… Ve “hesap verme günü” geldi!
AKP’nin “üstün gayretleri”yle ve hükümet olarak “müdahil” olmasıyla 12 Eylül’den “hesap sorulmaya” başlandı! Yüzlerce, belki binlerce kişi davanın görüleceği adliyenin önünde toplaştı. Ellerinde pankartlar ve dillerinde sloganlarla 12 Eylül “mağdurları” ve “yakınları” adliye önünü doldurdular! Sloganların bittiği ve “canlı yayın”ların başladığı yerde “mağdurlar ve yakınları” “halaya durdular”!
Üstelik, “medya” söylemiyle, “Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya rahatsızlıkları nedeniyle mahkemeye gelmedi ama 105 yaşındaki Berfo Ana ambulansla Ankara’ya geldi”.
Bu havada ve bu ortamda, MHP’sinden CHP’sine, hükümetten “78’liler Vakfı”na kadar herkesin “müdahil” olduğu, ucundan bucağından kendine yontmaya çalıştığı ve sonuçta “bir”inin kazandığı, “diğerleri”nin sadece figüran rolü oynadıkları 12 Eylül mahkemesi başladıııı!
Ve yine, her zamanki gibi, Recep Tayyip Erdoğan söyleyeceğini söyledi:
‘’12 Eylül halk oylaması öncesinde ittifak halinde bize muhalefet edenler, bize hakaret edenler, bizi yalan söylemekle itham edenler, bugün bütün söylediklerini yuttular ve şu anda mahcup olacaklarına inanmıyorum, ama mahcup bir eda ile mahkeme kapısında sıraya girdiler’’
İşte bu kadar!
“Özel yetkili” savcılara verilen talimatla açılan “12 Eylül davası”yla “bir”ileri insanlarla düpedüz alay ediyor. “Bir”i istediği için “özel yetkili” savcılar dava açıyor, “özel yetkili” mahkeme davayı başlatıyor ve bunun adına da “demokrasi”, “hukuk” ve “hesap sorma” deniliyor.
Eğer ki, o “bir”i talimat vermeseydi, eğer ki, “özel yetkili” savcılar “yargının bağımsızlığı” adına bu talimata uymasalardı, “özel yetkili” mahkeme aynı gerekçeyle davayı reddetseydi ne olacaktı?
Bu 12 Eylül davası, ne hukuksaldır, ne de meşrudur. Sadece “bir”inin talimatıyla yapılan bir “şov”dan ibarettir.
Mahkeme kapısına yığılan, buldukları fırsatta “halaya duran” ve kendilerini “12 Eylül mağduru ve yakını” olarak tanıtanların böylesi bir “şov”un parçası olmaları hiç de kabul edilebilir değildir.
Tarih çarpıtılmıştır ve çarpıtılmaya devam edilmektedir.
12 Eylül askeri darbesi, emperyalizmin ve onun yerli işbirlikçilerinin, gelişen devrimci mücadeleyi engellemek ve yok etmek amacıyla siyasal yönetimi askerileştirmesinden başka bir şey değildir. Ve devrimciler, emperyalizme ve oligarşiye karşı iktidar mücadelesi yürüten devrimciler, asla 12 Eylül askeri darbesinin “mağduru” olmamışlardır. Devrimcileri, devrim mücadelesinde yaşamını yitiren ya da yitirmeyen devrimcileri, hiç kimse, kendileri bile “mağdur” gibi gösteremez.
12 Eylül mahkemesi başlıyor diye adliye kapısına yığılan ya da yığdırılan insanların, devrimcilerin, devrimci oldukları, devrim istedikleri ve devrim yapmak için yola çıktıkları için “
haksızlığa uğramış” (mağdur) insanlar olmadıklarını bilmeleri gerekirdi.
Devrimcilerin “12 Eylül’le hesaplaşmak” diye bir sorunları yoktur. Devrimcilerin sorunu, sadece ve sadece devrim yapmaktır. Devrim mücadelesinde karşılarına çıkan güçlüklerin, baskıların, işkencelerin karşı-devrimci terörün ürünü olduğunu bilirler.
Ve devrimciler, “görülecek hesapları”nı başkalarının üzerinden görmezler. Hele ki, her yanıyla ve her yönüyle karşı-devrimci bir siyasal iktidar “aracılığıyla” bunu yapmaya kalkışmazlar. Böyle bir şeyin mevcut iktidarın soldan meşrulaştırılmasından başka bir anlamı olmadığını bilirler.
Eğer devrimci olduğunu söyleyenler “bir şeylere” maruz kalmışlarsa, sadece ve sadece devrimci oldukları içindir. Bunu çarpıtmaya, başka türlü göstermeye kalkışılmamalıdır. Bugün belki devrimci mücadelenin “esamesi” bile okunmayabilir. Belki bugün devrim yapmaktan söz edenler bir elin parmakları kadar azdırlar. Ama tarih, eğer bizim bildiğimiz tarih, sınıf mücadelelerinin tarihi doğruysa, bugünler de geride kalacaktır. İşte o gün geldiğinde gerçek ve kalıcı tarihsel hesaplaşma yapılacaktır.
Bu nedenle, 105 yaşındaki Berfo Ana’yı ambulansla mahkeme kapısına getirenler, hiç çekincesiz soytarılık yapmaktadırlar. Mahkeme önünde toplanan, “halaya duran” insanlar, gençler, AKP iktidarının demagojik söyleminin figüranı yapılmışlardır.
İlerici, demokrat, yurtsever ve belki de “solcu” herkesin yapması gereken tek şey, bu “şov mahkeme”yi tanımamak, boykot etmektir. İnsanları, ilk başta Berfo Ana’yı bu “şov”a alet edenlerin yüzlerine tükürmek belki de bunun ilk adımı olacaktır.
Elbette bu soytarılığı tezgahlayanlar, bu tezgah için televizyon televizyon dolaşanlar günü geldiğinde hesap vereceklerdir.
Bunu bir yere yazın!
Soytarılığın Soytarılığı
Artık soytarılık da “bedava” değil. Her devrin soytarısı olduğu gibi, AKP devrinin de soytarıları var. Bunlara “medya”da köşe kapmış pek çokları dahil. Şimdi Ankara Adliyesi’nin önündeki 12 Eylül “mahkemesi” soytarılığının soytarılığını yapıyorlar.
Aşağıdaki sözler, böyle bir soytarılığın soytarısının yazısından alınmıştır:
“Ankara Adliyesi’nin önü, panayır yeri. Herkes orada; sağcısı, solcusu, referandumda 12 Eylülcülerin yargılanmasına ‘Hayır’ oyu verenler bile.
Maktul yakınları ile mağdur siyasi kurumlar da davaya müdahil. Birçok kişi, bugünleri de gördüğü için zil takıp oynayacak neredeyse.
Ama sinemacılardan, müzik sanatçılarından, karikatüristlerden çıt yok...
Hadi, Orhan Gencebay gibi siyasete mesafeli duranların sessizliğini anlayalım. Sevinç çığlıklarını duyurmak istemeyebilirler. Ama ya siyasi duruş sahibi sanatçılarımız, onlara ne demeli?
Sanatları kadar, sağ ya da sol ideolojik görüşleriyle de iftihar edenler nerede? Neden adliye bahçesinde onları da göremiyoruz?
Yılmaz Güney’le sansür kurulunu nasıl atlattıklarını, kaçakçı hikâyelerini aratmayan bir macerayla ‘Yol’ filminin negatiflerini yurtdışına nasıl kaçırdıklarını ballandıra ballandıra anlatan Tarık Akan nerede mesela?
Tarık Akan, Şerif Gören, Fatma Girik, Orhan Gencebay, Edip Akbayram, Selda Bağcan, Gani Müjde bir çırpıda akla gelenler. Daha pek çok isim sayılabilir.
Sanatçı duyarlılığını sergilemek için iyi bir fırsattı bu dava. Yeni kuşakları da cesaretlendirecek bir tavır takınabilirlerdi.
12 Eylülcülerden hesap soruluyor olmasından mutlu mu değiller, yoksa mutluluklarını bilemediğimiz bir nedenle gizlemeyi mi tercih ediyorlar?” (Aktif Beki, Radikal, 5 Nisan 2012.)
12 Eylül “Mağduru”
Süleyman Demirel de
Konuştu!
“Bu bir ihtilal mahkemesidir; yani 1980’de yapılmış olan ihtilalin, karşı mahkemesidir. Aradan 32 sene geçtikten sonra bu işin sorumluları ‘Neden yaptınız, kanunları neden çiğnediniz’ diye, mağdurları da ‘Alacağınız varsa, alın’ diye mahkemeye çağırılmaktadır. Böyle bir şey ilk defa görülmektedir….
Şimdi 32 yıl aradan sonra şartlar değişti, referandum yapıldı, yargılama oluyor. 2010 referandumu, 1982’yi ortadan kaldırmaz. Benim elimden milletin verdiği yetkiyi almışlar. Peki, yüzde 92’yi yok mu sayacağız? Peki, sayfalarda onlara o kadar destek verenleri yok mu sayacağız?
Bu vaziyette ben düşündüm ki ‘Verin hakkımı’ diye kimden isteyeceğim? Evren Paşa ile Tahsin Paşa’dan mı? Bu adamları yargılarken, yargılama imkânı olmayanlar, bu işin başka gerçek müsebbipleri ne olacak? Ben o yüzden bunu bir hukuk mahkemesi değil, bir ihtilal mahkemesi olarak görüyorum. Esas olan adil yargıdır. Bugün Türkiye’de barışı tesis etmek istiyorsanız, adil yargıyı sağlayın. Bakın bugün Türkiye’de el atılması gereken haksızlıklar, davalar var, onlara el atın, atabiliyorsanız. Barıştırın Türkiye’yi…” (Murat Yetkin, Radikal, 5 Nisan 2012.)