“Mevcut durum” denildiğinde, hemen her zaman, içinde yaşanılan “an”da neler olduğu (geçmiş, olgu) ve neler olmakta olduğu (bugün, olay) akla gelir. Bu nedenle, günlük (ya da “medyatik”) söylemle, “ne oldu?” ve “ne oluyor?” sorularının yanıtı “mevcut durum”un saptanması demektir. Bu yönüyle “mevcut durum”, belli bir zaman içinde ortaya çıkan ve gelişen olayların belli bir sıralama içinde ortaya konulmasından ibarettir. Böyle olunca da, olaylar ve olgular, yazarın ya da konuşmacının kendine göre belirlediği bir “sunum” içinde ortaya konulur. Dolayısıyla bu “sunum”, belli bir “mantıksal sıra” izlemek durumundadır ve her olay/olgu, bu “mantıksallık” içinde sıralanır ve kendiliğinden bir “neden-sonuç” ilişkisi ortaya çıkarır.
Örneğin biri (köşe yazarı, televizyon “yorumcusu” ya da “gazete editörü”) herhangi bir olayı öne çıkartırken, bir başkası bir başka olayı öne çıkartır. Böylece, “diğer olaylar”, her durumda öne çıkan olaya göre belirlenir ve öne çıkan olay bağlamında ele alır. Birinin amacı, örneğin, AKP’nin “ileri demokrasi” getirdiği, ülkeyi “kalkındırdığı”, “ötekileşme”yi sona erdirdiği, Türkiye’yi “bölgesel güç ve küresel oyuncu” haline getirdiği, ekonomiyi “büyüttüğü” vs. ise, doğal ve kaçınılmaz olarak her gelişen ekonomik, toplumsal ve siyasal olayı bu amaç çerçevesinde ele alacak ve bu amaca ulaşmayı sağlayacak biçimde “mantıksal” bir sıraya sokacaktır.
Ama bir başkasının amacı, birincisinin tersi ise, yani AKP’nin “ileri demokrasi” adını verdiği şeyin gerçek olmadığı, “ileri demokrasi” adı altında yeni bir “vesayet” döneminin başladığı, geçmiş “mağduriyetler” karşısında yeni “mağduriyetler” yarattığı, Türkiye’nin söylendiği gibi bir “bölgesel güç ve küresel oyuncu” olmadığı, ekonominin “büyümek”ten daha çok “kriz” içinde olduğunu göstermek ise, doğal ve kaçınılmaz olarak gelişen olayları bu bağlamda “mantıksal” bir sıraya sokarak sunacaktır.
Bu “durum saptamaları”nda, çıkış noktası ile varış noktası bir ve aynıdır. Birincisi AKP iktidarının ne kadar “iyi” ve “mükemmel” oluşundan yola çıkarak AKP iktidarının ne kadar “iyi” ve “mükemmel” bir iktidar olduğu sonucuna ulaşırken, ikincisi, birincinin tersinden yola çıkarak birincinin tersi sonuca ulaşır.
Bu “durum” karşısında “ortalama” bir küçük-burjuva (ki bu “çatışma” ortamında “medya”da bu tür “yazarlar” çoğalmıştır) “orta yolu” seçer. Bu “orta yol” da, her iki tarafın da doğruları ve yanlışları olduğunu söyler ve iki tarafın doğrularını “aklın yolu birdir” popülizmi içinde “objektif” durum olarak ortaya koyar. Tıpkı eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün “Balyoz” davası için “darbeciler veya değiller diyemem” sözleri gibi.
Bu “orta yolculuk” ne kadar “tarafsız” ve “objektif” görünürse görünsün, özsel olarak “seçici”dir. Bu “seçicilik”, “kapitalizm mi, sosyalizm mi daha iyidir” türünden tartışmalarda, “her ikisinin de iyi ve kötü yanları vardır” türünden bir yaklaşımdır. Dolayısıyla da, ortaya koyacağı her “görüş”, bu seçiciliğin, yani
eklektizmin [1*] bir ifadesidir.
Oysa “durum” saptamasında, yani ne olduğunu (dün) ve ne olmakta olduğunu (bugün) saptamak,
bunlar arasındaki tarihsel ve sınıfsal bağlantıların ortaya konulmasını gerektirir. Çünkü her olgunun ve olayın bir geçmişi, yani tarihi vardır. Sınıflı bir toplumda da, bu tarihsellik, aynı zamanda sınıfsal niteliktedir. Her olay ve olgu, belli bir tarih içinde belli bir sınıfın nesnel konumuyla bağlantı içinde ortaya çıkar ve gelişir.
Örneğin, içinde bulunulan bir “an”da AKP iktidarının tahlilini yapmak için, herşeyden önce onun hangi tarihsel koşulların ürünü olduğunu ve hangi sınıfsal çıkarlara denk düştüğünü saptamak gerekir. Tarihsel temel ve sınıfsal yan bir yana konularak bir siyasal partinin ya da bir siyasal iktidarın ne olduğunu, ne yaptığını ve ne yapacağını/yapabileceğini saptamak olanaksızdır.
Türkiye’de gelişen tüm ekonomik, toplumsal ve siyasal olaylar “medya”daki yazarların ve televizyon “yorumcuları”nın dar, kasıtlı ya da eklektik anlayışlarının çerçevesi içinde ele alınıp sunulmaktadır.
[2*]
Olgu çok yalındır.
AKP, bir siyasal partidir. Her siyasal parti gibi, belli bir seçmen kitlesine hitap ederek, bu seçmen kitlesinden oy almayı amaçlar. Doğal olarak, “her seçmen” belli bir toplumsal kesime, yani sınıfa ait birey olduğundan, her siyasal parti hitap ettiği seçmen kitlesinin sınıfsal konumuna uygun olarak hareket eder. Dolayısıyla da, AKP, bir siyasal parti olarak belli bir sınıfa seslenir, onların çıkarlarını temsil eder.
Buraya kadar bir “sorun” yok gibidir. Ancak işin içine “sınıflar” girdiği andan itibaren, ortalık “karışır”! AKP, birden bire diğer düzen partileri gibi (CHP, MHP vb.) “kitle partisi” haline dönüşür. “Kitle” partisi olunca da, yalın ve saf bir sınıfın çıkarını temsil eden ve çıkarını savunan bir parti olmaktan çıkar! Artık AKP, her “kitle” partisi gibi, bir çok sınıfı temsil eden, bu sınıfların çıkarını savunan, dolayısıyla “sınıfların partisi”, hatta “sınıflar üstü” bir parti haline dönüşür. Böyle olunca da, bu “sınıflar üstü” ya da “çok sınıflı” parti (AKP), yine bu türden niteliklere sahip “şey”lerle olan ilişkisi çerçevesinde ele alınmaya başlanır.
Tüm bu yanlış ve eklektik “durum saptamaları”ndan arınmak için, öncelikle tarihsel ve sınıfsal bir bakış açısına, yaklaşıma gereksinme vardır.
AKP, herkesin çok iyi bildiği gibi, gökten zembille inmemiştir. AKP, kurucuları Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Abdüllatif Şener ile sonradan onlara “ilhak” eden Recep Tayyip Erdoğan gibi bir geçmişe sahiptir. Ve yine herkesin bildiği gibi, bu geçmiş, Necmettin Erbakan’ın 1950’lerdeki “Gümüş Motor” olayından başlayıp, 1960’lardaki Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) başkanlığı ve ardından Milli Nizam Partisi’ni kurmasıyla gelişen bir süreci kapsar. MNP’nin ardından kapatılan ve açılan Milli Selamet (MSP), Fazilet (FP) ve Saadet (SP) partileri AKP kadrolarının ve tabanının oluştuğu tarihsel temeli oluşturur.
“Kitle partisi” söyleminden yola çıkılırsa, AKP, tıpkı içinden geldiği ve çıktığı MNP “geleneği” gibi,
sadece belli bir kesimden ya da sınıftan (örneğin köylülerden, eşraftan ya da tefeci-tüccar kesiminden vs.) değil, kendi çıkarlarını temsil ettiğini düşünen her kesimden oy almıştır. Öyleyse AKP’nin (ya da onların “geleneği”nin) gerçek sınıfsal niteliği, yani gerçekte hangi kesimin ya da kesimlerin sınıfsal çıkarlarına denk düştüğünü saptamak gerekir.
1976 yılında yapılmış bir saptamayla ifade edersek, AKP’nin içinden çıktığı “gelenek”in partileri, “Sınıfsal olarak, CHP’nin dayandığı sınıfsal tabana, yani orta ve küçük sermaye kesimlerine dayanır. Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ile tefeci-tüccar sermayenin desteğini almıştır. Anti-tekelci ve anti-faizci tutumuyla küçük ve orta sermaye kesimlerinin işbirlikçi-tekelci burjuvaziye karşı tepkilerini dile getirir. Ama bu tutumu, yani tekelciliğe ve faize karşı oluşu, tekellere ve faize karşı olduğundan değil, çıkarlarını temsil ettiği sınıfsal kesimlerin gelişimini engelleyen unsurlar olmasından kaynaklanır. İşbirlikçi-tekelci burjuvazi tüm finans kaynaklarını tekelinde tutarak, kendi dışındaki kesimlerin gelişimini engellemektedir. Burada “faiz politikaları” küçük ve orta sermayenin gelişimini engelleyen en temel “enstrüman”dır.
“Gümüş Motor” olayında görüldüğü gibi, üretici güçlerin hızlı bir gelişiminden yanadır. Ancak Türkiye’nin emperyalizme bağımlılığı ve bunun ürünü olan işbirlikçi-tekelci burjuvazinin egemenliği karşısında bu hızlı gelişimin “milli” yönü öne çıkartılmıştır. Politik bir silah olarak kullanılan “din” ile birlikte, köylülüğün de sınıfsal desteğini almıştır.
Erbakan “geleneği”, tarihsel olarak “milli” ve “dinci”dir. Ancak temsil ettiği tefeci-tüccar sermayesi nedeniyle de
ticari çıkarların temsilcisidir.
İşte bu “milli-dinci” “gelenek” içinde küçük ve orta sermaye kesimleri ile tefeci-tüccar kesimi arasında belli bir “denge” oluşmuştur. Birincisinin “millici” eğilimi ile ikincisinin iç pazarda egemen olan emperyalizm-işbirlikçi tekelci burjuvaziye karşı tutumu birbiriyle çakışmıştır. Böylece “milli” yan, hem küçük ve orta sanayicilerin hem de (iç Pazar açısından) tefeci-tüccar sermayesinin ortak paydası haline gelmiştir. Ve Erbakan “geleneği” içindeki ayrışmanın tarihsel temeli de, bu “ortak payda”nın ortadan kalkmasıdır.
1980 sonrasında emperyalizmin “talep yetersizliği”nden (aşırı-üretim) kaynaklanan “yeni pazarlar” gereksinmesi,
dünya çapında meta ticaretinin geliştirilmesini getirmiştir. Neo-liberalizm denilen şey, dünya çapında meta ticaretinin önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılmasından ibarettir. 1980 sonrasındaki süreç, emperyalizme bağımlı ülkelerde küçük ve hafif sanayinin geliştirilmesinin yanında meta ticaretinin artan oranda devreye girmesinin süreci olmuştur.
İşte bu süreçte, emperyalizmin “Yeşil Kuşak Projesi” (ki siyasal bir proje olmanın ötesinde, aynı zamanda ekonomik yayılma projesidir) çerçevesinde “islami sermaye” kesimleri (“Yeşil Sermaye”) desteklenmeye başlanmıştır. Bunun sonucu olarak, Türkiye’de, Faisal Finans, El Baraka Türk gibi Suudi Arabistan kaynaklı finans kuruluşları yoluyla “Yeşil Sermaye” desteklenmiştir. (Burada hemen belirtelim ki, bu “destek” 12 Eylül askeri yönetimi altında sağlanmıştır.)
Bu “islami” neo-liberal uygulama, “ihracata yönelik sanayileşme” adı altında dış ticaretin geliştirilmesine yönelirken, aynı zamanda “ithalatın liberalizasyonu”yla emperyalist metaların iç pazara doğrudan girmesini sağlamıştır.
Erbakan “geleneği”nde “müttefik” olan küçük ve orta sanayi sermayesi ile tefeci-tüccar sermayesi bu süreçte ayrışmaya başlamıştır. “Gelenek”in tefeci-tüccar kesimi, dış finansmanla “milli ve sanayici” kesimine karşı üstünlük sağlamıştır. Artık “Milli Görüş”ün yerini “müslüman tüccar” almıştır.
“Müslüman tüccar” ya da tefeci-tüccar sermayesi, “Yeşil Kuşak Projesi” çerçevesinde emperyalizmin kendisine “ihtiyacı” olduğunu görmüş ve bu proje kapsamında kendisini güçlendirmiştir. İlk dönem Suudi Arabistan, Körfez Ülkeleri’ne yönelen “ihracat”, emperyalizmle işbirliğinin gelişmesine paralel olarak Avrupa’ya ve Orta-Asya’ya doğru açılmıştır. Bu da, tefeci-tüccar sermayesi ile emperyalizm (ve doğal olarak yerli işbirlikçi kesimler) arasında doğrudan ittifak kurulması sonucunu doğurmuştur. Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı dönemi, bu ittifakın sınandığı bir dönem olmuştur. (Bu dönemde İstanbul’da yürütülen “kentsel gelişim” projelerinin doğrudan Dünya Bankası tarafından finanse edilmesi en tipik olgudur. Diğer bir deyimle, Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde yaptığı herşey, Dünya Bankası’nın geri-bıraktırılmış ülkeler için hazırladığı projelerdir.)
Erbakan “geleneği”ndeki bu dönüşüm, giderek geleneksel olarak “merkez”de yer alan müteahhit kesiminin desteğinin kazanılmasını getirmiştir. Böylece, Refah Partisi, 1995 seçimlerinden birinci parti olarak çıkmıştır.
Şubat 2001 krizinin, neredeyse tüm küçük-burjuvaların koalisyon partilerine tavır alması sonucunu doğurması, Erbakan “geleneği”nin “yeni” ya da “yenilikçi” kesiminin gücünü artırmış ve “yenilikçi” denilen kesimin Erbakan’dan koparak oluşturdukları AKP’nin iktidara gelmesinin koşullarını yaratmıştır.
Bu noktada, emperyalizmin yeni Ortadoğu “projesi”nin karşısına Türkiye’deki “merkez sağ” ve “merkez sol” olarak tanımlanan DYP-ANAP ve DSP-CHP bir “engel” olarak ortaya çıkmıştır. Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde Dünya Bankası aracılığıyla “Yenilikçi” kesimle geliştirilen “sıkı ilişkiler” ve tefeci-tüccar kesiminin, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda hareket etmesinin kendisine büyük avantaj sağladığının farkında olması, emperyalizm-AKP “ittifakı”nın kalıcılaşmasını sağlamıştır.
2002 seçimlerinde AKP’nin birinci parti olarak çıkması ve iktidara gelmesiyle birlikte Amerikan emperyalizminin Ortadoğu politikalarının uygulanmasının önündeki siyasal engeller belli ölçülerde ortadan kaldırılmıştır. Artık süreç, Amerikan emperyalizminin Irak işgaline doğru gelişmeye başlamıştır.
AKP’nin “şark kurnazlığı”yla Amerikan emperyalizminin Irak işgaline “tam destek” vermesine rağmen, 1 Mart 2003’de “Irak Tezkeresi”nin TBMM’den geçmemesi belli bir “hayal kırıklığı” yaratsa da, “ittifak” bozulmamıştır. Tefeci-tüccar kesiminin Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’ya ilişkin politikalarıyla yeni pazarlar kazanacağını görmesi kadar, Amerikan emperyalizminin AKP aracılığıyla kendisine “sorun” çıkartan kesimleri tasfiye edebileceğini görmesi de bunda etkili olmuştur. Bu dönemde “Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı” olan Ali Babacan’ın 22 Eylül 2003’de Dubai’de imzaladığı “ABD-Türkiye Finansman Anlaşması” bunun somut ifadesi olmuştur.
Bu tarihten sonraki ekonomik ve siyasal gelişmeler, tümüyle bu “ittifak”ın hedeflerine ulaşmasının tarihidir. Bu süreçte, 2003-2006 yılları bir çeşit “geçiş dönemi” olarak ortaya çıkmıştır. 2007 yılından itibaren “düğmeye” basılmış ve “ittifak” belirlediği hedeflere ulaşmak için harekete geçmiştir.
Amerikan emperyalizminin hedefi, Sovyetler Birliği’nin dağıtılmışlığıyla birlikte ortaya çıkan “ulusalcı” eğilimlerin tasfiye edilmesi (siyasal) ve Türkiye iç pazarının artan oranda emperyalist metaların pazarı haline getirilmesidir (ekonomik). “Ergenekon” davası siyasal tasfiyenin ilk adımını oluşturmuştur. Bu tasfiye “operasyonu”nda AKP’nin “elini” güçlendirmek için “PKK kartı” oyuna sokulmuş ve Amerikan emperyalizminin “şemsiyesi” altında PKK’nin “ateş-kes” ilan etmesi sağlanmıştır. Özellikle 2007 ve 2011 genel seçimleri ile 2010 Anayasa Referandumu öncesinde PKK’nin “ateş-kes” ilan etmesi (ve buna dayanarak yapılan “açılım”), “Kürt Sorunu” karışısında giderek güçlenen “millici” ve “milliyetçi” tepkileri pasifize ederek AKP’nin iktidarını daha da pekiştirmiştir. (“Oslo Müzakereleri” bunun bir parçasıdır.)
Amerikan emperyalizminin hedefleri ile (farklı amaçlarla da olsa) AKP’nin hedeflerindeki çakışma ikisi arasındaki “ittifak”ın sürmesini sağlamıştır. Recep Tayyip Erdoğan’ın “win-win” zihniyeti burada açıkça yaşam alanı bulmuştur.
Bugün Amerikan emperyalizmi ile AKP iktidarı arasındaki “uyum” tartışmasız bir gerçektir. Kürecik’te konuşlandırılan “Füze Kalkanı” ve Suriye politikası bu “uyum”un en tipik olgularıdır.
Mevcut durumda AKP iktidarının karşı karşıya olduğu ekonomik ve siyasal olguların ilk sırasında “Cari Açık”, “Kürt Sorunu” ve Suriye yer almaktadır. Anti-emperyalist toplumsal muhalefet çok zayıftır. “Millici” (“Ulusalcı”) kesimler önemli ölçüde tasfiye edilmiş ya da sindirilmiştir. MHP’nin temsil ettiği “milliyetçi” kesimler ise, Amerikan emperyalizmiyle “uyum” içinde olmanın gereğinin bilincinde olarak, AKP’nin iç (“Kürt sorunu”) ve dış (Suriye) politikalarına desteklemenin kendi “yararlarına” olduğunu kabul etmişlerdir.
Şüphesiz AKP iktidarının en “yakıcı” iç politika sorunu “Cari Açık” ve “Kürt Sorunu”dur. Birincisi, kendi sınıfsal bileşiminde çatlaklara yol açabilme potansiyeline sahipken, ikincisi, yani “Kürt Sorunu”, sindirilmiş “millici” ve denetim altındaki milliyetçi tepkilerin yükselmesine yol açma potansiyeline sahiptir. Bu nedenle, “millici” tepkilerin olası bir yükselişi karşısında, MHP’nin “milliyetçiliği”nin denetime alınması ya da “müttefik” haline getirilmesi önem kazanmıştır. AKP’nin “Cari Açık” nedeniyle uygulamak zorunda kaldığı ekonomik politikaların yaratacağı çatlaklar da MHP’nin güçlenmesine yol açabilecektir. Böylece AKP’nin ekonomik ve siyasal sorunlar karşısında uğrayacağı “kan kaybı”nın MHP’ye kanalize edilmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Elbette en çok “ilgi” ve “tepki” uyandıran sorun, “Kürt Sorunu” ve PKK’nin artan eylemleridir. PKK, 2007-2011 dönemindeki “ateş-kes” politikalarıyla AKP’nin iktidarını pekiştirmesine (özellikle 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu’nda) doğrudan katkıda bulunmuştur. Bu katkı karşılığında “Oslo Müzakereleri” başlatılmışsa da, sonuçta bunun sadece “oyalama” ve “kullanma” amaçlı olduğu PKK tarafından da görülmüştür.
PKK’nin “Devrimci Halk Savaşı” adını verdiği “eylemlilik” nihai bir askeri zaferi hedeflemekten daha çok, “Oslo Görüşmelerine”ne geri dönüşü sağlama amaçlı olduğundan, bir yerden sonra “güç gösterisi”ne yol açmıştır. Siyasal süreç, bu “güç gösterisi”nin etkisi altında gelişme potansiyeline sahiptir.
Yine de PKK’nin “Oslo Görüşmeleri”ne geri dönüş amacı, bir “taktik” ya da “strateji” değildir. “Kürt Sorunu”nda, gerek Erbakan “geleneği”nin, gerekse ayrışmış haliyle AKP’nin temsil ettiği sınıfsal kesimler vardır. Seçimlerde AKP’nin aldığı oy oranına bakıldığında, bu kesimlerin gücü oldukça büyüktür. Kürt tefeci-tüccar kesimi kadar küçük tüccarlar (esnaf) da AKP’yle birlikte gelişen meta ticaretinden “nasip”lerini almaktadırlar. Yine AKP’nin “Kuzey Irak Bölgesi”ne ilişkin yürüttüğü politika (ki tümüyle ABD tarafından dikte ettirilmiş bir politikadır), bir kısım Kürt feodallerinin “taşeron burjuva”ya dönüşmesini sağlamaktadır. Kuzey Irak’taki “yatırımlar”la gelişen ve zenginleşen kesimler AKP’nin “sadık” destekçileri olarak ortaya çıkmaktadır. Bu kesimlerin, gerek feodal bağları, gerekse gelişen ve dönüşen konumlarıyla birlikte ortaya çıkan “istihdam” gücü önemli bir oy potansiyeli sağlamaktadır.
Diğer yandan Kürt yoksul köylüsünün ezilmişliğine karşı “tarikatlar”a yönelmişliği de AKP lehine bir ortam yaratmıştır.
Burada ikircikli olan, kararsız olan Kürt küçük-burjuvazisidir. Aydın kesim gelişen olayların temelinde yatan etmenlerin belli ölçüde bilincindedir. Ancak “Bağımsız Kürdistan” konusunda, “uluslararası konjonktür”e biçilen değer çerçevesinde net bir tutum takınamamaktadır. Bu kararsız ve belirsizlik içinde “sol” geçmişlerinden aldıkları “bakış açısı”yla varlıklarını sürdürmektedirler. “Demokratik Özerklik” konusundaki “deklarasyon”da görüleceği gibi, oluşacak “özerk” ya da “bağımsız” Kürdistan konusunda, A. Öcalan’ın temsil ettiği “milli mutabakat”la çelişik görüşlere sahiptirler.
Bunların yanında, Turgut Özal’ın “Büyük Türkiye Federasyonu” türünden “bölgesel güç” ya da “alt-emperyalist” nitelikte “projeler” de Kürt küçük-burjuvazisini etkileyebilmektedir.
Bunun karşısında AKP’nin “milli” damarı ile “dinci” (“islamcı”) damarı yer yer birbiriyle çatışmaktadır. Ancak Kürt tefeci-tüccar ve toprakağalarının kesin yedeklenmiş olmasından yola çıkarak, kendi amaçları doğrultusunda “Kürt Sorunu”nu kullanmak istemektedirler. “Komşularla sıfır sorun” politikasında olduğu gibi, bu sorun karşısında da AKP’nin tutumu, “yapıyormuş gibi davranmak”tır. Recep Tayyip Erdoğan’ın demagojik söyleminin etkili olduğunun görülmesi de bu tutumu pekiştirmektedir. AKP’nin yargıyı tümüyle ele geçirmesinin aracı olan 12 Eylül 2010 Referandumu’nda PKK’nin “bitaraf” kalmasını sağlayabilmiş olmaları da, izledikleri ikiyüzlü ve demagojik politikanın etkili olduğunu düşünmelerine yol açmıştır.
PKK’nin ya da A. Öcalan’ın AKP’nin bu ikiyüzlü ve demagojik politikalarını göremediklerini düşünmek safdillik olur. Elbette PKK yönetimi (ve A. Öcalan) AKP’nin politikalarının “amacı”nı bilmektedirler. Ama “amaç” bir yana bırakıldığında, bu politikaların ABD’nin talimatıyla yapıldığını da bilmektedirler. ABD’nin Ortadoğu’da kendisine bağımlı bir “Kürt devleti” oluşturmak istediği de açıktır.
[3*] PKK açısından sorun, böylesine bağımlı bir “Kürt devleti”nin kendi kadroları tarafından ne ölçüde benimsenebileceği ve Kuzey Irak’ın merkez olacağı olası bir “Kürt devleti”nde kendi varlığını ne kadar koruyabileceğidir.
PKK’nin bu sorunu, aynı zamanda Barzani’nin ve ABD’nin de bir sorunudur. Onlar da “evcilleştirilmiş” bir PKK’den yanadırlar. Ama bunun hemen ve “müzakere” yoluyla (ya da A. Öcalan’ın serbest bırakılmasıyla) gerçekleşmeyeceğini de bilmektedirler. Bu nedenle, PKK’nin eylemliliğini artırması karşısında Türkiye’nin belli ölçülerde gerçekleştireceği “imha operasyonaları”yla PKK’yi zayıflatmasından yanadırlar. TSK’nın “operasyonları”yla “ağır” kayıplara uğrayacak bir PKK’nin daha kolay “evcilleştirilebileceği” varsayılmaktadır. (Bu varsayım AKP yönetiminde de egemendir.)
Şurası açıktır: “Kürt Sorunu”, gerçekte bir ulusal sorundur. Her ulusal sorun gibi çözümü de demokratik niteliktedir, yani ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkının tanınmasıyla olanaklıdır. Ancak “Kürt sorunu”nun ulusal ve demokratik bir sorun olması, bu sorunun çözümüyle sorunun olduğu ülkenin demokratikleşeceği anlamına gelmemektedir. Kimi yandaş ve taraftar yazarların iddia ettiği gibi, “Kürt Sorunu”nu çözen bir AKP “bin yıl” iktidarda kalabilecektir. Ve herkesin kolayca bilebileceği gibi, AKP’nin “demokrasi” diye bir sorunu, bir derdi yoktur. “Demokrasi”, sadece “amaç”a ulaşmanın basit bir aracıdır. “Demokrasi”, yani sandıksal demokrasi, AKP’nin sayısal çoğunlukla iktidar olabilmesini sağlayabilen bir araçtır. Buradan da ülkenin demokratikleşmesinin çıkmayacağı açıktır.
Şimdi Recep Tayyip Erdoğan, “yeni beyaz sayfa açma” propagandasıyla PKK’yi aynı ırmakta ikinci kez yıkamaya kalkışmaktadır. Cumhurbaşkanlığı yolunda önüne çıkabilecek olası engelleri bertaraf etmeyi amaçlayan bu “yeni beyaz sayfa” edebiyatı, “güçlendirilmiş Cumhurbaşkanlığı”na ilişkin anayasa değişikliğinde ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde BDP’nin desteğini almayı amaçlamaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçiminde BDP’nin oylarının “kritik” nitelikte olduğu 12 Eylül 2010 Referandumu’nda “bitaraf” kalmasıyla (“boykot”) açıkça görülmüştür. Öte yandan PKK’nin “ateş-kes”inin, yani eylemsizliğinin her seçimde AKP lehine sonuçlar doğurduğu da açık gerçeklerdendir.
Elbette PKK’nin, aynı söylemle yıkatıldıkları ırmakta ikinci kez yıkanmayı kabul ederek “II. Oslo Görüşmeleri”ne başlaması, Ortadoğu “denklemi”nin bir parçası olmaları bağlamında değerlendirilecektir. Bu bağlamda, PKK’nin, Recep Tayyip Erdoğan’ın söylemiyle yetinmeyeceği, “II. Oslo Görüşmeleri”nde ABD’nin müdahil olmasını talep edeceği söylenebilir. Burada “Suriye Kürdistanı” PKK’nin en önemli “koz”u olacaktır.
PKK’nin nasıl “evcilleştirileceği” ve “evcilleştirilmiş” bir PKK’nin Amerikan emperyalizminin bölgesel çıkarlarının hangilerinin gerçekleşmesinin aracı olacağı zaman içinde netleşecektir. Burada belirleyici unsur, Kürt küçük-burjuvazisi ile feodal kesimlerin “işbirlikçi burjuva” olmaya talip olmalarıdır. Böylece PKK’nin 1990’larda başlayan sınıfsal dönüşümü de tamamlanmış olacaktır.
Şüphesiz AKP’yi “Kürt Sorunu” kadar zorlayan ikinci sorun ise, ekonomiktir. “Avrupa borç krizi” koşullarında “Cari Açık”ın finansmanı sorunu giderek uluslararası bir sorun haline gelmiş ve “global mali sermaye” cari açığın küçültülmesini talep etmiştir. 2011 başlarında eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz döneminde “sıcak para”ya karşı uygulamaya sokulan önlemler bir süre gevşetilmişse de (inşaat sektöründeki durgunluk nedeniyle), “global mali sermaye”nin baskısı karşısında yeniden sıkılaştırılmıştır. Bunun sonucunda iç talep daralmıştır. Başta inşaat ve otomotiv sanayi olmak üzere pek çok kesim “durgunluk” içine girmiştir. Yapılan bütçe harcamalarıyla “durgunluk” hafifletilmeye çalışılmışsa da, bu kez de bütçe açığı büyümüştür.
Böylece AKP, “global mali sermaye”nin baskısı ile temsil ettiği kesimlerin tepkisi arasına sıkışmıştır. Bu sıkışıklıktan kurtulabilmek için tek “umudu”, ABD’nin “3. Parasal Genişleme” politikası ile daha fazla yabancı sermaye girişinin gerçekleşmesidir. Bunun da aynı süreci, yani “düşük kur, yüksek faiz” dönemini bir kez daha yinelemekten başka bir sonucu olmayacaktır.
AKP’nin son günlerde yaptığı transferler (Numan Kurtulmuş vs.) ekonomi planında ortaya çıkan “tepkileri” pasifize etmeyi ve olası bir ayrışmaya karşı yeni “müttefikler” bulmayı amaçlamaktadır.
“Suriye sorunu” ise, gerçekte, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’yu yeniden “dizayn” ederken ortaya çıkacak ganimetten pay kapma çabasının ürünüdür. Bir diğer deyişle, amaç, Turgut Özal’ın 1991 yılındaki Irak Savaşı’na ilişkin söylediği gibi, “bir koyup üç almak”tır. Ama dozu giderek artan söylemlerin bir sonucu olarak, diplomatik ve siyasal düzlemde, hem Recep Tayyip Erdoğan için “kişisel” bir sorun, hem de bir “prestij” sorunu haline dönüşmüştür. Diğer yandan Suriye’de Kürtlerin “varlığı”nın “keşfedilmesi”yle birlikte, “Suriye Sorunu”, “Kürt Sorunu”nun bir parçası haline gelmiştir.
Öte yandan, AKP’nin (özellikle de “teorisyen” A. Davutoğlu’nun) “neo-osmanlı” “vizyonu”, Suriye’yi Türkiye’nin “arka bahçesi”, “lebensraum”u, yani sömürgesi haline getirmeyi amaçlamaktadır. Böylece Suriye, Türkiye’nin denetiminde bir sömürü pazarı haline gelecektir. İsmet Berkan türünden “neo-liberaller” tarafında desteklenen bu “vizyon/proje”, “alt-emperyalist” türünden bir sömürgeci haline gelecek Türkiye’nin bu sömürge pazarları yoluyla büyük kârlar sağlayacağı ve bu sömürüden elde edilen kârların da Türkiye’deki “insanlar”ın yaşam düzeyinin yükselmesine yol açacağı “belentisi”ni içermektedir.
Bu eski-sömürgeci zihniyet, bir yandan Suriye feodal-dinci kesimlerini “işbirlikçi” haline dönüştürürken, diğer yandan “radikal sünni-islamcı” kesimleri “tetikçi” olarak kullanmaktadır. Çeçenistan’dan Afganistan’a Libya’dan Türkiye’ye kadar her yerden devşirilen bu “tetikçiler”in yürüttüğü “cihat”, kaçınılmaz olarak dünyanın her yerinde kullanılabien “deneyimli” “radikal-sünni islamcı” bir silahlı gücü ortaya çıkarmaktadır. Bu silahlı güç, bugün için AKP iktidarı tarafından “denetlenebilir” görünseler de, olası siyasal gelişmelerle birlikte, Türkiye içinde faaliyet yürüten bir “kontra gücü” haline dönüşecektir. Bu “kontra gücü”, AKP’nin kendi muhaliflerine karşı kullanılabilir bir güçtür. AKP, siyasal gücünü yitirdiği oranda bu “kontra gücü”nü devreye sokacaktır. Açıktır ki, bu “kontra gücü”nün hedef kitlesi de, her zaman olduğu gibi, Türkiye sol hareketi ve Alevi kitlesi olacaktır.
Bu dinamiklerin yanında, AKP iktidarının doğrudan Suriye’ye askeri müdahalede bulunma ve Suriye’yi işgal etme olasılığı da söz konusudur. Bu durumda, “radikal sünni-islacı” “kontra gücü”nün ülke içinde kullanılma olasılığı giderek büyüyecektir.
Akçakale’ye “düşen” top mermisiyle başlayan ve ardından TBMM’den “askeri müdahale” için “tezkere”nin çıkartılmasıyla devam eden içinde bulunduğumuz süreç, AKP’nin yukarda ortaya koyduğumuz “vizyon”u çerçevesinde tırmanma sürecine dönüşmüştür.
AKP, Suriye’ye yönelikmişçesine çıkardığı “tezkere” ile, öncelikle “kontra gücü”nün başarısız olduğu yerlere müdahale etmeyi amaçlamaktadır. Bu müdahalenin, ilk planda “insani yardım” kisvesi altında “tampon bölge” oluşturmaya yönelecektir. “Tampon bölge”, “Suriye’den Türkiye’ye yönelik saldırıların önlenmesi” bahanesiyle uygulamaya sokulurken, tüm beklenti, Suriye ordusunun bu müdahale karşısında hareketsiz kalmasıdır. Böylece “tampon bölge” Suriye ordusunun hareketsizliği ölçüsünde istenildiği kadar genişletilecektir. Ardından Recep Tayyip Erdoğan’ın “Şam’da namaz kılma” muradını gerçekleştirmek için Suriye’nin tamamının işgaline geçilecektir.
Bu bir savaştır. “Neo-osmanlıcılar”, Recep Tayyip Erdoğan’dan ikinci Yavuz Sultan Selim yaratmak için, “gözünün üstünde kaşın var” türünden bir gerekçeyle, sonuçlarının ne olacağı bilinmeyen bir savaşa girişmektedirler.
Bu savaşın nasıl gelişeceği kadar, nasıl sonuçlanacağı da, tümüyle Suriye devletinin ve ordusunun “direnme” gücüne bağlıdır. “Direnme” ne kadar büyük olursa, “neo-osmanlıcılar”ın savaşı da o kadar kanlı olacaktır.
Yine de AKP’nin, tüm bu maddi ve somut olgular karşısında “siyaseten” varlığını sürdürmesinde
demagojik söylemin büyük rolü vardır. “Medya” aracılığıyla yürütülen demagoji geniş kesimleri etkileyebilmektedir. Dolayısıyla yaşanılacak süreçte AKP demagojisinin (amiyane ve “medyatik” tabirle) “zirve” yapacağını söylemek kahinlik olmayacaktır.
Mevcut durumdan öne çıkan en temel unsur da, AKP’nin
demagojisinin ve savaş girişiminin bertaraf edilmesinin siyasal süreç üzerinde belirleyici bir yere sahip olduğudur. Bu da, siyasal gerçeklerin teşhir edilmesinden başka bir şey değildir. Bu gerçekleştirilebildiği ölçüde AKP gerileyecektir. Bunun dışındaki her “gelişme”, AKP’nin kendiliğinden “yıpranması”na ve “zayıflaması”na yol açacağından uzun bir zamanı kapsayacaktır. Bu zamanı da, demagojik söylemle ve “dindar nesil” yaratma projeleriyle değerlendirmeye çalışacağı da açıktır.
Dipnot
[1*] Eklektizm (seçmecilik), “Değişik ve çoğu kez birbirinin tam karşıtı olan felsefe dizgelerinin, görüş açılarının, kuramsal öncüllerin vb. bağdaşmaz yanlarını görmezlikten gelerek, bağdaşabilir yanlarını düzenli bir bütün oluşturmadan bir araya getirme tutumu”dur.)
[2*] Yalçın Küçük, bir zamanlar şöyle bir saptamada bulunmuştu: “Deha, geçiciye kapılmamak olduğuna göre, ‘dahi’ gazeteci olamaz. Çünkü gazeteci geçici’yi, günceli yaşayan kimsedir; günlük olanı abartma eğilimi taşıyan kalemdir. Aslında telefon ve daktilo bile denebilir. Bir adım daha atılabilir; gazeteciden yazar bile olamayacağı haklı olarak söylenebilir. Yazarlık, gazetecilik bırakıldıktan sonra başlar. Balzac, gazeteciliği bırakmakla ne kadar iyi etti, yazar oldu. Balzac, belki de dehasının ilk işaretlerini bu kararıyla verdi... Türkiye’de her gün yazan fıkra yazarı geleneği bir yoksulluğun işaretidir. Yazanlar açısından büyükçe bir dramdır; hep geçici’yi kalıcı yapmaya çalışmanın trajik örneklerini vermek durumunda kalıyorlar. Türkiye açısından ise tam bir trajediyi sergiliyorlar: Düşün alanını tutuyorlar. Gresham’ın kötü paranın iyi parayı kovma yasası türünden bir etkileme ile Türkiye’nin teorik sığlığına katkıda bulunuyorlar. Bu sonucu formüle edebilirim: Türkiye’de fıkra yazarlığı geleneği, deha ve teori yoksulluğunun kanıtıdır.” (Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler-3 1830-1980, s: 18-19, Ekim 1987)
[3*] Bu olgu çoğu zaman görmezlikten gelinmektedir. Oysa ABD’nin “Kürt devleti” konusundaki tutumu I. Dünya Savaşı döneminde belirlenmiştir. 8 Ocak 1918’de ABD başkanı Thomas Woodrow Wilson’un açıkladığı “Yeni Uluslararası İlişkilerin İlkeleri”nin (“Wilson İlkeleri”) 12. maddesinde, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk kısmına egemenlik hakkı tanınmalı, fakat Türk egemenliği altındaki diğer ulusların yaşama hakkı ve özerk gelişme olanağı kesin biçimde güvenceye alınmalıdır.” denilmektedir. Burada sözü edilen “Türk olmayan uluslar”, Ermeniler, Rumlar, Araplar ve Kürtlerdir.