“
Doğru devrimci çizgi belirlendikten sonra, herşeyi, doğru çizginin kaderini, zafer ve yenilgiyi, kadrolar belirler.”
Stalin’in bu sözünü bilmeyen ya da duymamış bir devrimci tasarlayabilmek olanaksızdır. Her devrimci, devrim sempatizanı, bu belirlemeyi, eyleminin temeline koymak durumundadır.
Marksizm-Leninizmde kadro sorunu, doğrudan örgütlenme sorunu olarak ortaya konulur ve proletarya partisinin örgütlenmesi olarak somutlaşır. Kadroların devrim mücadelesindeki belirleyiciliği, kaçınılmaz olarak kadroların devrim mücadelesinin gereklerine uygun bir bilince ve bunun somutluğu olarak belirli bir pratiğe sahip olmalarını gerektirir. Her devrim mücadelesinde ve proletarya partisinde, kadronun belirleyiciliği,
mücadelenin gerektirdiği bilince, ustalığa ve kararlılığa sahip kadroların oluşturulması olarak ele alınır. Bu da, ister istemez, devrimci çizginin belirlediği mücadeleyi sürdürmeye uygun kadroların oluşturulması demektir. Böylece
belirli nitelikte kadrolara sahip olmak, proletarya partisinin temel görevi ve sorunu olarak belirginleşir.
Sözcüğün tam anlamıyla, devrim mücadelesinde yer alan kadroların sayısı,
niceliği; bu kadroların devrim mücadelesinin gereklerine uygun olmaları,
niteliği ifade eder. Bunların karşılıklı ilişkisi, devrimci görevlerin yerine getirilmesinde belirleyicidir. Örgütlenmede nicelik-nitelik ilişkisi olarak da ifade edilen bu durum, Stalin’in ifade ettiği gibi, tüm mücadeleyi belirler. Belirlenmiş devrimci çizgiyi pratiğe uygulayacak
yeterince kadroya sahip olmak
nicelik düzeyini tanımlarken; bu kadroların devrimci çizginin gerektirdiği özelliklere sahip olması
nitelik düzeyini tanımlar. Bu nedenle, hemen her durumda, devrimci çizgiyi pratiğe uygulayacak yeterde ve yeterlilikte kadroların yaratılması, her devrimci örgütün birincil sorunu olmaktadır.
Buraya kadar, sorun, salt örgütlenme sorunu olarak ortaya çıkar. Eğer böyle bir örgütlenmeyi sağlayabiliyorsanız, yani gerekli ve yeterli sayıda kadroya sahip olabiliyorsanız, mücadeleyi planlandığı doğrultuda sürdürme olanağına sahipsinizdir. Ancak devrim mücadelesinin, karşı-devrimin zoru, şiddeti koşullarında sürdürülen bir mücadele olması, kaçınılmaz olarak, bu süreçte kadroların yitirilmesine neden olur. Böylece, kadroların yeniden yaratılması ve eski kadroların yerlerinin doldurulması gündeme gelerek, kadro sorununu sürekli kılar. Bu zorunluluk, devrimin bir Halk Savaşı ile zafere ulaşacağı bizim gibi ülkelerde çok daha büyüktür. Hele ki, Öncü Savaşı’nın verilme zorunluluğu, kadro sorununu, eşi görülmedik düzeyde önemli hale getirir. Böyle bir savaşta, kaçınılmaz olarak kadroların üstlendikleri görevler ve yerine getirmeleri gereken fedakârlıklar öylesine yoğundur ki, kadroların niteliğinin temel belirleyiciliği, en yakıcı bir biçimde ortaya çıkar. Bu, aynı zamanda, karşı-devrimin kadro pasifikasyonuna yönelik tüm girişimlerinin nedeni olmaktadır.
Buraya kadar söylediklerimiz, her devrimcinin bildiği ve bilmek durumunda olduğu gerçeklerdir. Ancak, sorun pratik olarak ele alındığında, karşılaşılan sorunların boyutları, hiç de konunun bu denli içsel bir sorun olmadığını ortaya koyar. Salt emperyalizmin kadro pasifikasyonu için geliştirmiş olduğu yöntemleri ve bunların uygulanması için kullandığı araçları ele almak bile, bunun nerelere kadar uzandığını göstermeye yetecektir.
Sık sık yinelenen eski bir tekerleme vardır:
Politika, güç demektir. İşte bu söz, bizim gibi ülkelerde kadro sorununun en yakıcı yönünü ortaya koyar.
Marksizm-Leninizmin devrim mücadelesinde belirleyici olarak kitleleri ve onların öncüsü olarak kadroları almasının küçük-burjuva dünya görüşü ile çarpıtılmış biçimi, “politika, güç demektir” sözü ile ortaya çıkar.
Küçük-burjuvazinin devrim karşısındaki tutumu, her zaman kendi sınıfsal konumuna uygundur. Kapitalizm tarafından sürekli olarak yoksullaşan ve mülksüzleşen küçük-burjuvazi, bu yanı ile proletaryaya yaklaşırken; diğer yandan karşısına çıkacak fırsatlardan yararlanarak büyük burjuvalar arasına girmeyi umut eder. Bu sınıfsal özelliği, küçük-burjuvaziyi sürekli olarak
güçler dengesini gözetmeye ve buna uygun olarak tavır belirlemeye yöneltmektedir. Böylece, sözcüğün tam anlamıyla küçük-burjuva politik tutumu ortaya çıkar. Bu politik tutum, güçler dengesi kimin lehineyse, ondan yana tutum belirlemek şeklinde olup, “politika, güç demektir” sözü ile ifade edilir.
Küçük-burjuvazinin bu güç fetişizmi, aynı zamanda burjuvazinin (kapitalist burjuvazi) politik faaliyetlerinin ve ideolojik saldırılarının yönünü belirlemektedir. Nüfus içinde çoğunluğu küçük-burjuvazinin oluşturduğu her ülkede, “politik güç”, her zaman küçük-burjuvazinin tavrını belirlediği için, devletin tüm zor faaliyetinin de konusunu ve hedefini belirler. Mahir Çayan yoldaşın deyişiyle, oligarşinin “göründüğü kadar güçlü olmaması”na rağmen, kendisini sürekli olarak “dev gibi güçlü” göstermeye çalışmasının arkasında bu küçük-burjuva tutum bulunmaktadır. Bu nedenle de, oligarşi, sürekli olarak
gözdağı, demogoji ve yaygaraya başvurarak, kendisini
güçlü göstermeye çalışmakta ve bu yolla küçük-burjuvazinin devrim mücadelesine katılmasını engellemeye uğraşmaktadır.
Burada ülkemizdeki bir yanlış anlamayı da düzeltmek gerekmektedir. Küçük-burjuvazi, sınıf olarak, küçük mülkiyeti ve küçük sermayeyi ifade eder. Ancak ülkemiz solunda genellikle küçük-burjuva sözcüğü, öğretmen, öğrenci, memur gibi toplumsal tabakaları tanımlamak için kullanılmaktadır. Bu toplumsal tabakaların sergiledikleri sınıf özellikleri, elbette ki küçük-burjuva sınıf özellikleridir, ama bu sınıfın gerçek özelliklerini araçsız olarak yansıtmaz. Küçük-burjuvazi, kesinkes küçük mülkiyet ve küçük sermaye ile nitelenir ve tüm sınıfsal özelliği bu küçük mülkiyeti ve sermayesi tarafından belirlenmektedir.
Küçük-burjuvazinin politik tutumu tarafından belirlenen “politika, güç demektir” ifadesi, doğrudan küçük-burjuvaziyi kazanmaya yönelik politikalarda kendi gerçekliğini bulur. Bunun soldaki yansısı ise, belli bir güç olmak için belirli bir niceliğe, “sayıya” sahip olmak ve bunun aracılığı ile politika yapmak şeklinde olmaktadır. Ülkemizde her hangi bir sol örgütün ya da girişimin, her faaliyetinin, katılımın sayısı ile ölçülmesinin gerçekliği burada yatmaktadır. Bu, aynı zamanda, soldaki faaliyetin yönünü de belirlemektedir. Bu yön, olabildiğince çok sayıda “insana” sahip olmaktır. Eski deyişle, “kafa sayısı”, neredeyse soldaki tüm faaliyeti belirlemektedir. Böylece de, devrimci faaliyetin sürdürülmesi, “sayıya”, yani niceliğe indirgenmektedir ve “güç” kavramının ölçütü burada aranmaktadır. (Hemen her sol hareketin, kendi faaliyetleri hakkındaki yayınlarına bakılacak olursa, bu nicelik ölçütünün ne denli yaygın olduğu görülecektir. Öyle ki, hemen her faaliyet, buna katılanların sayısıyla birlikte ifade edilmekte ya da asılan bir pankart metresi ile yazılmaktadır.)…
Güç-nicelik ilişkisi üzerine söylenebilecek çok şey vardır. Bunlara ilişkin sayısız örnekler verilebilir ve hatta tüm politika sanatının, örgütlenme amacının ve yöneticiliğin niteliğini, bu niceliği bulma sanatı olduğu bile söylenebilir. Doğal olarak, her türlü fırsattan yararlanmak, geçici de olsa güvenilmez kişi ve gruplarla ittifaka girmek, bu sanatın pratiği olarak algılanmakta ve bir “ustalık” olarak düşünülmektedir.
Elbette ki, pratik faaliyetlerde nicelik belli bir etkinlik demektir. Örneğin, bir protesto eyleminde ya da bir grevde yer alanların sayısının (sol yayınlarda görüldüğü gibi) 100 kişi olması ile binlerce kişi olmasının etkisi kıyaslanamaz ve kıyaslanamayacak kadar “elle tutulur, gözle görülür” sonuçlar ortaya çıkarır. Bunları anlamamak ya da görmezlikten gelmek elbette olanaksızdır. Zaten pratikte çalışan kadronun çok iyi bildiği gibi, her zaman “zaten kaç kişisiniz ki, etkiniz ne olacak” türünden sözler bunun sonucu söylenmektedir...
Bu kavrayış, sol içerisinde şu ya da bu örgütlenmeyi tercih etmek şeklinde somutlaşır. Bunun tek sonucu, bu kavrayışın sürdürücüsü ve kendi faaliyetinin temeli yapan sol örgütlenmelerin kendilerini bir “güç” olarak gösterecek eylemlere girişmeleri ve bu eylemlerin yaratacağı varsayılan “fırsatlardan” yararlanmaya çalışmaları olmaktadır.
Ancak kitlelerin arasına girildiğinde, aynı kavrayışın, yani küçük-burjuvazinin güce yönelik tutumunun belirlediği kavrayış, kaçınılmaz olarak tüm pratik faaliyetin karşısına çıkacaktır…
Evet, herkes ne ekerse, onu biçer. Daha düne kadar kendisini belli bir “güç” olarak ortaya koyanların, ilerici, devrimci, yurtsever potansiyeli “boşa gitmesin” diye kendi çevresine çekmek için propaganda yapanların, yani “onlar kaç kişi ki” diyerek, her desteğin kendilerine yönelmesini isteyenlerin, bir süre sonra, bu kez oligarşi ile yüz yüze geldiklerinde, aynı propagandanın sonuçlarından yakınmaya hakları yoktur.
Gerçek gerçeklikte, güç-nicelik ilişkisi, egemen sınıfların yüzyıllardır egemenliklerini sürdürmek için kullandıkları ve her türlü propaganda aracı ile sürekli olarak işledikleri bir konudur. “Oligarşi çok güçlü, siz çok güçsüzsünüz”, “devletle baş edilmez”, “devletin milyonlarca silahı, milyarlarca doları var, sizin neyiniz var ki” gibi sözlerin, her zaman güç-nicelik kavrayışının üzerinde yükseldiğini herkes görebilecektir.
Güç-nicelik kavrayışı, toplumsal ilişkiler alanında öylesine geniş bir etkiye sahiptir ki, günlük yaşamda sıkça kullanılan “paran kadar konuş” türünden söz ve davranışlarda da kendisini dışa vurur. (Çünkü mevcut düzende “para” güçtür.)
Daha önce de belittiğimiz gibi, güç-nicelik kavrayışı, solda kendisini yeniden üreten ideolojik bir kavrayıştır. Ancak egemen sınıflar açısından bu ideolojik kavrayış, salt ideolojik araçlarla sürdürülen bir propagandanın ürünü olarak yaygınlaşmamaktadır. Bu kavrayış, bir yandan toplumda geniş bir nüfusu oluşturan küçük-burjuvazinin sınıfsal tutumu ile belirlenirken, diğer yandan günlük yaşamda (maişet derdi içinde) yeniden üretilmektedir. Doğal olarak, bireylerin kendi günlük yaşamında kaçınılmaz bir ilişki olarak ortaya çıkan güç-nicelik ilişkisi, doğal ve sorgulanmayan bir ilişki olarak görülür. Bu sorgulanmama, yani kavrayışın toplumsal ilişkiler alanı içerisinde sürekli yeniden üretimi ile ortaya çıkan kendiliğinden varoluyormuş duygusu, bu kavrayışı, neredeyse “sağduyu”nun bir ifadesi olarak sunmaktadır. (Hemen her seçim sonrasında “halkımızın sağduyusu”ndan söz eden değerlendirmelerin bunca yaygın oluşunun nedeni de budur.) Böylece, bilince ve bilgiye değil,
sezgilere ve bireysel yaşam deneyimine dayanan ölçü, ölçüt ve kavrayışlar öne geçmektedir. Özellikle kent küçük-burjuvazisi ile köylülüğün proletarya ile olan devrimci ilişkilerinde, bu bireysel yaşam deneyiminin getirdiği kavrayışlar önemli bir yer tutar.
Devrimcilerin, bu kavrayış yüzünden ödedikleri bedel, devrimci mücadeleye katılımda karşımıza çıkar. Genellikle devrimciler belli bir güç olana kadar olayları izleme yönündeki geniş kitlesel eğilim, ödenen bedelin büyüklüğünü göstermektedir. En basit bir mantık bile, bir ile birin toplanmasının iki ettiğini, bir elin tek başına bir işe yaramadığını ama iki elin “sesi” olduğunu bilir. Oysa güç-nicelik kavrayışı, birin kendi kendine ve kendi içinde iki olmasını bekler ve ancak ondan sonra katılabileceğini beyan eder. Bu da, devrimci mücadeleden uzak durmayı getirdiği gibi, herşeyin devrimcilerin iradi müdahelesi olmaksızın gelişebileceği kavrayışına ulaşır. Bunun sonucu ise, mistisizm, pasifizm ve oblomovculuktur.
“Hele şöyle bir güç olun, o zaman biz de varız” türünden sözlerin, salt nicelik yönünden ele alındığında bile, devrimci mücadele açısından ne denli anlamsız olduğu görülecektir. Çünkü devrimci mücadele, kitleleri bilinçlendirme ve devrimci bir güç haline getirme mücadelesidir. Eğer devrimci mücadelede yer alınacaksa, devrim mücadelesini bir “güç” haline getirmek için, oligarşiye karşı bir “alternatif” güç haline getirmek için yer alınacaktır. Yoksa böyle bir güç kendiliğinden oluşmayacaktır ve şayet kendiliğinden oluşsa bile, o zaman, bugün devrimci mücadeleden uzak duran “bilinçli” insanları değil, bugünün bilinçsiz, ama yarının bilinçli kitlesini kapsayacağı açıktır. Şayet belirleyici olan güç-nicelik ilişkisi ise, o zaman devrimci mücadeleye her katılım, niceliği artıracaktır ve (bu ilişkinin kavrayışı çerçevesinde söylersek) her nicelik artışı, güç olunduğunu göstereceği anlamda, yeni niceliklere yol açacaktır. Bu da, bu kavrayışın kendi içerisinde ne denli çelişik olduğunu gösterir.
“Güç-nicelik” kavrayışının ideolojik niteliği bu çelişkide kendini yeniden ortaya koyar. Bilindiği gibi, burjuva ideolojisi, pratiğin “haklı çıkartılması” temelinde, gerçekliğin yalanlaştırılmış ifadesi durumundadır. Kişi, kendi kavrayışı ile kendi gerçekliğine yabancılaşmaktadır. Sanki kendisinin (genel olarak tüm insanların) dışında bir varlık varmış gibi, bu varlıkların, kendi dışında önce bir araya gelmesini ve kendilerini “güç” haline getirmesini beklemek, bu yabancılaşmanın en son sınırını belirler. “Tamam, sizin söyledikleriniz çok doğru, sizinle çalışmak isterim ya da en azından sizlere yardımcı olmak isterim, ancak sizler de önce birşeyler yapın” şeklinde ifade edilebilen görüşler, aynı zamanda bireyin kapitalist ilişkiler içerisinde kendi emeğine yabancılaşmasının bir yansısı durumundadır. Eğer bu sözü eden kişi ya da kişilerin devrimci mücadeleye katkısı, aynı zamanda devrimci mücadelenin gelişmesi demek olmayacaksa, yani kendilerinin dışında bir gelişim ortaya çıkıyorsa, kendileri dışında “birşeyler” yapılıyorsa, kendilerine neden gereksinme duyulacağı anlamsız olacaktır. Herkes bilir ki, bir kişi için geçerli olduğu ileri sürülen bir ölçüt, herkes için de geçerli olabilir. Bu durumda, devrim mücadelesini sürdüren tek kişi bile kalmayacaktır. Çünkü herkes, kendi dışında birşeyin varolmasını beklemek durumunda olacaktır. Oysa hiçbir şey yoktan var olmaz.
Görüldüğü gibi, “güç-nicelik” kavrayışı, sadece pratik devrimci mücadelenin engeli değil, aynı zamanda devrimci olunmasının da engeli olan bir ideolojik kavrayıştır. Küçük-burjuva dünya görüşünün ürünü olan bu kavrayış karşısında proletaryanın sınıfsal tavrı, tümüyle bilimseldir.
Proletarya, sınıf olarak, sadece kendisinin niceliğini değil, aynı zamanda burjuvazinin zıddı olarak bir niteliği ifade eder. Üretimdeki yeri, onu, sadece nicelik olarak değil, niceliğin belli bir nitelikle birleşmesinin ürünü olarak belirlemiştir. Tek tek işçilerin (nicelik) birleşik ve kollektif eylemi (nitelik), proletaryanın sınıfsal gücünü ortaya çıkarır. Proletaryanın kendi günlük pratiğiyle sürekli olarak sergilediği ve sürekli olarak yeniden ürettiği bu ilişki, birleşik ve örgütlü bir niceliğin nasıl bir güç ortaya çıkardığını gösterir.
“Güç-nicelik” ilişkisi doğru kavranamazsa ve küçük-burjuvazinin bu konudaki kavrayışı esas alınırsa, devrimci mücadelede bir dizi sapma kaçınılmaz hale gelir. Kendisini belli bir “güç” olarak göstermek isteyen ve bu yolla güçlenmeyi uman pek çok devrimci örgüt, kendi gücünü aşan ve tarihsel koşullara uygun düşmeyen bir dizi eylem yapmaya sürüklenir. Sonuç ise, devrimci mücadelenin verdiği nice kayıplar ve yitirilen zamandır.
Tüm bu belirlemelerin ışığında, belli bir niteliği ifade eden devrimci insanı, kadroyu şu şekilde belirleyebiliriz:
Tarihin belirli bir döneminde, mevcut ekonomik, sosyal ve siyasal sistemin, insanlığın ileriye doğru gelişiminin ve tarihsel ilerlemenin engeli olduğu bir dönemde, yani mevcut üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimini engellediği ve yer yer durdurduğu bir tarihsel dönemde, bu koşulların bilincinde olan ve bu koşulları ortadan kaldırarak, insanlığın tarihsel gelişiminin önünü açan, bu süreci hızlandıran insanlar, o tarihsel dönemin görev ve sorumluluğu ile hareket ederek, kendilerini devrimci olarak tarih karşısına koyarlar. Bu nitelikteki bir birey, ister politik iktidarın ele geçirilmesi sürecinde olsun, ister politik iktidar ele geçirildikten sonra olsun, yaptığı her eylemi ile devrimci niteliğini yeniden üretir ve kendini aşar. Yerinde sayan, değişmeyen bir nitelik, her zaman çürümeye ve bozulmaya uğrayacaktır. Bu nedenle de, devrimci insan, kendisini sürekli olarak aşan, yenileyen ve devrimci mücadele sürecinin öne koyduğu görev ve sorumluluğun bilincinde ve ona göre faaliyet yürüten insandır.
Devrimcilik, bireyin, tarih karşısında, içinde yaşadığı tarihsel koşullar karşısında, kendi bilinci ile belirlenen sorumluluk ve görev demektir.