Önceki yazı (“Kapitalizm ve Kömür Madenleri”) 1990 yılında Amasra Yeni-Çeltek kömür madeninde meydana gelen ve 66 işçinin ölümüne yol açan grizu patlamasından sonra yazılmıştır.
Aradan yaklaşık 25 yıl geçti, ama maden işçilerinin “kaderi”, Recep Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle “fıtrat”ı değişmeden olduğu gibi kaldı.
Yine de bu yıllar boyunca pek çok şey değişti. Her şeyden önce, 1980’lerde İngiltere ve ABD’de uygulamaya konulan neo-liberalizmin en tipik özelliği olarak kömür madenlerinin bir bölümü kapatılırken, kalanları özelleştirildi. Kamu kurumlarının özelleştirilmesi dalgası 90’larda Türkiye’de yaygın biçimde uygulamaya konulurken kömür madenleri de büyük ölçüde özelleştirildi.
Kömür madenlerinin özelleştirilmesindeki tek amaç, maliyetleri aşağıya çekmekti. Bu da kömür madenlerindeki iş güvenliğinin bir maliyet unsuru olmaktan çıkartılması ve ücretlerin düşürülmesinden başka bir şey değildi. Öyle de oldu.
2000’li yıllarda, AKP iktidarı döneminde kömür madenlerindeki özelleştirme doruk noktasına ulaşırken, yeni özelleştirme yolları ve yöntemleri geliştirildi. Bunlardan en önemlisi, “Rödovans” adı verilen “kiralama” yoluyla madenlerin işletmesinin özel şirketlere devredilmesidir. Böylece mülkiyeti kamuya/devlete ait olan kömür madenleri özel şirketlere kiralandı. Burada hedef, en düşük maliyetle kömür çıkartmak ve kârları maksimize etmektir. Bunun sonucu olarak da, iş güvenliğine ilişkin yatırımlar en aza indirilmiştir.
Burada yeni ve şaşırtıcı elbette bir şey yoktur. Ancak Amasra Yeni-Çeltek’te meydana gelen grizu patlamasından bugüne kadar geçen 25 yıllık süreçte ortaya çıkan ideolojik çarpıtmalar, daha tam deyişle, ideolojisizleştirmedir. Bunun sonucunda genel olarak iş kazalarıyla, özel olarak maden kazalarıyla kapitalizmin ilişkisinin gözlerden uzaklaştırılması ve her olayın özel şirketlerin aşırı kâr hırsına indirgenmesidir.
Soma katliamında açık biçimde görüldüğü gibi, bir taraftan maden facialarının maden işçilerinin “fıtratında” olduğu söylenerek dinsel bir kılıf bulunmaya çalışılırken, diğer taraftan değişik emperyalist-kapitalist ülkelerdeki maden kazalarının sınırlılığından yola çıkarak bunun “fıtrat” konusu olmadığı, iş güvenliğine ilişkin gerekli önlemler alınmamasının bir sonucu olduğu kanıtlanmaya çalışılmıştır. Diğer bir ifadeyle, bizim gibi geri-bıraktırılmış ülkelerde “iktidarın işverenlerinin” aşarı kâr hırsından ve pervasızlığından kaynaklanan “iş kazaları”, emperyalist-kapitalist ülkelerde olmadığı, oralarda iş güvenliğine “büyük” önem verildiği, dolayısıyla “iş kazalarının” büyük ölçüde azaltıldığı yazılıp çizilmiştir.
Genellikle liberal, liberal-solcu ve sol aydınlar tarafından Soma katliamının “fıtrat”ın-dan kaynaklanmadığını göstermek için kullanılan bu kanıtlama yöntemi, gerçekte kapitalizm ile kömür madenlerindeki “iş kazaları” arasındaki doğrusal ilişkiyi görmezlikten gelmektedir.
Bu konuda, Almanya’daki kömür madenlerinde son otuz yılda ölümle sonuçlanan bir “iş kazası”nın olmadığı bu konuda verilen en önemli “kanıt” olarak kullanılmıştır. Buradan yola çıkıldığında, kömür madenlerindeki “iş kazaları” ile kapitalizm arasında doğrudan bağ kurmak “yanlışlanmaktadır”! Doğal olarak buradan çıkartılan sonuç da, kömür madenlerinin kapatılmasından başka bir şey olmamaktadır.
Bugün pek çok şeyler tümüyle unutturulmuştur.
İngiltere ve ABD’de 1980’lerdeki neo-liberalizm ve monetarizm uygulamaları sonucunda, özellikle İngiltere’de Thatcher’ın kömür madenlerini kapatmasıyla birlikte Türkiye’de de T. Özal döneminde (1984 sonrası) kömür madenlerinin kapatılması propagandası başlatılmıştır. Bu propagandanın temel söylemi de, Türkiye’de çıkartılan kömürün birim maliyetinin “dünya ortalamasına göre” çok yüksek olduğu ve bunun da devlet bütçesine yük getirdiği iddiasıdır. Bu iddiadan yola çıkarak, başını İsak Alaton’un çektiği “akil insanlar”, Zonguldak kömür madenlerinin kapatılarak buralarda “somon balığı çiftlikleri” kurulmasını önerdiler. Bu “öneri”, kamuoyunda, özellikle “sol cenahta” hararetli bir tartışmanın başlamasına yol açtı. Sonuçta Zonguldak maden işçilerinin 1991 yılının Ocak ayında gerçekleştirdikleri büyük “madenci yürüyüşü”ye birlikte bu tartışmalar sona erdi.[1]
Kömür madenlerinin kapatılması propagandasının ardından “özelleştirme” furyası başladı ve Soma olayında görüldüğü gibi, bu furya “rödevans” (kiralama) sistemi ile “zirve” yaptı.
Kömür madenlerinin kapatılmasından özelleştirilmesine kadar her yolun denendiği bütün bu süreçte, asıl önemli olan kapitalist sanayi için olabilecek en ucuz maliyetle enerji üretilmesi olduğu ve bunun da kapitalist sistemin en temel unsuru olduğu unutturuldu.
1980’lerde İngiltere’de Thatcher yönetiminin kömür madenlerini kapatma kararı almasında belirleyici olan, kömüre dayalı enerji üretiminin (termik santraller) giderek daha pahalı hale gelmesi olmuştur. Özellikle kömür madeni işçilerinin uzun ve zorlu mücadelesi sonucunda, gerek ücret artışı elde etmeleri, gerekse iş güvenliğine ilişkin yeni yatırımlar yapılmasını sağlamaları, kömüre dayalı termik santralleri eskisi kadar ucuz enerji kaynağı olmaktan çıkarmıştır. Bunun sonucu olarak da, termik santraller giderek kömürden petrole ve doğal gaza dönüştürülmeye başlanmıştır. 1980’ler dünyasında kömür maliyeti artarken, petrol fiyatının göreli olarak daha düşük bir fiyata sahip olması bu dönüşümün gerçekleşmesinin önünü açmıştır.
Kapitalizmin temel özelliği olan maliyetin alabildiğine düşürülmesi ve kâr oranının alabildiğine yükseltilmesi kuralı burada alabildiğine bütün çıplaklığı ile karşımıza çıkmaktadır.
Öte yandan 1980’lerden günümüze kadar geçen süreçte ortaya çıkan ideolojik çarpıtmalar ve saptırmalar sonucunda, pek çok şeyin kapitalist üretim ilişkileriyle olan bağlantısı kopartılmış ve neredeyse her şey kapitalizmin dışında gelişen tekil olaylar olarak sunulmuştur. Soma katliamı sonrasında Recep Tayyip Erdoğan’ın “fıtrat” açıklamasına karşı geliştirilen “ama başka ülkelerde böylesine büyük maden kazaları olmuyor, örneğin Almanya” biçimindeki “karşı tezler”, kapitalizmin geliştiği ülkelerde ölümcül maden kazalarının azaldığı “algısı” yaratmaya hizmet etmektedir. Bu da, maden kazalarının kapitalizmin bir ürünü olduğu gerçeğinin gizlenmesine yol açmaktadır.
Oysa kömür madenlerindeki kazalar/katliamlar, doğrudan kapitalizmin azami kâr hırsının bir sonucudur. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, yani emperyalist-kapitalist ülkelerde, işçi sınıfının, özellikle maden işçilerinin mücadelesi sonucunda kazanılan haklar (iş güvenliğine ilişkin haklar ve ücret artışları) maliyetlerin yükselmesine yol açmıştır. Bu da kapitalistleri daha düşük maliyetli enerji kaynakları arayışına yöneltmiştir. Kömür madenlerinin kapatılması da, petrol, doğal gaz ya da nükleer enerji kaynaklarına yönelinmesi de bu düşük maliyet arayışının ürünüdür. Madenlerin özelleştirilmesi ya da “rödevans” sistemi bu arayışın ortaya çıkardığı uygulamalardır.
Son dönemde (2000’li yıllar) Türkiye’de kömür madenlerinin yeniden önem kazanmasının arka planında petrol ve doğal gaz fiyatlarındaki artışlar yer almaktadır. Özellikle “dışa bağımlı” olan bu enerji kaynaklarının yüksek fiyatları karşısında daha düşük maliyetle kömür çıkartılmaya yönelinmiştir. Bu da düşük ücretle işçi çalıştırılmasının yanında iş güvenliğine ilişkin önlemlerin olabildiğince düşük maliyetle sağlanmasına yol açmıştır.
Almanya örneğinde ise, maden işçilerinin ücretleri yüksek ve iş güvenliği önlemleri çok gelişmiştir. Bütün bunlar maden işçilerinin onlarca yıllık mücadelesinin ürünüdür. Öte yandan petrol fiyatlarındaki artış, Rusya’dan alınan doğal gazın “siyasal maliyeti” ve özellikle de nükleer enerjinin “toplumsal maliyeti” karşısında, maden işçilerinin mücadelesiyle ortaya çıkan “maliyet” artışı çok daha azdır. Doğal olarak Almanya’da işçi ücretleri ne kadar yüksek, iş güvenliği önlemleri ne kadar pahalı olursa olsun, (rüzgar enerjisi dahil) “alternatif enerji kaynakları” çok daha maliyetli hale gelmiştir. Bu nedenle de, madenlerdeki yüksek ücret ve yüksek maliyetli iş güvenliği önlemleri, kapitalist açısından daha düşük bir “maliyet” anlamına gelmektedir. Almanya’da maden kazalarının azlığı ve ölümcül maden kazalarının neredeyse yok denilebilecek düzeye inmesinin arkasında yatan gerçekler bunlardır. Sonuçta, her şeyde olduğu gibi, kömür madeninde de kapitalizmin “maliyet/kâr oranı” ilişkisi tüm gerçekliğiyle varlığını sürdürmektedir.
Ek olarak Almanya, bizim gibi geri-bıraktırılmış ülkeler için “emsal” teşkil edebilecek bir örnek değildir. Hiç unutulmamalıdır ki, Almanya, dünyanın belli başlı emperyalist-kapitalist ülkelerinden birisidir. Emperyalist-kapitalist ülkelerde işçi sınıfının ücretlerinin yüksekliğini telafi eden temel unsur geri-bıraktırılmış ülkelerden elde edilen kârlardır.
Bir kez daha yinelersek, kapitalist sistemde asıl olan kapitalistin en düşük maliyetle artı-değer üretmesi ve bu yolla azami kâr sağlamasıdır. Bu sağlandığı sürece, işçinin ücreti de, yaşamı da önemli değildir.