Devrimciler için silahlı mücadele, siyasal iktidarı ele geçirmenin bir aracıdır. Diğer bir ifadeyle, silahlı mücadele, tarihsel olarak ömrünü tamamlamış, ama varlığını
zor yoluyla sürdürmeye çalışan bir sınıfın ya da sınıflar ittifakının iktidarını ortadan kaldırmanın, yani tarihin gereğini yapmanın bir aracıdır.
Bu nedenle silahlı mücadele, devrimcilerin öznel tercihlerinin ya da istemlerinin bir ürünü değildir. İktidarı ele geçirmek ya da mevcut iktidarı devirmek amacıyla silahlı mücadelenin verilebilmesi için, herşeyden önce nesnel koşulların varolması şarttır.
Silahlı mücadelenin nesnel koşulları, mevcut iktidarın ya da düzenin tarihsel olarak ömrünü tamamlamış olduğu koşullarda varlığını sürdürmek için zora, şiddete başvurmasıdır. Bu koşullarda, en yalın ve basit bir demokratik hak bile siyasal zorla yüz yüze kalır. Mevcut düzenin yasallığı, sadece düzenin kendi zor güçlerinin korumasıyla varlığını sürdürebilir. Yasalar sadece kağıt üzerinde mevcuttur. İstenildiğinde kolayca değiştirilebilir. Yine de siyasal iktidar, bu kağıt üzerindeki yasalara bile uymaz. Bu koşullarda, yalın, basit ve hatta günlük ekonomik, toplumsal ve siyasal istemler, “yasal gerekçelerle” kolayca bir yana itilebilir. Bir başka deyişle, mevcut siyasal iktidar
her türlü meşruiyetini (yasallığını) yitirmenin koşulları içindedir. Artık onun “inandırıcılığı” zorlamayla sağlanabilir. Dolayısıyla kitlelerden siyasal olarak tecrit olmanın koşulları içindedir.
Bu koşullar altında, ekonomik, toplumsal ve siyasal istemlerin gerçekleştirilebilmesi için silahlı mücadeleden başka seçenek yoktur.
Ancak, nesnel olarak, bir siyasal sistemin ya da düzenin tarihsel olarak ömrünü tamamlamış, tarihsel gelişimin önünde bir engel haline gelmiş olması ile bu durumun insanlar tarafından, öznel olarak, bilinir ve görünür olması, yani bilincinde olunması birbirinden farklıdır. Bu farklılık, aynı zamanda siyasal bilincin kendiliğinden ortaya çıkmayacağının gerçekliğidir.
Hiçbir siyasal iktidar, tüm zamanlarda
yalın biçimde ve sürgit zor kullanarak varlığını sürdürmez. Tarihsel olarak ömrünü ne kadar tamamlamış olursa olsun, her zaman elinin altında bulunan devlet gücünün
değişik araçlarından yararlanır. Egemen sınıf ya da sınıflar, Gramscici terminolojiyle söylersek, “sivil toplum”daki hegemonyasına dayanarak “siyasal toplum”daki egemenliğini korur. “Sivil toplum” üzerindeki hegemonyası ne kadar geniş ve güçlü olursa, kendisine “muhalif” olan, yani kendi iktidarına karşı olan kesimler üzerindeki zor ve baskısı o kadar tekil olur ve “local” düzeyde kalır.
Gramscici “hegemonya” kavramı, gerçekte, siyasal iktidarın kitleler üzerinde “güvenilirliği”nin ve “inandırıcılığı”nın düzeyini ifade eder. Siyasal iktidar, hala kitleler üzerinde etkide bulunabiliyor, kendi görüşlerini kitlelere kabul ettirebiliyorsa, bu durumda, bu siyasal iktidarın kitlelerden
siyasal olarak tecrit olduğundan söz edilemez. Burada ana sorun (siyasal düzen nesnel olarak ömrünü tamamlamış olduğundan),
iktidarın siyasal olarak tecrit edilmesidir.
Siyasal tecrit, siyasal iktidarın, her türlü eylem ve söyleminin geniş halk kitleleri tarafından kabul edilmemesi, dinlenmemesi demektir. Bunun yolu ise, bu iktidarın her türlü eylem ve söyleminin gerçekliğinin kitleler tarafından görülmesinin ve anlaşılmasının sağlanmasından geçer. Bu da,
siyasal gerçeklerin teşhiri ile olanaklıdır.
Siyasal gerçekler teşhir edilmediği, siyasal iktidar inandırıcılığını ve güvenilirliğini değişik araçlarla
yeniden üretebildiği koşullarda, nesnel koşullar ne denli olgunlaşmış olursa olsun, buna denk düşen öznel koşullar, yani siyasal iktidarı ortadan kaldırmaya yönelik “muhalif” hareket ortaya çıkamaz ya da gelişemez.
“Muhalif hareket” ya da devrimci hareket, ne denli zayıf ve güçsüz olursa, siyasal iktidarın kendi varlık koşullarını yeniden üretebilmesi o denli kolay olur. Üstelik bu yeniden üretim koşulları, çoğu zaman, (nesnel olarak varlığını sürdürebilmesi için zorunlu olduğu) siyasal zor araçlarını kullanmasını bile gerektirmez. Demagoji, gözdağı ve yaygara, çoğu durumda, zor araçlarına başvurmaksızın kendi varlığını koruması için yeterli olur. Althusserci söylemle, basın-yayın kuruluşları ve “okul”, bu siyasal iktidarın kendisini yeniden üretebilmesinin ve meşru görünümünü kabul ettirebilmesinin araçları olarak kullanılır.
Her durumda siyasal iktidar sınıfsal niteliktedir. Dolayısıyla da dayandığı bir toplumsal sınıf ya da sınıflar ittifakına sahiptir. Bu nedenle de, dayandığı ve çıkarlarını temsil ettiği sınıfın ekonomik gücü, kendi varlığını sürdürebilmesinin maddi koşullarını yaratır.
Egemen sınıfların ekonomik gücü, diğer “sivil toplum” araçlarıyla birlikte, siyasal iktidarın hizmetine koşulur. Kendileri için “potansiyel tehlike” oluşturan toplumsal kesimler, bu ekonomik güç aracılığıyla pasifize edilmeye çalışılır.
Ama ekonomik güç, sadece belli amaçlarla kullanılan bir “satın alma gücü” değildir. Aynı zamanda, eşitsiz ekonomik gelişimin ortaya çıkardığı göreceli bir “refah” ortamının yarattığı bir güçtür. Özellikle “refah düzeyi”nin düşük olduğu, kitlelerin tüketim gücünün az olduğu dönemlerden sonra ortaya çıkan “nispi refah”, geniş halk kitlelerinde belli bir rahatlama ve “umut” yaratır. Bu yolla, “muhalif kesimler” ya da sınıflar siyasal iktidara yedeklenir. Ancak halk kitlelerinin siyasal iktidara yedeklenmesi tek başına yeterli değildir. Aynı zamanda bu yedeklenme durumunun
sürekliliğinin (göreceli olarak) sağlanması gerekir. “Nispi refah”, geçici ve göreceli olduğundan, ekonomik gelişimin yarattığı durum sürekli ve kalıcı olamaz. Dolasıyla kitlelerin yedeklenmesinin (göreceli olarak) daha uzun süre sürdürülebilmesi için “başka araçlar” devreye sokulmak zorundadır (örneğin “medya” aracılığıyla ülke gündeminin sürekli değiştirilmesi, yeni bir “refah” döneminin başlayacağı umudunun yaratılması vb.).
En önemli sorun, “nispi refah” koşullarında ya da “nispi refah”ın sürdürülebilir olduğu “algısı”nın olduğu dönemlerde, tarihsel olarak ömrünü tamamlamış, gerici ve sömürücü bir düzenin temsilcisi olan siyasal iktidarın siyasal olarak nasıl tecrit edilebileceğidir.
Siyasal zor, böylesi dönemlerde çok fazla ortalıkta görünmez. Mevcut düzenin “yasal zoru” (düzenin olağan polis gücü ve mahkemeler) toplumsal muhalefetin gelişmesini engellemek için yeterli olur. Siyasal iktidar nesnel olarak ne kadar ömrünü tamamlamış olursa olsun, yani devrimin nesnel koşulları ne kadar olgunlaşmış olursa olsun, bu koşullar altında açık siyasal zor ya da siyasal zorun askeri biçimde maddeleşmesi gündeme gelmez.
[*]
Böyle bir durumda, düzene karşı zora başvurmak, nesnel olarak ne kadar meşru ve kaçınılmaz olursa olsun, öznel olarak bunu gerçekleştirmenin koşulları aynı düzeyde olgunlaşmaz.
Zaten siyasal iktidar, Gramscici terminolojiyle söylersek, kendisine “onay” veren kesimler açısından bir “refah” ve “istikrar” unsurudur. “Muhalefet” ise, bu “refah” ve “istikrar” ortamını “bozmaya çalışan” “kötü niyetli kişiler”dir. Dolayısıyla siyasal iktidarın bu “kötü niyetli kişiler”e karşı kullandığı zor da, “meşru” ve “haklı” kabul edilir. Böylece siyasal iktidarın “muhalefet”e karşı uyguladığı siyasal zor, kitlesel ve toplumsal bir tabana sahip olur.
Siyasal iktidarın (ya da düzenin) bu toplumsal tabanını ortadan kaldırmak ya da dağıtmak ise, sadece ve sadece
siyasal gerçeklerin teşhiri ile olanaklıdır. Toplumsal muhalefet ve devrimci hareket açısından en temel görev, bu siyasal gerçeklerin teşhirinin örgütlenmesidir.
Açıktır ki, siyasal teşhirler etkili oldukça, iktidarın toplumsal tabanı küçülecek ve dağılacaktır. Bu koşullarda, siyasal iktidar artan oranda zora başvurmak zorunda kalacaktır. İşte bu andan itibaren, siyasal iktidarın siyasal zoruna karşı zora başvurmak,
öznel olarak meşru ve kaçınılmaz hale gelir.
Bu andan itibaren yapılması gerekenler daha “kolay” ve “basit”tir. Zor, Engels’in deyişiyle, “ordu ve donanma demektir”, silahlı güçlerin kullanılması demektir. Doğal olarak, iktidarın zoruna karşı zora başvurmak, silahlanmak, silahlı güç oluşturmak ve savaşmaktan ibarettir. Ve sorun, artık nasıl silahlanılacağı, silahlı gücün nasıl örgütleneceği ve nasıl bir stratejik plan doğrultusunda savaşılacağı sorunu haline gelir. Bu andan itaberen, askeri savaşın stratejisi,
zaferi belirleyen temel unsur olur.
Silahlı devrimci örgütler açısından, böyle bir aşamaya ulaşılması, nesnel ve tarihsel olarak kaçınılmaz olduğu kadar, öznel olarak da amaçlanılan bir durumdur. Ancak, yukarda ifade ettiğimiz gibi, “nispi refah” koşulları ve bu koşullarda geniş halk kitlelerinin siyasal iktidara yedeklenmesi, diğer bir ifadeyle, siyasal iktidarın siyasal olarak tecrit olmadığı koşullarda, silahlı mücadelenin kaçınılmazlığının bilincinde olan bir devrimci örgütün “ne yapacağı” sorunu içinden çıkılmaz bir “muamma”ya dönüşür.
Bu “muamma”, herşeyden önce “iç tartışmalar”a yol açar. Bu koşullarda “yasadışı” örgütlenmenin ve silahlı eylemin “etkisiz” olduğu düşüncesi oluşmaya başlar. Gizli ve yasadışı bir örgütlenmeyle geniş halk kitlelerine ulaşılamadığı, yapılan ya da yapılacak olan silahlı eylemlerin etki yaratmadığı “gözlemlenir”. Dolayısıyla da “legal olanaklardan yararlanma” arzu ve düşüncesi ortaya çıkar ve yayılır.
Bunun ilk ürünü, ideolojik olarak legalist bir çalışma tarzını benimsemiş “sol” yapıların “kitle” arasında daha kolay örgütlenmesidir. Böylece “legalizm” çekici bir unsur haline gelir.
“Muamma” basit bir “muhakeme” yoluyla çözülüverir: Madem silahlı eylem (“eskisi gibi”) etkili olamamaktadır ve gizli ve illegal örgütsel yapıyla “geniş halk kitlelerine” ulaşmak olanaksızdır, öyle ise, “legal olanaklardan yararlanarak” kitle çalışmasına ağırlık verilmelidir.
Böylece, “eski” gizli ve illegal örgütsel yapı, yavaş yavaş legalize olmaya başlar. Dernek, sendika vb. yasal örgütlenmeler yaratılmaya ya da varolanlarında çalışmaya başlanır. Bu “yarı-legal” örgütlenmeler yoluyla ve bu örgütlenmelerin ekonomik-demokratik hak ve istemler doğrultusundaki mücadelesiyle kitle içinde etkin olmaya çalışılır.
Bunun marksist-leninist yazındaki karşılığı, “Kitlelerin içine girerek, kitlelerin acil gereksinmeleri etrafında, kitleleri örgütleyip, eyleme sokma ve kitlelere siyasi bilinç götürüp örgütleme, yani emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik hak ve istemleri etrafında kitleleri örgütleyip, siyasi hedefe yönlendirme”dir. “Klasik kitle çalışması” olarak da tanımlanan bu mücadele tarzı, son tahlilde, ekonomik ve demokratik mücadeleyi, politik mücadeleye dönüştürmeyi amaçlayan bir çizgidir.
Mahir Çayan yoldaşın açıkça ifade ettiği gibi, “elbette bu yoldan gidildiğinde de görünüşte bazı ilerlemeler olacaktır”. Ancak “karşı taraf”, yani siyasal iktidar, bu yolun izleyicilerinin “arkasını” bırakmaz. Onların “nihai amacı”ndan hareket ederek, bu ilerlemeyi belli bir yerde durdurmaya yönelir. İşte bu andan itibaren, devletin “meşru güçleri”, polis ve mahkemeler devreye girer. Olmadık bahanelerle, sudan gerekçelerle bu yasal çalışma engellenir.
Bu klasik kitle çalışması, silahlı mücadeleyi savunan örgütler açısından sadece “koşulların gerektirdiği” bir “ara aşama”dan ibarettir. Amaç, silahlı mücadele için gerekli öznel koşulları yaratmaktır. Dolayısıyla, bu kitle çalışmasıyla sağlanan kadrolar silahlı mücadele anlayışı çerçevesinde mevzilendirilir. Ama silahlı eylemler, “eskisi gibi” etkili olmadığından, bu kadroların silahlı eylemlerinin de tekil ve etkisiz kaldığı görülür. Öte yandan legal mücadele içinden gelen kadroların gizliliği sağlanamaz. Böylece varolan kadrolar az ya da çok hızda yitirilir.
Böylece bir kez daha başa dönülür ve legal çalışma yeniden başat hale gelir. İllegal yapı daha fazla legalize olur. Her legalizasyon, bir kez daha aynı sonuçları yaratarak, başa dönülmesine yol açar.
Öte yandan, legal çalışma ile silahlı mücadele çizgisi arasında çatışkı çıkar. Her ne kadar “amaç”, silahlı mücadeleyi sürdürmek amacıyla “legal olanaklardan yararlanmak” ise de, silahlı eylemlerin etkisiz kalışı ve alınan darbeler legal çalışmayı daha da öne çıkartır. Bu durum, legalist sol ve oportünistler tarafından demogoji konusu haline getirilir. Silahlı mücadeleyi savunan örgütün legal çalışma içindeki unsurları, “madem silahlı mücadeleyi savunuyorsunuz, buralarda ne işiniz var” türünden demagoji karşısında, öznel koşulları hazırlanmamış eylemlere yönelme arzusuna kapılırlar. (Aynı zamanda legal alandaki oportünist ve legalistlerden “farklı” olunduğunu göstermek amacıyla da belli silahlı eylemlerin yapılması kaçınılmaz hale gelir.)
Ayrıca, legalizmin egemen olduğu, “barışçıl” (uzlaşmacı ve pasifist) mücadelenin baş tacı edildiği, “her türlü şiddetin” kınandığı koşullarda (günümüz koşullarında olduğu gibi), silahlı eylemler için uygun bir “gerekçe” de bulunmaya çalışılır. Her durumda “uygun gerekçe”, siyasal iktidarın “aşırı zor kullanımı”ndan türetilir. Örneğin işkencede bir devrimcinin öldürülmesi “uygun gerekçe” olarak ortaya çıkar. Hatta kadrolar için bir “motivasyon aracı” olarak kullanılır.
Bu andan itibaren, silahlı eylem, siyasal iktidarı ele geçirmek amacıyla yürütülen silahlı mücadelenin
somut ifadesi olmaktan çıkar,
somut bir olay karşısında gösterilen bir “tepki” halini alır. Silahlı eylem için “uygun bir gerekçe” varolduğu için de, legal çalışmadan sağlanan kadrolar bu doğrultuda harekete geçirilir.
Bunun yanında, silahlı eylemlerin “sol kitle” arasında hala etkili olduğunu, bu kitleyi kendi safına çekebilmek için “gerekli ve zorunlu” bir araç olduğunu düşünen bazı sol yapılar da, sadece bu amaçla silahlı eylemler gerçekleştirmeye yönelirler. Birkaç silah, biraz patlayıcı ve birkaç kadroyla bazı silahlı eylemler gerçekleştirilir. Amaç, “sol kitle”ye “savaşçı bir örgüt” olunduğunu göstermektir. Hiçbir stratejik silahlı mücadele çizgisine sahip olmayan bu sol yapıların silahlı eylemlerinin bu sınırlı amacı, hemen her durumda silahlı mücadelenin stratejik bir mücadele olması gerçeğini aşındırır.
Her iki durumda da (burada öznel niyetler ya da amaçlar önemli değildir), silahlı eylem, belli bir stratejinin parçası olarak değil, dar ve sınırlı amaçlar için kullanılan bir araç haline gelir. Bunun sonucu ise, silahlı mücadelenin stratejik bir plana dayalı uzun bir mücadele olduğu bilincinin yok olmasıdır. Böylece silahlı eylem, soldaki samimi unsurların belli bir
öfkesinin dışavurumu haline dönüşür.
Böylesi dönüşüm koşullarında, silahlı mücadelenin gerekliliğine inanan samimi unsurlar, giderek tekil eylemler içinde yer alırken, aynı zamanda silahlı mücadelenin stratejik niteliğini ve stratejiye olan bağını unuturlar. Silahlı eylem, herkesin sessiz kaldığı koşullarda öfkenin dışavurulduğu “feda” eylemleri olarak algılanır.
Böylesi ortamda, herşey, içinde bulundukları yapının “tarihi”nden alınan örneklere göre yapılır.
Şüphesiz, bizim gibi ülkelerde, silahlı mücadelenin nesnel koşulları her zaman mevcuttur. Dolayısıyla silahlı eylem için “meşruiyet” aramak fazlaca gerekmez. Öte yandan, silahlı mücadele, devrimci mücadelenin tarihine damgasını vurmuştur. Önsel olarak silahlı mücadeleyi reddeden “sol” yapıların inadırıcılığı yoktur. Öyle ki, revizyonizmi ve pasifizmi tescilli “sol” yapılar bile, bir dönem “gerilla yapan şubeler” açmışlardır. Bu nedenle, ülkemizde, devrimci olmaya yönelen ya da karar veren her yeni unsur, ilk andan itibaren silah elde savaşacağı günlerin özlemini duyar. Kimisi gerilla olarak dağlara çıkmayı, kimisi “barikatlarda savaşmayı” düşler. Dolayısıyla bir öfkenin dışavurumu olarak ya da belli öznel amaçlarla silahlı eylem yapılması fazlaca yadırganmaz.
Elbette bu tür silahlı eylemler karşısında, legalist “sol” boş oturmaz. Silahlı mücadelenin koşullarının olmadığı ya da somut siyasal koşullar hesaplanmaksızın eylem yapıldığı biçiminde yoğun bir ideolojik propagandaya girişir. Silahlı mücadeleyi hedefleyen bu ideolojik propaganda, günün koşullarına bağlı olarak, kimi zaman legal yayın organlarında, kimi zaman da (ki çoğu zaman böyle olmaktadır) “sözel” olarak “kulislerde” yürütülür. Mevcut siyasal koşullardan kopuk, öznel amaçlarla yürütülen silahlı eylemler kadar, başarısızlıklar da bu propagandanın konusu haline gelir.
Bütün bunlar, stratejik bir çizgiye bağlı yürütülmesi gereken silahlı mücadelenin aşındırılmasına hizmet ederler.
Evet, dün olduğu gibi bugün de, silahlı mücadelenin
nesnel koşulları mevcuttur.
Emperyalist-kapitalist sistem tarihsel olarak ömrünü tamamlamıştır. Ülke, hemen her zaman ekonomik, toplumsal ve siyasal bir kriz ortamındadır. Oligarşinin siyasal iktidarı, sayısal çoğunluğuna dayanarak kendi dışındaki toplumsal ve siyasal kesimlere karşı “yasal” görünüm altında, özel yetkili mahkemeler yoluyla zor uygulamaktadır. Değişik devlet kurumları aracılığıyla toplumsal muhalefete karşı “ekonomik zor” uygulaması alabildiğine yaygınlaştırılmıştır. Toplumsal düzen, sayısal çoğunluğa dayanılarak ve bunun dışındaki toplumsal kesimleri hiçe sayarak yeniden “dizayn” edilmektedir. Bu koşullarda, siyasal iktidara karşı silahlı mücadeleye girişmek haklı ve meşrudur.
Ama bu nesnel koşullara karşın silahlı mücadelenin
öznel koşulları neredeyse yok denilecek düzeydedir. Toplumsal muhalefette öfke giderek büyümekle birlikte, silahlı mücadele yürütülmesi eğilimi, hesaba katılamayacak kadar zayıftır. Sol örgütler, tümüyle legalize olmuştur. Tüm sol unsurlar, legalizasyonun ideolojik etkisi altında oldukları gibi, aynı zamanda legalizasyondan kaynaklanan zaaflarla doludurlar. Silahlı savaş günlerini özleyen ve isteyen samimi unsurlar, “bu yoldan” gidildiğinde o günlere ulaşılacağına inanmaktadırlar. Marksist-leninist teori ve silahlı mücadelenin deneyimleri fazlaca önemsenmemektedir. Birkaç silah ve birkaç kişiyle, düzene karşı duyulan öfkenin bir ifadesi olarak “feda”karlık yapanlar ise, legalizmden getirdikleri zaaflarla ve sadece “inanç”la hareket etmektedirler.
Silahlı mücadele bir “inanç” sorunu değildir. Silahlı mücadele, “inanmış” birkaç kişinin gerçekleştireceği eylemlerle gelişip yaygınlaşan bir mücadele değildir. Silahlı mücadele, düzene karşı duyulan öfkenin ya da kinin tekil düzeyde dışavurulduğu bir mücadele de değildir. Bir silahlı mücadele biçimi olan gerilla savaşı, yalın bir kahramanlık ya da cesaret gösterisi değildir. Silahlı mücadele, stratejik bir mücadeledir ve ancak stratejik bir plana bağlı olarak yürütüldüğü sürece zafere ulaşabilir.
Bunun yanında, gerilla savaşı, tek başına devrimci bir içeriğe de sahip değildir. Mahir yoldaşın ortaya koyduğu gibi, “gerilla savaşı kavramı, kavram olarak tek başına nitelik belirleyici değildir. Merkezi otoriteye karşı mahalli mütegallibe de, düzenli birlikleri yenilmiş bir ordu da düşmanına karşı gerilla savaşı yürütebilir.” PKK olayında olduğu gibi, genel olarak silahlı mücadele, özel olarak gerilla savaşı, belli ödünler alabilmek için de yürütülebilir.
“Gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak yürütülmesine, yani politik kitle mücadelesi olarak ele alınmasına Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi denir.”
Bu stratejik bakış açısı ve çizgisi olmaksızın silahlı mücadelenin etkin ve başarılı olması olanaksızdır. Ülkemizin yakın tarihi bunu açıkça kanıtlamıştır.
Stratejik olarak silahlı mücadelenin, özel olarak gerilla savaşının yürütülebilmesi için, herşeyden önce bu stratejiyi benimsemiş ve kavramış, her türlü legalist hayalleri bir yana bırakmış olan unsurların asgari düzeyde örgütlenmiş olması şarttır ve kaçınılmaz olarak illegal ve gizli olmak durumundadır.
Bu örgütlenme, 1976-80 dönemindeki gibi, 1971-1972 yılında yürütülen silahlı devrimci mücadelenin yarattığı büyük bir sempati üzerinde yükselmeyecektir. PKK’nin yürüttüğü silahlı mücadele ne kadar kalıcı ve etkili olursa olsun, Türkiye solunda silahlı mücadelenin yürütülmesine yönelik eğilimler çok cılız ve zayıftır. Silahlı mücadelenin gerekliliğinin bilincinde olan unsurların illegal ve gizli örgütlenmeye ulaşmaları (ya da tersi) pek çok zorluğu ve sorunu beraberinde getirmektedir. Günümüz koşullarıda, yürütülen bir silahlı mücadeleye katılmaktan daha çok, silahlı mücadelenin yürütülebilmesi için gerekli koşulların yaratılması (“hazırlık aşaması”) öndedir. Hazırlık döneminde bir yandan Öncü Savaşı’nı yürütecek örgütün temel askeri yapısı, güvenlik örgütü, teknik eğitimi gerçekleştirilirken; diğer yandan kitle içinde belirli hedeflere yönelmiş, öncünün gelecekteki eylemlerine taban teşkil edecek bir çalışmaya girmek gerekir. Dolayısıyla legalizmin ve “nispi refah”ın yaratmış olduğu “zihniyet” dünyası, böylesine “hazırlık aşaması”nın gerektirdiği zor ve sert koşullarla çelişmektedir. İçinde yaşanılan somut koşullar nedeniyle, silahlı mücadelenin hazırlık aşamasının görece olarak daha uzun bir zaman dilimini kapsaması, uzun süreli bir mücadele perspektifine sahip olmayan tekil bireyler açısından sıkça “umutsuzluk” yaratabilmektedir. Unutulmamalıdır ki, “şehirlerin ideolojik etkisi, barışçıl usullerle örgütlenmiş kitle savaşları umudunu yaratarak gerilla savaşlarını frenler.”
Ama savaş gelip çattığında, silahlı mücadele kaçınılmaz hale geldiğinde, gerek ideolojik, gerekse maddi olarak hazırlıkların yapılmamış olması, sadece teslimiyete yol açar. Geçmişten hiçbir ders çıkarmaksızın, eskinin yanlış silahlı mücadele anlayışlarıyla ya da tekil bireysel eylemlerle bir yere varılmaya çalışılması ise, yenilgiyi kaçınılmaz kılar. İster öfkenin bireysel ya da grupsal dışavurumu olarak, ister “hesap sorma” amacıyla gerçekleştirilen tekil eylemlerden stratejik bir mücadele, yani uzun dönemli, planlı ve programlı bir devrimci mücadele ortaya çıkmaz. Bilinmelidir ki, silahlı devrimci mücadele, bireysel terörizmden amaç ve biçim olarak farklıdır.
Şüphesiz, samimi unsurların, legal alanlardan yanlış silahlı mücadele anlayışına sahip yapılara kanalize olmaları günümüzün olgusudur. 70’lerdeki gibi, düzenin yasal sınırlarının aşıldığı, silahlı devrimci örgütlerin yarı-legal alanlarda faaliyet gösterebildiği koşullar mevcut değildir. 12 Eylül sonrası yetişen kuşakların, silahlı mücadele deneyimi bir yana, illegal ve gizli çalışma pratikleri ve “algıları” bile mevcut değildir. Stratejik bir mücadelenin bir evresini ve bir biçimini oluşturan şehir gerilla savaşının ne olduğu bile bilinmemektedir. Herşey, sözel olarak anlatılan, “geçmiş”in kahramanlıklarıyla bezenmiş tekil silahlı eylemler olarak görülebilmektedir. Legal alanlarda, sözcüğün tam anlamıyla ideolojisizliğin egemen olduğu, herhangi bir teorik ve stratejik değerlendirmenin yapılmadığı koşullarda daha başka bir sonucun ortaya çıkması da olanaksızdır.
Gerçekten doğru bir çizgide birşeyler yapmak isteyenler ise, doğru devrimci çizgiye sahip örgüte ulaşmanın araçlarına sahip olmadıklarından, bireysel olarak ne yapabileceklerini de bilememektedirler. Bu örgütü legal alanlarda bulma çabaları da sonuçsuz kalmaktadır. Böylece ya hiçbir şey yapmamak ya da legal alanlarda “varolan” bir şeyin içinde yer almak ikilemiyle yüzyüze gelmektedirler.
Bu ikilemi aşmak hiç de kolay değildir. Legal alanlardaki devletin bilgi ve denetim araçlarının alabildiğine yaygın olduğu gerçeğinden yola çıkıldığında, silahlı devrimci bir örgütün legal faaliyet içinde örgütlenme çalışması yürütmesinin hiç de “akla uygun” olmadığı görülür.
Elbette düzenin legal sınırlarının aşıldığı, yarı-legal çalışma alanlarının ortaya çıktığı koşullarda bu sorunlar ve ikilemler ortadan kalkacaktır. Ama böyle bir gelişmenin ortaya çıkabilmesinin yolu, silahlı siyasal mücadelenin gelişmesine bağlıdır. Henüz gerekli hazırlıkların yapılabilmesinin asgari koşullarının bile gerçekleştirilemediği bir mücadelenin gelişim koşullarındaymışcasına hareket etmek de boş ve anlamsızdır.
Herşeyden önce legalizmin yarattığı körlükten, dargörüşlülükten uzak durulmalıdır. Yasadışı ve gizli çalışmayı küçümseyen, bu çalışmaları bir korku unsuru gibi gösteren legalizmin etkisi kırılmalıdır.
Gün gelip, kitleler kendilerini savunmak zorunda kaldıklarında, küçük de olsa doğru devrimci çizgiye sahip bir örgütün varlığı tek çıkış yoludur. Aksi halde, “barikat savaşı” efsaneleriyle, “özsavunma güçleri” masallarıyla, “gerilla komutanları” söylemleriyle bulunacak “çıkış yolu”da, 80 öncesinin “silahlı mücadele” savunusu altında legal faaliyet yürütenlerin yolundan başka bir yere çıkmayacaktır.
Bu nedenle, legal alanlarda devrim ve devrimcilik adına söylenenlerin sorgulanması ve doğru devrimci çizginin ne olduğunun öğrenilmesi, belki atılacak küçük, ama gelecek açısından belirleyici bir adım olacaktır.
Dipnot
[*] “Siyasal zor, oligarşinin elinde ilk şart olarak, oligarşinin siyasal hakimiyetini koruması şeklinde görevini somutlaştırır. Kuşkusuz en önemli araç, devlet aygıtıdır. Devlet bu dönemde, hakim sınıfların karakterine bürünerek, oligarşik devlet niteliğini almıştır. Siyasal zorun bu biçimdeki görevi ona, üretim ilişkileri tarafından verilmiştir. Ve temel görevi, mevcut üretim ilişkilerinin devamını sağlamayı yerine getirmektir. Bu görevin yerine getirilişinde ‘zor’un askeri bir biçimde maddeleşmesi ve görünür olması, a) Hakim sınıfların kendi iç çelişkileri yüzünden idare edememeleri, b) Gelişen sınıfsal muhalefetlerin mevcut üretim ilişkilerini tehdit eder bir nitelik almaları, c) Doğrudan doğruya iktidara yönelik bir siyasal alternatifin ortaya çıkması durumlarında olur. Ülkemizde özellikle 12 Mart ertesi uygulamalardan sonra, hakim sınıfların kendi iç çelişkilerinden dolayı yönetimin askerileşmesi beklenemez. Bu nedenle, siyasal zorun askeri bir biçimde kendini göstermesi, mevcut üretim ilişkilerine yönelik muhalefetin görüldüğü yerlerde ve oligarşiye alternatif bir gücün ortaya çıkması zamanlarında olacaktır.” [İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz] (abç)