“Savaş, hasmı irademizi yerine getirmeye zorlayan bir şiddet hareketidir.
Şiddet, şiddeti göğüslemek için, bilim ve sanatların buluşları ile silahlanır. Gerçi kaydedilmeye değmez bazı ufak tefek sınırlamaları devletler hukuku yasaları adı altında kabul eder ama, bunlar uygulamada savaşın gücünü zayıflatmaz. Şiddet, yani fizik kuvvet (çünkü devlet ve kanun kavramlarının dışında manevi kuvvet diye bir şey yoktur), böylece savaşın aracı olmaktadır; ereği ise düşmana irademizi zorla kabul ettirmektir…
İnsancıl kişiler belki kolaylıkla, düşmanı çok kan dökmeden silahsızlandırmanın ve yenmenin etkin bir yöntemi bulunduğunu ve gerçek savaş sanatının bu amaca yöneldiğini düşünebilirler. Ancak bu istenilir bir şey gibi görünmesine karşın, aslında bir çırpıda bir kenara itilmesi gereken bir yanılgıdır. Savaş gibi tehlikeli bir işte, iyi yüreklilikten gelen hatalar başa gelebilecek şeylerin en kötüsüdür. Fizik gücün sonuna kadar kullanılması hiç bir zaman zekanın kullanılmaması anlamına gelmediğinden, bu fizik gücü acımadan kullanan ve kan dökmekten çekinmeyen taraf, aynı şekilde hareket etmeyen diğer tarafa oranla avantajlı bir durum elde eder. Neticede de iradesini hasmına kabul ettirir. Böylece her iki taraf da aynı şeyi düşündüğünden, birbirlerini aşırı hareketlere iterler ve bu aşırılıklar karşı tarafın güç ve direncinden başka bir sınır tanımaz…
Düşmanın irademize boyun eğmesi için, onu kendisinden istediğimiz fedâkarlıktan daha elverişsiz duruma sokmamız gerekir. Bununla birlikte, durumunun elverişsizliği geçici olmamalı, hiç değilse öyle görünmemelidir, aksi halde, düşman daha elverişli bir anı kollar ve teslim olmaz. Bu itibarla, savaş faaliyetinin devamının düşmanın durumunda meydana getireceği her değişikliğin, hiç değilse teorik olarak, kötüye doğru olması gerekir. Savaş halinde bulunan bir kimse için en kötü durum, tamamen etkisiz hale geldiği durumdur. Öyleyse düşmanı bir savaş hareketi ile irademize boyun eğecek duruma getirmek istiyorsak, ya onu gerçekten silahtan tecrit etmek, ya da kendisini öyle bir tehdit altında hissedeceği bir hale getirmek gerekir.” (Carl von Clausewitz, Savaş Üzerine.)
Savaş teorisinin gelmiş geçmiş en büyük ustalarından olan Clausewitz’in yukardaki değerlendirmelerinde iki ana unsurun öne çıktığını görürüz: a) İrade, yani savaşma, savaşı sürdürme iradesi; b) Şiddet, yani fiziki güç. Bunlardan birincisi, hem savaşın amacı, hem de savaşı başlatmanın ve sürdürmenin temel unsurudur.
Savaşın (askeri savaş) amacı, düşmana kendi irademizi kabul ettirmeye, kendi irademize boyun eğmesini sağlamaya yönelik bir şiddet eylemi olduğu için, işin içine sürekli olarak psikolojik unsurlar girer. Clausewitz’in sözleriyle, karşı tarafın (düşman olarak tanımlanan kesimin) kendisinin çok zor duruma düşürüldüğünü, eğer karşı tarafın (savaşı sürdüren diğer tarafın) iradesine boyun eğmediği, yani karşı tarafın isteklerini yerine getirmediği takdirde çok daha ağır bedeller ödemek durumunda kalacağını düşünmeye başlaması savaşın amacına ulaşmanın en önemli adımlarından birisidir.
Savaş teorisine göre, düşmanı (karşı tarafı) böyle bir duruma ve düşünceye sevk edebilmenin en temel ve etkili yöntemi, onu silahtan tecrit etmekten geçer. Düşmanı silahtan tecrit etmek içinse, etkin olarak kullandığı ya da kullanabileceği fiziki güç araçlarını (ordu, yani silahlı insalar ve silah) imha etmek ya da bunları kullanamaz hale getirmektir.
İşte savaşta “psikolojik harekât”ların başladığı yer de burasıdır.
“Psikolojik savaş” ya da “psikolojik harekât”, düşmanın savaşma iradesini, doğrudan silahlı güçlerini imha etmeksizin, zayıflatmaktır. Bu da insan unsurunun, yani silahlı güçlerin moralinin bozulması, kendilerini tehdit altında hissetmeleri ya da savaşı sürdürseler bile
zafer kazanamayacaklarına inanmalarının sağlanması demektir.
1991’deki “I. Körfez Savaşı”ndan günümüze kadar sürüp giden emperyalist saldırganlığın ortaya çıkardığı tüm savaşlarda “psikolojik harekât” hemen hemen tüm savaş sürecinin büyük bir bölümünü oluşturmuştur.
“Psikolojik harekâtlar”ın birinci aşaması, doğrudan emperyalist ülkelerin kamuoyuna yönelik olmuştur. Burada amaç, “düşman” ilan edilen ülkenin ya da yönetimin kendi kamuoyu tarafından “büyük düşman” olarak “algı”lanmasını sağlamaktır. Böylece kendi kamuoyunun desteği kazanılmış olmaktadır.
İkinci aşama ise, doğrudan düşmana yönelik, düşmanın iradesini, savaşma isteğini ortadan kaldırmaya yönelik “psikolojik harekâtlar”dır.
Burada ilk unsur, düşman ilan edilen ülkenin ya da yönetimin elinde bulundurduğu bazı savaş araçlarını etkisiz hale getirmeye yönelik dezenformasyonlardır. “Kitle imha silahları” konusunda kopartılan büyük gürültülerin amacı, böylesi bir durumu, yani karşı tarafın elindeki bazı savaş araçlarını kullanamaz hale getirmek olmuştur. Dün Saddam Hüseyin’e yönelik yürütülen bu psikolojik kampanya, bugün “kimyasal silahlar” bağlamında Beşar Esad yönetimine karşı da yürütülmektedir. Böylece karşı tarafın (Saddam Hüseyin ya da Beşar Esad) elindeki “kitle imha silahlarını” kullanma iradesi kırılmaktadır. Burada, büyük bir “medya propagandası” söz konusudur. Oysa “kitle imha silahları” denilen (ya da Suriye olayında olduğu gibi “kimyasal silahlar”) “savaş araçları”na sahip olan ülkeler, bu araçları olası bir savaşta kullanmak amacıyla sahip olmuşlardır. Dolayısıyla,
önsel olarak, savaşa girdiklerinde bu “savaş araçları”nı kullanma iradesine sahiptirler. Yürütülen “psikolojik harekâtlar”la bu önsel olarak varolan irade ortadan kaldırılmaktadır. Suriye olayında görüldüğü gibi, Beşar Esad yönetimi elindeki “kimyasal silahları”, “dış saldırı dışında” kullanmayacağını ilan etmek zorunda kalmıştır.
İkinci unsur, Irak işgalinde ve Libya olayında görüldüğü gibi, silahlı güçlerin etkisizleştirilmesi amacıyla, yani moralini bozmak amacıyla, insanların satın alınmasıdır. Böylece, birbiri ardına “yönetimin en etkili unsurları” saf değiştirmeye başlar. Kimi zaman bir büyükelçi, kimi zaman bir general, kimi zaman bir askeri birlik satın alınarak saf değiştirmesi sağlanır. Burada para ana unsur olmakla birlikte, belirleyici unsur karşı tarafın savaşı kaybedeceği düşüncesinin egemen kılınmış olmasıdır. Bugün Beşar Esad yönetiminin karşı karşıya kaldığı en büyük “tehdit”, “
er ya da geç” bu
savaşı kaybedeceğine inanılmasıdır.
Bugün Suriye’ye ilişkin “Türk medyası”nda çıkan haberlerin ana konusu, neredeyse sadece Beşar Esad yönetiminin “er ya da geç” savaşı kaybedeceğine ilişkindir. Televizyonlara çıkartılan “yorumcular” tarafından özellikle bu konu işlenmektedir. AKP iktidarının “danışmanları”, bu yöndeki psikolojik savaş unsurlarının tek tek piyasaya sürülmesini sağlarken, aynı zamanda eski dönemde kullanılmış, kullanım süresini doldurmuş “psikolojik savaş unsurları”nı geri çekerek, yeni ve taze güçleri piyasaya sürmektedir. (Örneğin,
Milliyet’ten Aslı Aydıntaşbaş ve
Hürriyet’in Ankara Temsilcisi Metehan Demir
[*] ilginç “kişilikleri”yle Suriye’ye yönelik “medya”daki “psikolojik harekât”ın ana unsurları durumundadırlar.)
Burada “hedef kitle”, bir taraftan “ilgili ülkenin” kamuoyu ve silahlı güçleri iken, diğer taraftan “ilgilenen ülkenin” kamuoyudur. Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde, Irak işgalinde ve Kaddafi olayında birbirinin kopyası olan dezenformasyon haberleri, bu kez Suriye’ye yönelik saldırıda kullanılmaktadır. İlk üç olayla “başarılı” olduğu kabul edilebilecek olan bu dezenformasyon (ya da “psikolojik harekât”), görülen odur ki, Suriye olayında da etkin biçimde işlevini yerine getirmektedir. Burada önemli olan Suriye kamuoyuna ve silahlı güçlerine yönelik “psikolojik saldırı”dan daha çok, “ilgilenen ülkenin” kamuoyuna, yani Türkiye kamuoyuna yönelik “psikolojik harekât”tır.
Türkiye kamuoyuna yönelik “psikolojik harekât”ın temel amacı ise, Suriye’ye yönelik her türden (örtülü ya da açık) müdahaleye karşı kamuoyunun tepkisini pasifize etmektir. Bir ölçüde Suriye’ye müdahale edilmesine karşı çıkan kesimlerin hareketsizleştirilmesinde başarılı da olunmuştur.
Suriye’ye yönelik askeri müdahalenin en tipik özelliği ise, Amerikan emperyalizminin 1980’lerde Nikaragua’da etkin biçimde uyguladığı “
kontra örgütlenmesi”nin yaratılmış olmasıdır. “Rejim muhalifleri”, özellikle “Müslüman Kardeşler”, tipik kontra-gerilla yöntemleriyle savaşmak için örgütlenmiş ve silahlandırılmıştır. Geçmişte “kontra-gerilla”, gerilla savaşına karşı “örtülü operasyonlar”ın aracı olarak kullanılmıştır. Bu bağlamda, “kontra-gerilla”, özellikle “ölüm mangaları” ya da faşist milis örgütlenmeleri yaratarak, doğrudan “rejimin savunucusu” yasadışı bir güç olarak, gerillanın arka-cephesine saldırılar yöneltmek için kullanılırdı. Bugün ise, benzer bir örgütlenmeyle doğrudan “istenmeyen rejimler”e karşı “istikrarsızlık yaratma” ve saldırı amacıyla kullanılmaktadır. Gerek örgütlenme tarzları, gerek silahlandırılmaları, gerekse de savaş yöntemleri “kontra-gerilla” faaliyetlerinin tipik bir kopyası durumundadır. Nikaragua’ya yönelik “düşük yoğunluklu savaş”ta Honduras bir “kontra üs bölgesi” olarak kullanılırken, bugün Suriye’deki “rejim muhalifleri”nin üs bölgesi Türkiye olmaktadır.
Burada “rejim muhalifleri” olarak “kontra”laştırılan unsurlar, tümüyle paralı askerler durumundadır. Ancak sadece “para”yla “motive” edilmiş değillerdir. Bu paralı askerlerin (“rejim muhalifleri”) en temel özelliği, şu ya da bu nedenle mevcut siyasal yönetime karşı düşmanlık duygusuna sahip olmalarıdır. Geçmiş yıllarda Baas yönetimine karşı iki büyük silahlı isyanı gerçekleştiren “Müslüman Kardeşler” bunun için uygun bir temele sahiptir. Böylece Baas yönetimine düşman olan “Müslüman Kardeşler”, “dış güçler”in, özellikle Amerikan emperyalizminin açık desteğiyle harekete geçirilmişlerdir.
Bu “operasyon”da, “Müslüman Kardeşler”e mensup “kontra”ların ailelerinin “korumaya” alınması ilk adımı oluşturmuştur. Henüz ciddi bir çatışma söz konusu değilken, Türkiye’de “çadır kentler”in hazırlıklarına girişilmesi, bu ilk adımın ürünüdür. Bugün bu “çadır kentler”e ya da “konteyner kentlere” yerleştirilen “sivil sığınmacılar”, neredeyse tümüyle “kontra” aileleridir. (“Suriye Özgürlük Ordusu”nun önde gelenlerinin aileleri Reyhanlı, İslahiye vb. kentlerde evlere yerleştirilmiştir.)
İşte böylesi bir “kontra operasyonu” koşullarında, “Strateji, Diplomasi ve Savaş Taktiklerinin Günümüz Yöntemlerine Uyarlanması” üzerine master yapmış “kişilik”ler kolayca piyasaya sürülebilmekte ve revaç görebilmektedir.
Açıktır ki, savaş, sadece “savaş alanında” silahlı güçlerle yürütülen askeri bir savaş değildir. Her savaş gibi, Suriye “savaşı” da, politikanın bir devamıdır. Bu açıdan ele alındığında, Suriye’ye yönelik “kontra savaşı”, “ilgilenen taraflar”ın politik amaçlarını gerçekleştirmenin aracı olarak kullanılmaktadır. Bir bütün olarak emperyalizm, siyasal olarak “Arap milliyetçiliği”nden (Baas) “sonsuza kadar” kurtulmayı amaçlarken, ekonomik olarak eski İngiliz ve Fransız sömürgelerini yeniden emperyalist dünya pazarının bir parçası haline getirmeyi amaçlamaktadır. Türkiye’nin, daha tam ifadeyle, AKP’nin “amacı” ise, kendi feodal-tacirleri için yeni bir “ticaret alanı” açmak ve bu yolla Arap ülkelerine yönelik ticareti artırmaktır. İdeolojik planda “yeni-osmanlıcılık” olarak ortaya konulan bu amacın, gelişen Avrupa krizi koşullarında daralan ihracat hacmi karşısında bir cankurtaran işlevi göreceği varsayılmaktadır.
Gerçeklikte, ortaya çıkacak olan pazar, sadece ve sadece emperyalizmin pazarıdır. AKP’nin feodal-tacir kesiminin bu pazardaki rolü, Türkiye iç pazarındaki emperyalist şirketlerin (Carrefour, Metro, Real, İkea, Tesko-Kipa vb.) taşeronu ve tedarikçisi rolünden çok farklı olmayacaktır.
Şüphesiz Suriye, savaş ve politikadan söz edilince, “Kuzey Suriye sorunu”ndan söz etmemek olanaksızdır. Bir dönem AKP “medya”sı tarafından Suriye Kürtleri’nin nasıl ezildikleri, “vatandaşlık hakları”nın bile olmadığı vs. propagandası yapılmışsa da, iş “ciddiyete” binince, birden Suriye Kürtleri’nin “oldu-bitti”sine “izin verilmeyeceği” ulu orta söylenmeye başlanmıştır. Kimilerinin iddia ettiği gibi, Amerikan emperyalizminin “Büyük Ortadoğu Projesi”nin bir parçası olarak “Büyük Kürdistan” kurma amacından söz edilebilse de, AKP iktidarının “yeni-osmanlı vizyonu”nun böyle bir öngörüsü olmadığı açıktır. Bu da, AKP’li tefeci-tüccarların umdukları ile bulacakları arasındaki çelişkiyi açık biçimde ortaya koymaktadır. Çünkü savaş, yalın biçimde iki ya da üç silahlı gücün karşılıklı muharebe etmeleri değildir. Savaşın politik içeriği, kaçınılmaz olarak, her türlü politik gelişmenin önünü açar. Çok bilinen halk deyişiyle, “Dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak” böylesi “kontra” savaşlarının olası sonuçlarından birisidir.
Dipnot
[*] Metehan Demir özellikle ilginç bir “kişilik”tir. 1990 yılında Hava Harp Okulu’ndan mezun olan ve dört yıl sonra Hava Kuvvetleri’nden ayrılan bu “kişilik”, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon tarafından özel olarak eğitilmiş görünmektedir. 2000 yılında Washington’da “Amerikan Dış Politika Dinamikleri” programından “sertifika” aldığı söylenen Metehan Demir, 2003 yılında İngiliz Savunma Akademisi’nde “Strateji, Diplomasi ve Savaş Taktiklerinin Günümüz Yöntemlerine Uyarlanması” konusunda yüksek lisans yapmıştır. Bugün Hürriyet gazetesinin Ankara Temsilciliği “görevini” ifa eden bu “kişilik”, tüm “savaş bilgisini” Suriye olayıyla birlikte “kamuoyunun hizmetine” sunmaktadır. Bunun yanında Recep Tayyip Erdoğan’ın yağdanlığı görevini de yerine getirmektedir Son günlerdeki işi ise, Londra Olimpiyatları’nda “Türkiye’nin büyük zaferi”nin psikolojik altyapısını oluşturmaktır.