Dünya ve Türkiye devrimci mücadele tarihinde “intihar eylemleri” türünden bir mücadele aracı ya da eylem biçimi yoktur. Devrimci örgütlerin terminolojisinde bu tür tanımlamalar, kavramlar ya da terimler mevcut değildir.
Ancak 1990’lardan sonra, özellikle Filistin halkının mücadelesinin “müzakere” sürecine girmesiyle birlikte, “intihar eylemleri” Filistin mücadelesinin temel ve hatta tek eylem biçimi haline gelmiştir. Özellikle Lübnan’daki islamcı örgütlerin (özellikle İslami Cihat) tarafından gerçekleştirilen “intihar eylemleri”nin Filistin halkında büyük bir sempatiyle karşılanması üzerine bu eylem biçimi giderek yaygınlaşmıştır. 2000’li yıllara gelinirken Hamas’ın gerçekleştirdiği “intihar eylemleri”, bir yandan Filistin halkının geleneksel örgütlerinden (El-Fetih, FHKC) ve onların mücadele çizgisinden uzaklaşmasına yol açarken, diğer yandan Hamas’ın başlı başına bir siyasal güç haline gelmesine yol açmıştır.
Filistin hareketi içindeki bu dönüşüm, İsrail’e karşı pek fazla bir şey yapamayan, daha başka bir ifadeyle, İsrail’in saldırganlığına gerekli yanıtı
veremeyen örgütleri
etkisizleştirirken, aynı zamanda bu dönüşümü sağlayan “intihar eylemleri”nin yeni bir “mücadele biçimi” olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Filistinli islamcı örgütlerin “intihar eylemleri” karşısında İsrail’in içine düştüğü “acz” ve arkasından Hamas’la “müzakere”ye başlaması, bu “mücadele biçimi”nin etkili olduğu düşüncesini (özellikle Türkiye’de) yaygınlaştırmıştır. Diğer yandan, Türkiye devrimcilerinin Filistin mücadelesine duydukları geleneksel sempati bu “mücadele biçimi”ne yönelik her türlü eleştirinin bir yana itilmesini getirmiştir.
Bu dönüşümle birlikte, Türkiye devrimci mücadele tarihinde hiç yer almayan, hiç “akla” gelmeyen bu “mücadele biçimi”, giderek benimsenmeye ve meşrulaşmaya başlamıştır.
[1*]
“İntihar eylemleri”nin ilk meşrulaştırılması, cezaevlerindeki baskı ve zulme karşı sürdürülen direnişlerin “ölüm orucu”na ve “bedenini tutuşturmaya” dönüşmesinden yola çıkılarak gerçekleştirilmiştir.
Böylece Filistin hareketinde islamcı örgütlerin “intihar eylemleri”, “ölüm orucu”nun (“ölüme yatmak”, “kendini feda etmek” vb. söylemlerle), bir çeşit “intihar eylemi” gibi “algılatılması”yla birlikte Türkiye’ye “ithal” edilmiş ve sorgulanmaksızın kısmi olarak uygulamaya sokulmuştur. Özellikle 1996 yılında PKK’liler tarafından gerçekleştirilen “intihar eylemleri” bu “mücadele biçimi”nin ilk uygulamaları olarak ortaya çıkmıştır. PKK’lilerin “intihar eylemleri”nde temel itici gücü, hemen her durumda Filistinli islamcı örgütlerin “intihar eylemleri”nin Filistin halkı üzerinde yaratmış olduğu etki ve sempati olmuştur. Ancak bu “mücadele biçimi”nin örgüt üyeleri tarafından kabul edilir hale gelmesinde, Diyarbakır Cezaevi’nde Kemal Pir’lerin gerçekleştirmiş oldukları “bedenini tutuşturma” eylemleri ajitatif bir rol oynamıştır.
Şüphesiz burada PKK’nin “intihar eylemleri”ni nasıl haklı ve meşru bir “mücadele biçimi” olarak gördüğü ve bunun için hangi gerekçeleri ortaya koyduğunu ele almak durumunda değiliz. Burada vurgulamak istediğimiz, bu döneme kadar, Türkiye devrimci mücadelesinde bir “mücadele biçimi” ya da “eylem biçimi” olarak görülmemiş, gösterilmemiş ve gerçekleştirilmemiş “intihar eylemleri”nin, kendisini bir zamanlar marksist-leninist örgüt olarak tanımlayan bir ulusal hareket tarafından bir “eylem biçimi” haline dönüştürülmesidir. Bunun Türkiye solundaki yansıması da benzer biçimde olmuştur.
Bu dönüşümün soldaki ilk ifadesi 2003 yılında ortaya çıkmıştır.
20 Mayıs 2003 tarihinde DHKP-C (eski adıyla DS) adına gerçekleştirilmeye çalışılan bir intihar eylemi, “resmen” “feda eylemi” olarak ilan edilmiş ve eylemi gerçekleştirecek olan devrimci de (Şengül Akkurt) “feda savaşçısı” olarak tanımlanmıştır.
Bu “feda eylemi”ne ilişkin olarak DHKC adına yapılan 302 Nolu açıklamada şunlar ifade edilmiştir:
“Şimdiye kadar, ölmeyin diyenler, silahlı eylem yapmayın, demokratik mücadele edin diyenler susuyordu. Susuyor ve hiçbir şey yapmıyorlardı. İktidar öldürmeye devam ediyordu.
Sustuk... Uzun süre sustuk... Sadece yaşamlarımızı ortaya koyarak sürdürdük direnme savaşımızı... Düşmanlarımız suskunluğumuzu zayıflık, güçsüzlük olarak yorumladılar. Ahlaki ve siyasi hiçbir değeri kalmayanlar ise suskunluğumuzu, sadece yaşamlarımızı ortaya koyarak susuşumuzu anlamak istemediler. Ve bu tavırlarıyla bizi şiddete karşı şiddet uygulamaya mecbur ettiler. Nasıl ki iktidar katliamı devam ettirdiyse, insanlarımızın ölmesine göz yumduysa suskunluğumuzun da böyle süreceğini düşündüler. Şiddete karşı şiddet kullanmayı biz tercih etmedik. Bunu bugüne kadarki tavrıyla AKP iktidarı tercih etmiştir... İşte bu nedenlerden dolayı artık misilleme hakkımızı kullanıyoruz. Şiddete şiddetle cevap vereceğiz.
Can verirken can da alacağım...”
Böylece DHKC, intihar eylemini (kendi deyişleri ile “feda eylemi”ni) yıllardır sürdürdükleri ölüm oruçları karşısında gösterilen “duyarsızlığa” bir yanıt, “şiddete karşı şiddet kullanma” ve “misilleme hakkı” gibi birden çok nedene bağlarken, “ölmeyin diyenler, silahlı eylem yapmayın, demokratik mücadele edin diyenler”in “suskunluğuna” bir öfkenin, kızgınlığın, tepkinin de bir ürünü olarak sunmuştur. Üstelik henüz iktidarının altıncı ayını doldurmuş olan “AKP iktidarı”nın “tercihi” olarak tanımlamıştır.
DHKC’nin 302 Nolu açıklamasında şu saptama da yapılmıştır:
“Feda eylemleri halkların bu zorbalık karşısında geliştirdiği bir ‘ölme’ biçimidir. Feda, halkların yaşama ve yaşatma eylemidir.”
Görüldüğü gibi, DHKP-C’nin “feda eylemi” adını verdiği intihar eylemi, bir bakıma “ölüm orucu” sürecinin bir devamı olan bir “ölme biçimi” olarak sunulmuştur. Bu sunumda, aynı zamanda Filistinli islamcı örgütlerin gerçekleştirdiği intihar eylemlerine de gönderme yapılmıştır.
Bu açıklamaya ilişkin olarak
Kurtuluş Cephesi’nin Mayıs-Haziran 2003 tarihli 73. sayısında yer alan “
Devrimci Savaşta ‘Ölme Biçimi’ Yoktur” başlıklı yazımızda şunları söyledik:
“Kendisini ‘devrimci’ ya da ‘sol’ örgüt olarak tanımlayan, dolayısıyla marksist-leninist dünya görüşüne sahip olduğunu söyleyen hiçbir örgüt, hangi nedenle olursa olsun, ölümü böylesine yüceltemeyeceği gibi, intihar eylemlerini başlı başına bir eylem biçimi olarak devrimcilerin karşısına koyamaz.
Ülkemizde yirmi yıldır süregiden ideolojisizlik ortamında, intihar eylemlerinin bir silahlı eylem biçimi, üzerine vurgu yapılacak kadar önemli bir silahlı eylem biçimi olarak tanımlanması, yeni devrimci kuşakların bilinçlerinin çarpıtılmasından başka birşeye hizmet etmeyecektir.
Kendilerinin THKP-C’nin ‘mirasçısı’ olduğunu söyleyenlerin, intihar eylemlerini başlı başına bir eylem biçimi, bir çizgi haline getirmeye çalışmaları, gerilla savaşını ‘istedikleri gibi’ yürütemediklerinin, güçsüzlüklerinin bir itirafıdır.
Devrimciler çok iyi bilmek durumundadır ki, halkların emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı yürüttükleri savaş, bir ‘ölme biçimi’ değildir. Emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı yürütülen savaş, politikleşmiş askeri savaştır. Politikleşmiş askeri savaş, gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak, yani politik kitle mücadelesi olarak ele alınmasıdır (silahlı propaganda). Bu savaşta, gerilla savaşı, ne tekil eylemdir, ne de eylem biçimidir. Gerilla savaşı, bir savaş biçimidir, dolayısıyla eylemle ve eylem biçimiyle özdeşleştirilemez.
Savaş biçimleri ile eylem biçimlerini birbirine karıştırmak, birini diğerinin yerine geçirmek, gerilla savaşı konusunda az da olsa varolan bilincin ve savaşma kararlılığının bulanıklaştırılmasına hizmet edecektir.
Politikleşmiş askeri savaş, hiçbir biçimde ve kesinlikle bir ‘ölme biçimi’ değildir. Politikleşmiş askeri savaş, halkların emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı yürüttükleri silahlı savaştır ve amacı düşmanı yenerek zafere ulaşmaktır.
Filistin’in özgün koşullarından türeyen ve şeriatçı örgütler tarafından gerçekleştirilen intihar eylemlerinin, aynı zamanda bu örgütlerin ideolojilerinin, dini inançlarının bir parçası olduğu asla unutulmamalıdır. Belli bir biçimde ölerek (şehitlik) kendilerinin başka bir dünyada (cennette) yaşayacaklarına inananların ‘geliştirdiği’ ‘ölme biçimi’nin devrimci mücadeleye monte edilmeye çalışılması, son tahlilde, diyalektik materyalizmin yerine metafizik idealizmin geçirilmesinden başka bir sonuç vermeyecektir.
Devrimciler, ‘ölümün bin kez mevcut bir kavram ve zaferin yalnızca bir devrimcinin hayal edebileceği rüya olduğu anlarda ölümden ya da zaferden başka bir alternatif olmamacasına’[2*] savaşırlar. Bu nedenden dolayı, ‘ölüm’ için ayrıca bir ‘eylem biçimi’ne ihtiyaçları yoktur.
Devrimci mücadelenin ve marksist-leninist ideolojinin tüm gerçekleri açıkken, intihar eylemlerini yüceltmek, politik kitle mücadelesinin bir biçimi olan gerilla savaşını tekil eylemlere indirgemektir, bireysel terörizmin yüceltilmesi demektir.
‘Silahlı propaganda, askeri değil politik mücadeledir. Ferdi değil, kitlevi mücadele biçimidir. Yani silahlı propaganda, pasifistlerin iddia ettiği gibi kesin olarak terörizm değildir. Bireysel terörizmden amaç ve biçim olarak farklıdır.’[3*]”
Ne yazık ki, bu eleştirilerimiz ve uyarılarımız etkisiz kalmış, 2004 ve 2005 yılında aynı örgüt tarafından iki “feda eylemi” gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
[4*]
11 Eylül 2012 gününe kadar DHKP-C’nin kamuoyuna yansıyan bir başka “feda eylemi” olmamıştır.
11 Eylül günü, DHKC’li İbrahim Çuhadır tarafından İstanbul/Gazi Polis Karakolu’na yönelik olarak gerçekleştirilen “feda eylemi” bir kez daha intihar eylemlerini ve bu “ölme biçimi”ni gündeme getirmiştir.
Eylem sonrasında DHKC adına yapılan açıklamada, eylemin, 21 Temmuz 2012 tarihinde Gazi Mahallesi girişinde polisler tarafından vurulan ve daha sonra hastanede yaşamını yitiren “Hasan Selim Gönen’i katleden polislerden hesap sormak için” gerçekleştirildiği ifade edilmiş ve şu sözlere yer verilmiştir:
“Polisler, siz de halk çocuklarısınız
AKP’nin kiralık katili olup halk çocuklarını katletmeyin!
İstifa edin! Simit satın!...
AKP’nin kiralık katili polisler hemen hergün bir halk çocuğunu sokak ortasında köşe başlarında katlediyor.
Bundan vazgeçeceksiniz.
Halk çocuklarını ve devrimcileri kurşuna dizmenize izin vermeyeceğiz!
Hasan Selim’in katilini İstiyoruz.
Ya Emrah Barlak’ın katilini, Cem Aygün’ün katilini, Hasan Selim’in katilini mahkum edin, ya da biz sizi tek gözle uyumaya mahkum edeceğiz.
Hasan Selim Gönen Ölümsüzdür
Şehidimiz F tiplerinde ıslah edemediğiniz bir özgür tutsaktır. İsmi İbrahim Çuhadır’dır...
FEDA SAVAŞÇIMIZ TEKTİR... BOMBALARI TUZAKLIDIR...”
DHKP-C’nin “
Devrimcilik feda kültürüdür” deyişini içselleştirmiş, intihar eylemini “ölme biçimi” olarak kabul etmiş ve gözünü kırpmadan bunu pratiğe geçirmiş bir devrimcinin ardından elbette bir şey söylenemez. Ama yapılan açıklama, daha önceki açıklamalarla birlikte ele alındığında, intihar eylemlerinin bir “mücadele biçimi”, bir “eylem biçimi” haline getirildiğinin net bir ifadesidir.
Hayır! Devrimcilik, bir “
feda kültürü” değildir ve olamaz. Bir devrimcinin fedakar (özverili) olması bir şeydir, “feda kültürü” bir başka şeydir. Bunlar arasındaki fark ortadan kaldırıldığında, ortaya çıkacak sonuç, sadece ve sadece “ölme biçimi”dir.
Şüphesiz özverili (fedakar) olmak ile “fedai” olmak bir ve aynı şey değildir. Üstelik “fedai” sözcüğünün halk arasındaki olumsuz anlamını ve dinsel kökenini gözeterek, “feda savaşçısı” gibi bir sıfat üretmek bu gerçeğin sadece üstünü örtmeye hizmet eder.
Ortada “feda kültürü”nü içselleştirmiş ve bu “kültür”le gözünü kırpmadan ölüme gidebilmiş devrimci insanlar varken, intihar eylemlerinin devrimci mücadelenin dışında ve hatta onu dışlayan niteliği üzerine bir şeyler söylemek de çok kolay değildir. Ama sadece bu devrimci insanların anısı uğruna bu gerçeği ortaya koymamak da onlara yapılacak en büyük haksızlıktır.
Bugün, içinde yaşadığımız süreçte, elbette, devrimci mücadele, tarihinin en alt düzeyindedir. Devrimci silahlı mücadele, neredeyse “kağıt üzerinde” kalmış “eski ve güzel” sözler olarak görünebilmektedir. Silahlı mücadeleye ilişkin her türlü devrimci çizgi, devrimci görüş ve devrimci saptamalar, ya unutulmuş ya da unutturulmuştur. Devrimin silahlı mücadeleyle gerçekleştirileceğine olan “iman” ve “inanç” yok olmuştur. Oligarşik yönetimin ve onun AKP hükümetinin mutlak egemenliği koşullarında bu “inançsızlık” daha da belirginleşmiştir. “Sol” adına legalizm yüceltilmiş, “barış” sözcükleri her yerde yinelenir olmuştur. Ama öte yandan “legal sol”la bir yere varılamayacağı da ortaya çıkmıştır.
Bu koşullar altında, silahlı ve illegal bir devrimci mücadelenin yürütülmesi kadar örgütlenmesi de olağanüstü zorlu koşullarla karşı karşıyadır. Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’ni pratiğe geçirmek için ülke çapında, kırlarda ve kentlerde örgütlenmek olağanüstü zorlaşmıştır. Öte yandan da, siyasal olaylar hızla gelişmektedir. AKP’nin “şeriat düzeni”ne ve Recep Tayyip Erdoğan’ın “tek şef” diktatörlüğüne geçiş sürecini öylesine eli-kolu bağlı, hareketsiz izlemek de hiçbir devrimcinin kabul edebileceği bir durum değildir. Legal mücadele alanlarında, ekonomik-demokratik hak ve istemler etrafında yürütülen mücadelelerle “zamanı” geçirmeye çalışmak da bir işe yaramamaktadır. Öfke birikmektedir.
Bu ortamda, yanlış çizgide ve anlayışta da olsa silahlı mücadele vermek isteyen, bunun için “feda savaşçısı” olmayı bile göze alan insanların, çok sınırlı olanaklarla, çok dar bakış açısıyla ve deneyimsiz olarak kendilerini “feda” edebilmelerini anlamak çok zor değildir.
Yapılması gerekenler ile yapılabilecekler arasında büyük bir uçurum ortaya çıkmıştır. Bu uçurumun oluşmasında, doğru devrimci çizginin kolayca bir yana itilmesi kadar, onun gereklerine uygun hazırlıkların yapılmasının uzun bir süreç olarak “algı”lanması da etkinli olmuştur. Burada da yıllardır sürüp giden depolitizasyon ve ideolojisizleşme belirleyici olmaktadır. Geçmişle kıyaslanmayacak kadar güçlü olan suni denge, yapılan her türlü devrimci çalışmayı belli bir zaman içinde kesintiye uğratmaktadır.
Nereden ve nasıl başlamalı sorusu sorulmaksızın “birşeyler yapmak” istemi herşeyin önüne geçebilmektedir. Aşırı legalizasyon da, devrimci örgütlenmenin handikapı haline gelmiştir. Bunların bir sonucu olarak da, devrim ve devrimci strateji, sadece “gerekli” olduğunda kullanılan sözcükler olmaktan öteye geçememektedir. Devrime inanan ve devrimin gerekliliğini düşünen samimi unsurlar bile, “devrim nedir” ve “nasıl yapılır” sorusunu sormadan legalizmin önlerine koyduğu alanlarda tükenip gitmektedirler. Bu da, şu ya da bu haksızlığa karşı “birşey yapmak”, şu ya da bundan “hesap sormak”, şu ya da bunu “protesto etmek”ten başka bir tepkiye yol açmamaktadır.
Şüphesiz silahlı devrimci mücadele zorlu bir süreçtir. Elbette pek çok özveriyi gerektirir. Şehir gerillasına karşı olağanüstü önlemler alınmış, her yerde on binlerce polis ve özel güvenlik görevlisi hazır ve nazır beklemektedir. Binlerce kamu ve özel kameralarla her yer denetlenmekte, tüm iletişim sistemleri izlenmektedir. Kimi durumlarda ilerici, yurtsever ve demokrat insanların yoğun olarak bulunduğu birkaç yer dışında barınma olanağı bile bulunamamaktadır. Legalizasyon yüzünden en küçük devrimci örgütlenme çalışması bile kısa sürede deşifre edilebilmektedir. Bu da, polisin (“en uygun zamanda”) kolayca operasyon yapabilmesini sağlamaktadır.
Kır gerillası ise, neredeyse Dersim dışında başka bir “yaşam alanı” bulamamaktadır. Hiç kimse kır gerillasının oluşturulmasından bile söz etmemektedir. Kent nüfuslarının olağanüstü artışı ve “maddi yaşam koşulları”nın göreceli olarak “iyileşmesi”, kır gerilla savaşını frenlediği gibi, aynı zamanda kentlerdeki legal mücadelenin de yüceltilmesini beraberinde getirmektedir.
Bu koşullarda, doğru devrimci stratejiyi pratiğe geçirmek amacıyla, üstelik devrimci mücadelenin tarihsel deneyimlerinden yoksun olarak yürütülecek bir örgütlenme çalışması hiç de kolay değildir. “Her an herşeyin olduğu” bir ülkede, gelişen her siyasal olay, “hemen” bir şeylerin yapılması istemini yaratarak, böylesi bir çalışmanın sistemli ve uzun vadeli özelliğini ortadan kaldırabilmektedir. Böylece, binbir zorlukla sağlanmış birkaç olanakla birşeyler yapılmaya çalışılmaktadır.
Şüphesiz bu sorunlar aşılmak ve “kısır döngü” kırılmak zorundadır. Bu zorluklar aşılmadan ve “kısır döngü” kırılmadan, binbir zorlukla elde edilmiş malzemelerle “birşeyler” yapmak elbette olanaklıdır. Ama bunun olanaklı olması, yapılması gerekenlerin yapılmasının önüne geçirilemez.
Her zaman olduğu gibi, temel soru, “ne yapmalı?”dır. Kimilerinin kolayca söyleyebileceği gibi, “öylesine eleştirmekle, yazıp-çizmekle bir yere varılamaz”! Hatta “yapın da görelim” diyenler de çıkacaktır. Ama “ne yapmalı?” sorusu sorulmadan ve buna doğru yanıt vermeden “birşeyler” yapmak, devrimci insanın kendisini “feda” etmesinden başka bir sonuç vermeyecektir. Asıl fedakarlık, tüm olumsuz koşullara rağmen, doğru devrimci çizginin pratiğe uygulanması için sabırla, kararlılıkla ve bilinçle örgütlenme çalışmasını yürütmektir.
Şu asla unutulmamalıdır: Oligarşik düzene ve onun siyasal iktidarına karşı çıkanlar her zaman olacaktır. Sınıflar varolduğu sürece, sömürü ve baskı sürdüğü sürece, baskıya, sömürüye, zulme ve haksızlığa karşı çıkanlar her zaman olacaktır. Ve onlar, bu düzenin yıkılması için, devrim için, gelecek için ölümü seve seve göze alacaklardır. Asıl olan ölümü göze almak değil, devrimi gerçekleştirmektir. Ölüm, bu devrim mücadelesinde devrimcilerin yüzyüze oldukları bir olgudan başka bir şey değildir. Devrimcinin görevi, ölümü yüceltmek değil, devrim yapmaktır.
Dipnot
[1*] DS’nin (bugünkü adıyla DHKP-C’nin) intihar eylemlerine ilişkin ilk söylemleri bu döneme rastlar. Bu dönemde yayınlanan Mücadele dergisinde şöyle yazılmıştır:
“Toplu imhaya yönelik saldırılar, verdirilen ağır kayıplar, kışla ve karakol baskınları ve intihar eylemleri düşmanı derinden etkiler.”
“...düşman saflarına yönelik intihar eylemi sadece romanlarda yaşanmış/yaşanacak şeyler değildir...” (Mücadele, S: 24, 12 Aralık 1992. Bkz. Kurtuluş Cephesi<0i>, “Öncü Savaşında Yol Ayrımı”, Sayı: 11, Ocak 1993.)
[2*] Che Guevara, Gerilla Savaşı: Bir Yöntem.
[3*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III,
[4*] Bunlardan birincisi, 24 Mayıs 2004’te İETT otobüsü içinde patlamaya yol açmıştır. İkincisi, 1 Temmuz 2005’te Ankara’da Adelet Bakanlığı’na yönelik olarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.