızca eski devlet sınırlarını olduğu gibi tutma değil, ama komşu devletler zararına onları genişletme, yeni (güçsüz) milliyetleri bağımlılaştırma eğilimini de pekiştirmişlerdir. Ulusal sorun işte böyle genişlemiş ve, sonunda, olayların akışı sonucu, genel sömürgeler sorunu ile kaynaşmıştır; ve devletin iç sorunu olmaktan çıkan ulusal baskı, birçok devleti ilgilendiren bir sorun, 'büyük' emperyalist güçlerin, bütün haklarından yararlanamayan güçsüz milliyetleri kendilerine bağımlı kılma savaşımı (ve savaşı) sorunu durumuna dönüşmüştür." [5*]
Bugün dünyada emperyalizmin "uluslar birliği" durumuna gelmiş bulunan Birleşmiş Milletlere üye 180'i aşkın "devlet" bulunmaktadır. Bu devletlerin ulusları için, ulusal kurtuluş sorunu, her dönemdekinden çok daha yakıcı bir sorun durumundadır ve emperyalizmden bağımsız bir devlet olma sorunu olarak varlığını sürdürmektedir. Ulusal baskı, bir devletin iç sorunu olmaktan çıkmasının ötesinde, emperyalizmin hegemonyasının getirdiği baskı haline dönüşmüştür. Artık, bir devlet sınırları içinde, hangi ulusal-topluluğa ait olunursa olunsun, karşı karşıya olunan baskı, emperyalizmin kendi sömürüsünü sürdürmesi için uyguladığı baskı durumundadır. Aynı devlet sınırları içindeki değişik uluslara ya da ulusal-topluluklara ait proletaryanın kapitalizme karşı ortak örgütlenmesi ve mücadelesinin zorunluluğu, günümüzde tüm ulusal-topluluk bireyleri için de geçerli bir zorunluluk durumundadır. Yeni-sömürgecilik bu zorunluluğun temelidir. Bu temeldeki ulusal kurtuluş hareketleri, kaçınılmaz olarak emperyalizmden ve emperyalist sömürüden kurtuluş mücadelesi olarak halk kurtuluş mücadelesine dönüşmek durumundadır. Ve halk kurtuluş mücadelesi, halkların ve proletaryanın birleşik mücadelesi ile emperyalizme karşı stratejik zafere ulaşacaktır.
Dipnotlar
[1*] Lenin: Emperyalizm, s: 108
[2*] Stalin: Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, s: 140
[3*] Stalin: age, s: 140-141
[4*] Wilson Doktrini'nin ifade edildiği 8 Ocak 1918 tarihli "yeni uluslararası ilişkilerin ilkeleri" başlıklı metin şöyledir:
"1° Barış görüşmeleri dünya kamuoyunun önünde tam bir açıklık içinde yürütülecek; ve görüşmeler sonucunda, hangi türden olursa olsun, hiç bir gizli anlaşma ya da uzlaşma yapılmayacaktır. Diplomasi, herkesin gözü önünde açık iş görecektir.
2° Deniz ticaretine, barış zamanında olduğu kadar savaş zamanında da kesin ve mutlak özgürlük tanınacaktır.
3° Uluslararası ticaretin önüne dikilmiş her türlü engel ve set, kesinlikle ortadan kaldırılacaktır.
4° Taraflar arasında karşılıklı olarak, ulusal silahların devlet güvenliği bakımından zorunlu kesin minimumu indirilmesini sağlayan garantiler vereceklerdir.
5° Tüm sömürge sorunları özgürce, tam dürüstlük ölçüsü içinde ve mutlak şekilde tarafsız çözüme bağlanacaktır. Söz konusu çözüm için, şu ilkenin kesinlikle gözetilmesi gerekmektedir: Egemenliğe ilişkin tüm sorunların çözümünde yerli halkın çıkarları, hükümetlerin isterleriyle -bu isterler dayanaklı bile olsa- eşit önemde gözönüne alınacak; ve hükümetlerin isterleri, ayrıntılarıyla saptanacaktır.
6° Almanya, bütün Rus topraklarını boşaltacaktır. "Rus sorunu", Rusya'ya öbür ulusların istedikleri takdirde ve ölçüde özgürce yardımda bulunulmasını garanti edecek ve kendi siyasal gelişimiyle ulusal politikasına ilişkin tüm kararları bağımsızca alabilme özgürlüğünü sağlayacak bir şekilde çözüme bağlanacaktır. Bu çözüm şekli, ayrıca, hür halklar topluluğunun, seçtiği rejim ne olursa olsun Rusya'ya karşı iyilik gözetir bir davranış içinde olmasını ve kalmasını da garanti etmelidir.
7° Belçika yeniden bağımsız devlet olacaktır.
8° Alsas ve Loren Fransa'ya verilecektir.
9° İtalyan sınırları "ulusal sınırlar ilkesinin ışığında" yeniden çizilecektir.
10° Avusturya-Macaristan İmparatorluğu çerçevesi içinde yer alan halklara özerklik tanınacaktır.
11° Sırbistan'a denize bağımsız ve istikrarlı çıkış garantisi verilecektir.
12° Osmanlı İmparatorluğu çerçevesi içinde yer alan halklara özerklik tanınacaktır. Boğazlar, tüm ülkelerin gemilerine açık tutulacaktır.
13° Denize çıkışı olan bağımsız bir Polonya devleti oluşturulacak ve Polonyalıların oturduğu tüm topraklar bu devlete bağlanacaktır.
14° Büyük ve küçük devletlerin siyasal bağımsızlıklarını ve ulusal bütünlüklerini karşılıklı olarak garanti altına almak amacıyla, özel statüleri olan bir Uluslar Birliği'nin en kısa zamanda kurulması için gerekli çalışmalara hemen başlanacaktır."
[5*] Stalin: Marksizm ve Ulusal Sorun..., s: 113-114