“Bir zamanlar”, insanlar, geleceğin ne olacağını bilmekten çok, geleceğin nasıl olması gerektiğini tartışıp geleceği biçimlendirmeye çalışırlardı. Bu zamanlar, devrimci mücadelenin geliştiği ve yaygınlaştığı dönemlerdi.
Her devrim, birleşik ve örgütlü karşı-devrim doğurarak gelişir. Dolayısıyla gelişen ve yaygınlaşan devrimci mücadele karşısında, egemen sınıflar kendi aralarındaki çelişkileri bir yana bırakarak uzlaştılar ve tüm devlet olanaklarını seferber ederek güçlü bir karşı-devrim cephesi oluşturdular. Bu karşı-devrim cephesi, kimi zaman yönetimin askerileştirilmesi şeklinde (12 Mart ve 12 Eylül’de olduğu gibi), kimi zaman MC hükümetleri ve faşist milis örgütlenmeler olarak ortaya çıktı.
Bu süreçte “gelecek” ya da “gelecekte ne olacağını bilme” sorunu, açık ve kesin biçimde hangi tarafın zafer kazanacağına ilişkin bir sorundu. Tüm taraflar ve her bir tarafın tüm bileşenleri, “gelecek”in sadece ve sadece mücadeleyle, mücadeleyi kararlılıkla ve sonuna kadar sürdürmekle belirleneceğinin farkındaydılar.
Güçler, yani devrimci güçler ile karşı-devrimci güçler eşit değildi. Maddi ve teknik olarak çok güçlü karşı-devrim cephesi (emperyalizm ve oligarşi) karşısında devrimci güçler hem dağınık, hem de zayıftılar, ama siyasal ve moral olarak üstündüler. Ancak karşı-devrim cephesi siyasal açıdan tam olarak tecrit edilemediğinden ve devrimci güçler birleşik bir cephe oluşturamadıklarından, yönetimin askerileştirilmesiyle birlikte ülke çapında başlatılan devlet terörüyle ezildiler ve başarısızlığa uğradılar.
12 Mart koşullarında, devrimci güçlerin siyasal ve moral üstünlüğü karşısında devlet terörü bir süre etkili olabildiyse de, devrimci mücadelenin gelişimini durdurmakta başarılı olamadı. Böylece 1974’den itibaren devrimci mücadele, siyasal ve moral üstünlüğüne dayanarak yeniden gelişmeye ve yaygınlaşmaya başladı.
“Geleceğin ne olacağını” bilmek yerine,
geleceği kurmak için mücadeleyi sürdüren devrimci güçler, 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte genişliğine ve derinliğine bir yenilgiyle yüzyüze geldiler.
12 Eylül döneminin askeri terörü, bir yandan devrimci güçleri fiziki ve maddi olarak imha ederken, diğer yandan devrimci güçlerin siyasal ve moral üstünlüğünü belli ölçülerde geriletti. Özellikle 1980-1989 yıllarında “eski marksist”lerin başını çektiği ideolojik saldırı (“sivil toplumculuk”) ve Sovyetler Birliği’ndeki Gorbaçov’un revizyonizmi revize etme girişimi, devrimci güçlerin siyasal ve moral üstünlüğünü ideolojik bir keşmekeş içinde yitirmelerine yol açtı.
1989 yerel seçimlerinde SHP’nin %28,69 oyla birinci parti çıkarken, Demirel’in DYP’si %25,13 oy oranıyla ikinci olmuş ve iktidardaki Turgut Özal’ın ANAP’ı %21,80 oyla ancak üçüncü parti olabilmişti. SHP, Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Kayseri ve Gaziantep belediye başkanlıklarını kazanmıştı.
Böylece “sol” ve devrimci güçler bir kez daha siyasal ve moral üstünlüklerini göstermişlerdi. Ancak “ne olduysa” oldu ve birden herşey dağılmaya, bozulmaya başladı.
İSKİ skandalı, genel olarak “sol”un halk nezdindeki siyasal üstünlüğünü yitirmesine yol açtı. Aynı zaman diliminde Sovyetler Birliği’nin dağıtılmışlığı da moralman çökertici etkide bulundu. Artık “gelecek”, uğruna mücadele etmeye, hatta ölmeye değmeyecek “soyut yarın” haline gelirken, “anı yaşama”, “yaşanılan anın tadını çıkarma”, “somut bugün” olarak “gelecek”in yerini aldı.
90’lı yıllar, “dünün dünle gittiği”, “yeni şeyler söylemek” gerektiği söylemleriyle geçip gitti. Kamu kuruluşlarının, özellikle de devlet bankalarının özelleştirilmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni istihdam olanakları küçük-burjuva kökenli “aydın” “sol” kesimlerin “geleceği yaratma” mücadelesinden (devrimci mücadele) kopuşlarını getirdi. Yüksek faiz (özellikle hazine bonoları), “konut kooperatifleri” ve İMKB (İstanbul Menkul Kıymetler Borsası), dönemin “
in”leri olarak tüm kentli kitleleri çevreledi ve kuşattı.
1982 “Bankerler Krizi” çoktan unutulmuştu. “Dün dünle” gitmişti. Doğal olarak, yeni dönemin “
in”leri hiç sorgulanmaksızın kabul gördü. Artan ithalatla birlikte artan pazarlamacılık ilişkileri yeni bir söylem, “imaj herşeydir” dönemi başlattı.
Hiçbir şey değişmeyecekmişçesine “somut bugün”de yaşanıldı. Faiz oranları her geçen gün yükseliyordu. Böylece “rantiyerlik” döneminin tüm rehaveti ve savurganlığı tüm toplumu etkisi altına aldı. “Gelecek” tüm anlamını yitirdi.
2001 Şubat Krizi’nin patlak vermesiyle birlikte “güzel ve mutlu günler” sona erdi. Bankalardaki mevduatlar artık yüksek getiri kaynağı olmaktan çıktı. Borsaya yatırılan paralar “deve” olmuş, kamu kuruluşlarının (özellikle bankaların) özelleştirilmesiyle ortaya çıkan istihdam kapıları kapanmıştı. Hemen herkesin “ne olacak şimdi” sorusunu bile soramadığı bir belirsizlik dönemi başladı.
Herkeste “istikrar” ve “huzur” arayışı başladı. “İstikrar” denilen şey, varolan gelir düzeyini sürekli kılmak, borsadaki “yatırımlar”ın getirilerini güvenceye almaktan başka bir şey değildi. Doğal olarak “istikrar”ın olduğu yerde “rahat” ve “huzur” ortaya çıkacaktı.
AKP iktidarı, bir yandan, siyasal olarak “ne olacak bu memleketin hali” sorusunu ortaya çıkartırken, diğer yandan “tek parti iktidarı”nın “istikrar” sağlayacağına inanılıyordu.
“Ne olacak bu memleketin hali” sıradan “kahvehane/meyhane muhabbetleri” (daha yaygın bir deyişle “geyik muhabbetleri”) düzeyine indirgenirken, “istikrar” öne geçmeye başladı.
Günlük, saatlik ve anlık borsa haberleri ve dolar kuru, parası olanın da, olmayanın da kulaklarını diktikleri “yeni fırsatlar”ın “tiyoları” olarak toplumun her katmanına ulaşmaya başladı.
“Fırsatlar ülkesi Türkiye”de borsanın indi-bindisiyle, kurun çıktı-indisiyle yeni bir “gelecek” hesapları dönemi başladı. Ardından komplo teorileri geldi. Her şeyin arkasında bir “komplo” aranmaya başlandı. “Da Vinci’nin Şifreleri”ni çözen, köşeyi dönebilecekti!
Böylece fal baktırmalar, cin çağırmalar vs. toplumun “
geleceği bilme arzusu” olarak yeni bir “iş kapısı” ortaya çıkardı. “Huzur” ise, anti-depresan haplarıyla sağlandı.
Artık herkesin, herşey için “ne olacak” sorusunu sorduğu ve konuştuğu bir toplumsal ilişkiler dönemine girildi. Her olay, her gelişme, “şimdi ne olacak” sorusuyla birlikte (ve komplo teorilerinin “aydınlığı”nda) ele alınmaya, konuşulmaya başlandı. Televizyonların “hararetli” tartışma programlarına çıkartılan “uzmanlar”, ilgili-ilgisiz kişiler, hemen her gün, her saat “gelişmeleri” yorumlamaya başladı.
Böyle bir dönemde, nasıl ki dolar kurunun “ne olacağı” merak konusu olabiliyorsa, (ulusal ya da uluslararası) siyasal gelişmeler de “merak” konusu haline geldi. Falcılardan ve cincilerden kendi somut yaşamları için “tiyo”lar alma alışkanlığı edinmiş bir toplum, kaçınılmaz olarak bu “merak”ını, “
geleceği bilme arzusu” olarak yaygınlaştırdı.
“Geleceği” yaratma ve kurma iradesi ya da bilincinin yerine, “somut bugün” temelinde “geleceği bilme arzusu”nun geçmesi, bir kez daha “kahinlik” isteklerini hortlattı ve “kahinler”e yeni iş olanakları yarattı.
Tarih, “arka oda”da nelerin döndüğünü, hangi entrikaların yapıldığını bilme “arzusu”nun aleti haline gelirken, “yakın tarih”, “Cumhuriyet tarihi” “vay canına…” dedirtecek türden söylemlere kurban edildi. Bütünsel bir tarih bilgisine ve tarihsel bakış açısına sahip olmayan bir “master öğrencisi”, neredeyse tüm “sol”un “tarih uzmanı” olarak başköşeye yerleştirildi.
[1*]
1980’lerde büyük kentlere göç eden, giderek TOKİ binalarında “kentlileşen” yeni bir toplum kesimi bu “bilgiler”in, “komplo teorileri”nin ve “geleceği bilme arzusu”nun (kahinlik) yeni tüketici kitlesini oluşturdu. Eski “kentliler”, yani eski yerleşik kent küçük-burjuvazisi ve aydın kesimi çokbilmiş havalar içinde, bu yeni tüketici kitleyi doyurmaya başladı.
Taraf ve
Radikal gazeteleri bu çokbilmiş eski kentli küçük-burjuvaların “yayın organı” olarak ortaya çıktı.
Bir dönem, Ergenekon operasyonları ve “neler olmuş neler” masallarıyla geçerken, “Kürt sorunu”, “şehit haberleri”, giderek “gelecek”le ilgili beklentiler yaratmaya başladı. Daha somut ifadeyle, “ne olacak bu terörün sonu” merak konusu haline geldi. AKP’nin ilk iktidar günlerinde bolca ve çokça konuşulan “takiyye” konusu unutuldu. Amerikan emperyalizminin Irak işgali, Saddam Hüseyin’in idam edilmesiyle birlikte her türlü önemini ve merak konusu olma özelliğini yitirdi. 2007 Mortgage Krizi’nin, kredi kartları ve tüketici kredileriyle “teğet” geçmesiyle birlikte, iç siyasal gelişmeler sadece “kaset komploları”na duyulan ilgi olarak “merak” konusu haline geldi.
İşte bu ortamda “Arap Baharı” başladı.
Kimileri “Arap Devrimi” diyerek geniş halk kitlelerinin ilgisini ve merakını uyandırırken, kimileri “derin” tahliller yaparak “gelecek” hakkında kahinlik yapmaya soyundu.
Mısır’daki “Tahrir Meydanı” eylemlerinin günlerce sürmesi karşısında “merak” arttı. Televizyonlara çıkan “uzmanlar” tarafından kışkırtılan bir bahis ortamı oluşturuldu. “Mübarek gidecek mi? Kalacak mı?”; “Ne kadar dayanacak?”; “Ülkeden kaçtı mı?”; yabancı bankalarda “kaç milyar doları var?” türünden basit ve kaba sorular etrafında yapılan “uzman tartışmaları”, “geleceği bilme arzu”larını tahrik etti.
Ardından, başbakanın “NATO’nun ne işi var Libya’da” söylemiyle başlayan, ardından “binlerce masum sivili” Libya’dan “tahliye” etmek için donanmanın harekete geçirilmesiyle birlikte, “Kaddafi’nin sonu” ya da “Ne olacak Kaddafi’nin hali” “merak” konusu haline geldi.
Artık gelişen her ulusal ya da uluslararası olay, borsadaki hisse senedinin ne zaman ve ne kadar yükseleceğini “bilme arzusu”yla eş düzeyde bir olay haline geldi.
Kaddafi’nin dünyanın gözü önünde linç edilmesi karşısında (tıpkı Saddam Hüseyin’in iki oğlunun, Cengiz Çandar’ın sözleriyle, “tavuk gibi” başları kesilerek öldürülmesi ve Saddam Hüseyin’in uyduruk bir dava sonucunda idam edilmesi olaylarında olduğu gibi) hiçbir şey olmamış gibi davranan insanlar, Suriye’deki gelişmeler karşısında bir kez daha “geleceği bilme arzusu”yla “kahinler”den medet umar hale geldi.
“Ne olacak Suriye’nin hali?”
“Beşer Esad iktidarda kalabilecek mi?”
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sözüyle “Suriye halkı”, Beşer Esad yönetimini “ne zaman devirecek?” gibi sorular “medya”da “sorgulanırken”, birden ortaya çıkıveren “Kuzey Suriye”de Kürt “sorunu” (“Batı Kürdistan” sorunu) yeni bir “merak” konusu haline geldi. Böylece bir kez daha “geleceği bilme arzusu” depreşti. Suriye konusunda ne söylenirse söylensin, bu “meraklı” soruları yanıtlamayan değerlendirmeler dinlenilmez hale geldi.
Şimdi bizden, şu “esamesi okunmayan” devrimcilerden beklenen, bu “meraklı” kesimlerin “merakını” giderecek yanıtlar vermektir.
Beşer “Esed” gider mi?
[3*] Giderse “ne olur”? Kuzey Suriye’de Kürtler özerklik ilan eder mi? Ederse, bu “Türkiye Kürdistanı”nda nasıl sonuçlar yaratır? “Emsal” oluşturur mu?
Ya da Suriye parçalanır mı? “Sünniler”in (“Müslüman Kardeşler”in) iktidara gelmesi için uğraşan AKP iktidarı bu parçalanma karşısında ne yapar? Yeni bir “Kürt özerk bölgesi”nin oluşmasına “izin” verir mi? “Özgür Suriye Ordusu” denilen “silahlı muhalefet”, AKP’nin denetimi altında “Kürt özerk bölgesi”ni yok etmek için harekete geçer mi? Bu “muhalefet”e “Türkiye devleti” ne kadar güvenebilir? vs. vs..
Eğer yazınızda ya da konuşmanızda, bu ve benzeri sorulara belli bir yanıt veremiyorsanız, yani “meraklıları” tatmin edemezseniz, açıktır ki, sizi dinleyecek bir insan topluluğu (belki 3-5 kişi bile) bulamayacaksınızdır.
Kahinlik, “müneccimlik” (“astrologluk”) yeniden revaçtadır.
Bugün ve gelecek için, geleceği biçimlendirmek için etkin bir eylemde bulunmayan ya da bulunmayı bile düşünmeyen, edilgenliği (eski deyimle “pasifliği”) içselleştirmiş, ama herşeye rağmen “geleceği bilme arzusu” ile yanıp tutuşan bir “kitle” karşısında yapılacak en “popüler” iş müneccimlikten başka bir şey değildir.
Oysa
tarihi insanlar yapar,
insanlar tarafından yapılır.
[3*] Tarihi yapacak olan insan öznesi ortaya çıkmadığı sürece, tarih, tarihin yapıcısı gerçek insanların dışında ve üstünde yer alan, sadece kendi çıkarlarını esas alan egemen sınıflar, egemen güçler tarafından yapılır.
Suriye somutunda konuşursak, öncülüğünü Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı varsayılan “dış güçler” Suriye’nin geleceğini belirlemek için harekete geçmişlerdir. “Özgür Suriye Ordusu” ya da Recep Tayyip Erdoğan’ın “Suriye halkı” dediği “insanlar”, sadece bu “dış güçler”in desteğinde ve sadece onların istek ve çıkarları doğrultusunda “tarih sahnesine” çıkmışlardır. Açıktır ki, burada bir ülkenin “tarihi” yazılmaktadır. CIA ve MİT ajanlarının yönetiminde silahlandırılmış ve harekete geçirilmiş silahlı “muhafet” hareketinin amacı tek ve yalındır: Suriye’deki son Baas iktidarını sona erdirmek.
Bir bütün olarak “Arap Baharı” denilen ve tümüyle “dış güçler” tarafından harekete geçirilen “iç dinamikler”in ürünü olan “olaylar dizisi”, hiç tartışmasız, 23 Temmuz 1952 yılında Abdülnasır ve arkadaşlarının Mısır’da İngiliz emperyalizminin kuklası olan Kral Faruk’u devirmeleriyle başlayan bir tarihsel sürecin son halkasını oluşturmaktadır.
23 Temmuz “Özgür Subaylar”ın askeri darbesiyle birlikte yeni bir dönem başlamıştır. Bu yeni dönem, emperyalist güçler tarafından cetvelle paylaştırılmış Arap halkının “birlik” ve anti-emperyalist kalkınma arayışına giriştiği bir dönemdir. Bu dönemin başlığı, “Arap ülkelerinde Arap milliyetçiliğinin yükselişi ve Baas iktidarlarının kuruluşu”dur.
İlk “milli” eylem, 26 Temmuz 1956’da Suveyş Kanalı’nın millileştirilmesidir. Bu tarihten itibaren, gerek Mısır’daki Nasır iktidarı, gerekse diğer ülkelerde ortaya çıkacak olan Baas iktidarları (Suriye ve Irak) emperyalist ülkelerle ilişkilerini büyük ölçüde koparmışlar ve “milli ekonomi” dönemine girmişlerdir.
Açık ifadesiyle, Mısır, Suriye ve Irak’taki Baas iktidarları
[4*] (Libya’daki Kaddafi yönetimi de dahil) günümüze kadar bu ülkeleri (Sovyetler Birliği’nin etkin desteğiyle) emperyalist dünya pazarının dışına çıkarmışlardır. Emperyalizmin en büyük sorunu “aşırı-üretim”dir. Yani Pazar sorunudur. Dolayısıyla Baas iktidarlarının kendi ülkelerini emperyalist dünya pazarının dışına çıkartmış olmaları, emperyalizmin pazar sorunu açısından giderek önem kazanan bir yere sahiptir.
Bugün yaşanılan ve yaşanılmaya devam edecek olan süreç (şu ünlü “Arap Baharı”), Arap ülkelerindeki Baas rejimlerini yıkarak,
bu ülkeleri emperyalizmin açık pazarı haline getirme sürecidir. Bu boyutuyla, Baas iktidarlarını yıkmaya yönelik her türlü girişim, bu pazardan “pay kapma” heveslisi her kesimi harekete geçirmiştir. Türkiye’nin, daha tam ifadeyle, feodal-tüccar zihniyetinin bu olaylar karşısındaki “pro-aktif” hareketi, bu yeni emperyalist pazardan pay kapma arzusundan başka bir şey değildir.
Bu nedenle, soru, son Baas “kalesi” olan Suriye’deki Beşar Esad iktidarının yıkılıp yıkılmayacağı değil, Suriye’nin (ve diğer Baas ülkelerinin) emperyalist güçler tarafından nasıl paylaşılacağıdır.
İkinci soru ise, bu yeni pazarların güvenliğinin nasıl sağlanacağı sorusudur. Bu soru, aynı zamanda İsrail’in güvenliği sorununu da içerir. Baas sonrası Mısır ve Suriye’de iktidara gelecek olan islamcıların, söylemsel olsa bile, “yahudi düşmanlığı” ve geçmişten miras alınan “Arap milliyetçiliği” ciddi bir “güvenlik” sorunu yaratmaktadır.
İşte bu iki soru, özellikle ikincisi, aynı zamanda “bu coğrafya’da, hem pazarların, hem de İsrail’in güvenliğini sağlayacak olan yeni bir ilişki düzeyinin ortaya çıkmasını kaçınılmazlaştırmıştır. “Kuzey Irak” ve “Kuzey Suriye”deki Kürt nüfus ya da “Büyük Kürdistan”ın kurulması olasılığı da bu “güvenlik” gerekliliğinden türemektedir.
Bütün bunlar gerçekleşebilir mi?
“Meraklı” olanların mutlak olarak yanıtlanmasını isteyecekleri soru da budur!
Verilebilecek yanıt, elbette, “gerçekleşebilir” olacaktır. Diğer ifadeyle, Baas iktidarlarının yıkılması ne denli emperyalizmin pazar sorununun bir sonucuysa, o denli emperyalizmin etkin desteğiyle gerçekleştirilecektir.
Emperyalizme karşı, Arap ülkelerinin emperyalizmin “yeni” pazarları olarak ele geçirmesine karşı anti-emperyalist bir direniş, bir karşı duruş olmadığı sürece, emperyalizmin “niyetleri”ni gerçekleştirmesinin önünde nerdeyse hiçbir engel bulunmamaktadır.
Emperyalizm, bir ülkeyi kendi pazarı ya da sömürgesi haline getirmek için sadece iki yöntemi bilir ve tanır: Ya doğrudan o ülkeyi
işgal etmek ve yönetmek; ya da
işbirlikçiler aracılığıyla mevcut iktidarı devirerek, bu işbirlikçiler aracılığıyla ülkeyi yönetmek.
Bugün Mısır ve Suriye’de, Amerikan emperyalizmi, “Müslüman Kardeşler” örgütlülüğü şemsiyesi altında, Arap küçük esnaf ve tüccar kesimiyle işbirliğine girmiştir. Dün (1979) İran’da, emperyalizme rağmen, mollalarla iktidara gelen bu “orta sınıf”, bugün emperyalizmin işbirlikçisi olarak Mısır ve Suriye’de iktidar “adayı”dır. Suriye’de açıkça görüldüğü gibi, bu işbirlikçi “orta sınıf” çok kolaylıkla emperyalistler tarafından silahlandırılabilmekte ve silahlı bir güç haline getirilebilmektedir. Bu nedenle, bu “yeni” işbirlikçi kesimlere karşı silahlı mücadele dışında herhangi bir mücadele tarzı bulunmamaktadır.
Evet, tarihi insanlar yapar. Ama tarihi yapacak olan insanlar, tarihin kendi önlerine koyduğu görevleri yerine getirme azim ve kararlılığında olmadıkları sürece, dış güçlerin basit oyuncağı olmaktan öteye geçemezler.
Asıl olan Suriye’deki son Baas iktidarının emperyalizm ve silahlı işbirlikçileri tarafından devrilip devrilmemesi değil, yeni işbirlikçi iktidara karşı, anti-emperyalist bir mücadelenin yürütülüp yürütülmeyeceğidir. Beşar Esad iktidarının böylesi bir anti-emperyalist mücadeleye öncülük edebilmesi olanaksızdır. Bunun en yalın kanıtı, bundan 3-4 yıl öncesine kadar Beşar Esad yönetiminin doğrudan Türkiye (ve Recep Tayyip Erdoğan) aracılığıyla emperyalizmle uzlaşma arayışında bulunmuş olmasıdır.
Şüphesiz her şey “karanlık” değildir. Amerikan emperyalizminin Irak işgali sonrasında olduğu gibi, Baas dönemi direniş için yeni bir temel oluşturabilmektedir. Böyle bir direnişin Suriye’de de ortaya çıkması olasıdır. Ama bu mücadele uzun ve kanlı bir mücadele olacaktır. Asıl olan da, böylesi bir mücadeleye girişme kararlılığında olan halk kitlesinin ortaya çıkmasıdır. Bizde olduğu gibi, geniş halk kitlelerinin “tüketim ekonomisi” içinde pasifize edilmesi de olasıdır. Bu da, emperyalizme ve yerli-yeni işbirlikçi sınıflara karşı mücadeleyi belli ölçülerde engelleyecekse de, uzun dönemde bu işbirlikçi iktidarların parçalanması kaçınılmazdır.
Dipnot
[1*] Ayşe Hür adlı bu kişi, “Taraf” gazetesinde son birkaç yılın “yıldızı” olarak parladı. Ta ki, yine “Taraf” gazetesinde “ünlü” Halil Berktay’ın, bu zatın bilgisizleğini ortaya koyarak ipini çekene kadar bu “yaldızlı tarih araştırmacısı” parlamayı sürdürdü. Ama bu da bir “kayıp” sayılmaz. Çünkü bu “yaldızlı” dönemdeki “ününden” yararlanarak TRT’de bir program kapmayı da başardı.
[2*] “Medya”yı yakından izleyenlerin çok iyi bildiği gibi, AKP ve yandaşları “Esad” yerine “Esed” demektedirler. Çünkü Arapça “Esad” “aslan”, “Esed” ise “saadetli” anlamına geliyormuş. Beşer Esad’ı “aslan” diye çağırmak yerine, “katliamların karşısında mutlu olan kişi” olarak sunmak AKP’nin daha çok işine gelmiştir. Tıpkı PKK’nin, resmi söylemde “Pe-Ka-Ka” olması gibi çocuksu bir “psikolojik savaş” yöntemi.
[3*] Marks şöyle yazar: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve, onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar.” (Marks, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i.)
[4*] Bilineceği gibi, Mısır, Suriye ve Irak’taki Baas iktidarlarının varlığı bayraklarındaki yıldızlarda simgelenmiştir. Mısır, uzun yıllar tek yıldızlı Arap bayrağını kullanırken (ki Enver Sedat döneminde kaldırılmıştır), Suriye iki yıldızlı, Irak üç yıldızlı bayrağı kullanmıştır. Emperyalizmin Arap ülkelerine müdahalesinin hedefi, bir bakıma, bu yıldızları Arap bayrağından söküp atmaktır.