Az çok herkesin kullandığı ya da ne anlama geldiğini bilmeden anlarmış gibi davrandığı “demagoji” sözcüğü, egemen söylemle, “sol kültürün” (nasıl bir şeyse!) yaygınlaştırdığı sözcüklerden birisidir.
Bir tanıma göre, demagoji, toplumun ya da tekil bireylerin duygularını, önyargılarını, korkularını vb. kullanarak, varolan gerçekleri çarpıtarak sunmaktır. Burada demagoji yapan demagog, yani toplum bireylerinin önyargılarına vb. seslenerek ve bu önyargıları vb. harekete geçirerek “belli” bir amaca ulaşmaya çalışır. Bu açıdan, demagog, amaca ulaşmak için her türlü aracı mübah sayan zihniyete sahip birisidir.
TDK’ya (Türk Dil Kurumu) göre, demagoji, laf cambazlığıdır. Ve hemen hemen pek çok kişi (tıpkı polemik gibi) demagojiden bunu anlar.
Gerçeklikte ise, demagoji, her iki anlamıyla da kullanılır. Bu nedenle, demagog, hem “kitlenin” (çokluk bu kitle “tribünlerde oturanlar”dan oluşur) önyargılarına hitap eder, hem de karşıtını laf cambazlığıyla köşeye sıkıştırır. Bu durum, sıradanlık içinde “tribünlere oynamak” olarak adlandırılır. Son günlerde bunun en tipik örneği, N. Alçı adlı bir “bayan demagog”un, “canlı yayın”da izleyicileri galeyana getirerek “hasmı” (programın “formatı” gereği olsa gerek) Enver Aysever’i köşeye sıkıştırması olmuştur.
Siyaset bir güç alanıdır ve gücün kaynağı, ya niteliktir ya da niceliktir. “Demokratik siyaset” ise, kesinkes nicelikler üzerinden yapılır ve niceliklerin kazanılmasıyla sağlanan bir güç oluşturma eylemidir. Nicelik, “sandıksal demokrasi”lerde hiç şüphesiz “halk”tır, “kitleler”dir. Dolayısıyla demagog siyasetçinin amacı, güç (erk) kazanmak için “halk”ı kendi çevresinde toplamaktır. Demagoji de, bu amaca ulaşmanın bir aracı olarak kullanılır. Genç bir “politikacı”nın, kendisinden yaş olarak büyük bir “politikacı”ya karşı “genç, dinamik, gelecek vadeden” birisi olarak kendisini sunmak yerine, karşıtı “politikacı”nın “yaşlı, içi geçmiş, uyuşuk” olmasını öne çıkarması sıradan bir demagoji olarak kabul edilebilir.
Faşizm, demagojinin en yaygın ve en üst düzeyde kullanıldığı bir siyasal ideolojidir. Tarihin kaydettiği en büyük ve en kanlı demagoji de, Hitler faşizminin Alman toplumunun “Yahudi düşmanlığı”na dayanan propagandalarıdır.
I. Dünya Savaşı’ndan ağır kayıplarla ve Versailles anlaşmasının ağır tazminatlarıyla çıkmış bir Almanya’da patlak veren 1924 ekonomik bunalımı (hiper-enflasyon dönemi) faşist demagoji için uygun bir ortam yaratmıştır.
[1*]
Her ne kadar bu dönemde Hitler’in “birahane darbesi” başarıya ulaşmamışsa da, süregiden ekonomik bunalım ve hiper enflasyon yeni bir propaganda “konusu” ortaya çıkarmıştır: Yahudi bankerler.
Böylece Hitler ve SA kıtaları, bir yandan “Almanya’nın geleneksel düşmanı” Fransızlar üzerinden ağır savaş tazminatları konusunu işlerken, diğer yandan “Alman devletinin zor durumundan yararlanarak yüksek faizle kanını emen Yahudi bankerleri” öne çıkarmışlardır. Böylece Alman “alt sınıfları”na yoksulluklarının, sefaletlerinin “sorumlusu” olarak Fransızlar ve Yahudi bankerler gösterilmiştir. Diğer bir ifadeyle, faşist propagandanın dayanağı olan demagoji, Alman toplumunun “geleneksel hassasiyetleri” üzerine inşa edilmiştir. Sıradan Almanın neden ve nasıl oluştuğunu bilmeden içselleştirdiği “geleneksel hassasiyetler” (Fransız ve Yahudi düşmanlığı) faşizmin “seçim yoluyla” iktidara gelmesinin öznesi olmuşlardır. Hitler’in “belagat ustalığı”, “hitabet yeteneği” tümüyle bu demagojiye dayanır.
Türkiye’de ise, uzun yıllar geniş kitleleri harekete geçiren büyük demagoglar ortaya çıkmamıştır. Her ne kadar Demirel “usta demagog” olarak anılsa da, onun demagojisi fazla sıradandır. Örneğin, benzin, mazot sıkıntısı karşısında söylediği “Tanker tanker var de ben mi içtim” sözü tipik bir demagoji örneğidir, ama kesinkes büyük bir demagoji örneği sayılamaz. Yerli faşizmin “başbuğu” A. Türkeş hiçbir zaman ardılı olduğu Hitler ve Mussolini gibi “belagat ustası” olamamışsa da, “her taşın altında komünist arayan” ve her “müsibetin” nedenini komünistlerden bilen demagojisi oldukça etkili olmuştur. Ancak burada, “dinsiz ve allahsız komünistler” demagojisinin de özel bir yeri olduğu açıktır.
1974 ekonomik bunalımı koşullarında “artan hayat pahalılığı” (enflasyon) karşısında I. MC hükümetiyle iktidarda yer alan MHP’nin küçük esnafa yönelik geliştirdiği demagoji tipiktir.
Bu faşist demagojiye göre, “hayat pahalılığı”nın nedeni, hiç de “gomonistlerin” dediği gibi, emperyalizme bağımlı ekonomi değil, bizatihi “gomonistler”in kendileridir.
İlk bakışta hiç de “inandırıcı” görülmeyen bu demagojinin dayanağı, bu dönemde yükselen işçi sınıfının sendikal eylemleri ve grevleridir. Buna göre, “gomonistler”, daha yüksek ücret talep etmeleri için işçileri kışkırtıyorlar ve işçiler de greve gidiyorlardı. Grev sonucunda işçi ücretlerine yapılan zamlar, “sanayici”nin maliyetinin artmasına yol açtığı için fiyatlara yansıyordu. Kısacası, enflasyondaki yükselişin nedeni “işçi grevleri”dir ve “işçi grevleri”nin nedeni de “gomonistler”dir!
Bu dönemde Erbakan’ın temsil ettiği şeriatçı demagojinin temel dayanağı da , Necip Fazıl Kısakürek’in “jargonu”yla, “kominizma”dır. Onlara göre, ülkenin başındaki her türlü “müsibet”in nedeni dinsizliktir, allaha olan inancın azalmasıdır. Nasıl ki, “allah”, ahlaksızlığın “zirve” yaptığı
Sodom ve Gomora’yı “helak” ettiyse, “şimdi” mini etek giyen kadınlar, saç uzatan erkekler “allahın gazabını üzerimize çekmekte”dir! “Hadis-i şerif”e göre, “erkekler kadınlara kadınlar erkeklere benzediğinde, ömürler uzadığında, zaman kısaldığında, dünya şiddetli bir kargaşa içinde kaldığında, fakirler çoğaldığında…” kıyamet yaklaşmış demektir. “Allahü teâlâ” “bizi”
Sodom ve Gomora gibi “helak” etmeden önce bu “ahlaksız gidişatı durdurmak gerekir”! Bu ahlaksızlığın kaynağı da, “koministler” ve “kızıl başlar”dır! Buna inananlar, doğal olarak bu “kaynağı” kuruttuklarında “allahın inayetine, ihsanına gark olacaklardır”! İşte o zaman ne enflasyon kalacaktır, ne başka bir “dert”!
Bu şeriatçı demagoji, ekonomik kriz dönemlerinde yoksulluğun ve işsizliğin artması sonucu ortaya çıkan toplumsal bunalım ortamında hemen her zaman etkili olmuştur.
Bugün, günümüzde, yeni bir “siyasetçi” tarzı ortaya çıkmıştır. Bu “siyasetçi”nin tipik özelliği, hemen her konuda yaygın biçimde demagoji yapmaktır. Bugün AKP’de toplaşan bu “siyasetçi” tipi, geçmişinden getirdiği tüm dinsel ve milliyetçi demagojileri “taban”da pazarlarken, “meydanlar”da farklı bir “portre” çizer. Yapılan, sözcüğün tam anlamıyla “laf cambazlığı”dır.
Son birkaç aydan birkaç örnek verelim.
I. Demagoji Örneği: Dindar bir nesil yetiştirmek.
Recep Tayyip Erdoğan, 31 Ocak 2012 günü yaptığı konuşmada “dindar bir nesil yetiştirmenin hedefleri” olduğunu söyleyerek ilk açılışı yaptı. Kılıçdaroğlu’nun “senin görevin değil bu” açıklaması üzerine de, bir gün sonra şunları söyledi:
“Din ve ahlak dersi bize yüklenen bir görev. Anayasa’da ‘Bunu devlet öğretir’ deniyor. Sadece ‘öğretir’ demiyor. ‘Eğitimini ve öğretimini yapar’ diyor. Öğretim başka bir şeydir, ama eğitim bambaşka bir şeydir, aslolan odur. Onu da yapar diyor 24. madde. Biz yapmadık bunu, geldiğimizde bunu bulduk, anayasamızda var.” (Recep Tayyip Erdoğan, 1 Ocak 2012)[2*]
II. Demagoji Örneği:
“Bu gençliğin tinerci olmasını mı istiyorsunuz? Siz bu gençliğin büyüklerine isyankar bir nesil mi olmasını istiyorsunuz? Siz bu gençliğin milli, manevi değerlerinden kopuk, hiçbir istikameti, meselesi olmayan bir nesil mi olmasını istiyorsunuz? Biz sizlerle burada anlaşamayız. Ama çağdaş bir nesil derken dindar bir nesil çağdaş olamıyor mu? Hem çağdaş hem dindar olunamıyor mu? Beyler, önce başınızı öne eğin de hem çağdaş hem dindar bir nesil nasıl yetiştirilirmiş onu bir düşünün.” (6 Şubat 2012)
III. Demagoji Örneği:
“AKP Gençlik Kongresi’nde kullandığım üstad Necip Fazıl’ın ifadeleri üzerinden bir kısım fırtına kopartıyor. Ne diyor üstad, ‘Dilinin, dininin, ırzının, kininin davacısı bir nesil’ diyor. Bazı CHP’liler nasıl olduysa Yunus Emre’yi hatırlamış bize. Biz kime karşı Yunus Emre ile kime karşı Köroğlu, Dadaloğlu ile cevap vereceğimizi iyi biliriz. Biz mazluma karşı Yunus Emre ile zalime karşı Dadaloğlu ile Köroğlu ile konuşuruz.”
IV. Demagoji Örneği:
“CHP’nin jetonu geç düşüyor. Yazar merhum Oğuz Atay’ın bir lafı var: ‘Türk solu geç kalkar çünkü bir gece önce çok içmiştir.’ Bakın ben demiyorum Oğuz Atay diyor. Bunlar 28 Şubat’a da geç uyandılar. Ergenekon konusunda da geç uyanacaklar. O zaman biz de onlara günaydın diyeceğiz.”[3*]
V. Demagoji Örneği:
“Bunlar İmam Hatipleri kapatmanın, Kur’an kurslarını kapatmayı çok iyi bilirler ama bunlar çocuklarını istediği kursa gönderemeyen bir annenin, bir babanın yürek acısını bilmezler. 28 Şubat’ta şu karar çıkmadı mı? Yahu 15 yaşına kadar mahalle camisine bile çocuğunu gönderemezsin, bu yasaklandı. Ne dediler? 15 yaşından sonra gönderirsin, ben mahalle camisine gidemeyeceğim bu ne demek? Beni babam mahalle camisinin hocasına teslim etti, ben onun dizinin dibinde yetiştim. Burada cebir yok, şiddet yok ama sen ne yapıyorsun? Cebir ve şiddetle bunları yasaklıyorsun, İzmir’den dün, aynen şu ifadeleri kullanıyor. ‘Kutsal kitabımız hepimizin baş tacımızdır’ diyor. ‘Onu evlerimizin en güzel yerine asarız. Annelerimiz oyalı kılıflarla süsler, elimize besmeleyle alırız’ diyor. İşte bunların Kur’an anlayışı bu ama İstiklal şairimiz Mehmet Akif’in tanımlaması çok güzel.
‘Ya açar nazm-ı celilin bakarız yaprağına/Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına/İnmemiştir hele Kur’-an, bunu hakkıyla bilin/Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.
İşte Akif’teki anlayış bu, sayın Kılıçdaroğlu’ndaki anlayış bu. Neyse yine de süslü kılıflarla evin bir köşesinde duruyormuş. Bunlar, duvarda, kılıfı içinde asılı duran kitaptan hiçbir zaman korkmadılar. Bunlar, o kitabın okunmasından, okutulmasından ve anlaşılmasından korktular. Tarihleri boyunca, Kur’an-ı Kerim’i bir süs olarak, bir dekor olarak, haşa, tarihi bir eser olarak görmek istediler ama iş, onun okunmasına, okutulmasına, öğrenilmesine ve öğretilmesine gelince, bütün yolları kapadılar, yolları engellerle döşediler. İşte dün, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, o kapanan yollar açılmış, o yollardaki tüm engeller kaldırılmıştır. Kur’an-ı Kerim’i, duvarlarda kılıflarının içine hapsetme girişimi, dün millet eliyle bozulmuş, bu bozuk zihniyet millet nezdinde bir kez daha mahkum edilmiştir. 1950 yılında millet nasıl ki Adnan Menderes eliyle ezanına kavuştuysa, asli metnine kavuştuysa, bugün de millet, bu hükümet eliyle dinini tam anlamıyla öğrenme özgürlüğüne kavuşmuştur.” (31 Mart 2012)
Bu demagoji örneği, dikkat edilirse, tümüyle yıllardır şeriatçı kesimlerin “taban”da yürüttükleri demagojik propagandanın “sahne”ye çıkmasının ilk örneğidir. Yıllarca evlerdeki kadın toplantılarında, çarşı esnafı arasında, hutbelerde, tarikat ayinlerinde dile getirilen ve her türlü küfürle karışık demagojik söylemler, şimdi Recep Tayyip Erdoğan tarafından “kürsü”den dile getirilmektedir.
Bir sonraki örnekte de görüleceği gibi, uzun yıllar “el altından” sürdürülen demagojik propaganda “satha” çıkarken, aynı zamanda topyekün bir “zihniyet” farklılığını da ortaya koymaktadır.
VI. Demagoji Örneği: Hitler ve Cumhuriyet gazetesi.
“Süreç içinde CHP Genel Başkanı Nazi benzetmesini, Hitler benzetmesini defalarca yaptı. Şimdi ben ona gurur duyduğu CHP tarihinden ibretlik bir vesika göstereceğim. 11 Nisan 1939 tarihli bir kararname. Aynen şu ifadeler var. ‘Alman devlet reisi Hitler’in 50. sene-i devriyesine hükümetimiz adına Ali Fuat Cebesoy’un eşliğinde, Necmettin Sadak’tan oluşan bir heyet gönderilmesi, 11.04. 1939 tarihinde onanmıştır.’ İmza reisi cumhur İsmet İnönü, imza başvekil Refik Saydam. 1932 ve 1941 tarihli iki gazeteyi gösteriyorum. Başlık: ‘Milli Şefimizle Führer arasında samimi tebrikler.’ Bundan daha önemli belge olur mu? Bitmedi, diğer bir gazete. ‘Kemalist Türkiye’den faşist İtalya’ya selam’ altında İnönü’nün İtalya’ya gideceği yazıyor. İşte CHP budur. İşte CHP Genel Başkanı eğer Hitler sevdası arıyorsa, o gurur duyduğu CHP tarihine baksın orada bulur.” (3 Nisan 2012)
Burada sadece demagoji yapılmamaktadır. Aynı zamanda tüm tarih, siyaset, dış politika, yani “kemalist paradigma” karşıya alınmakta ve olabilecek en demagojik yolla yerle bir edilmektedir. Ama bu “kemalist paradigma”ya karşı bu demagojik tutum, onlarca yıldır “liberaller”, neo-liberal solcular, globalizm propagandistleri vb. kesimlerce sürdürülen kampanyaların üzerine yükselmektedir. Burada, bu “zihniyet değişimi”ni ele almayacağız. Dikkat çekmek istediğimiz, olağan bir devletin “dış politika”da izlediği çizginin demagoji konusu yapılmasıdır.
Herkesin bilebileceği gibi, diplomasi, devletler arası ilişkilerde “ikiyüzlülük”ün meşru kabul edildiği bir alandır. Bu alanda, birbirlerine “kin ve nefret” besleyen uluslar, devletler ve devlet “büyükleri”, “diplomatik nezaket gereğince” belli protokol kurallarına uyarlar Bunların arasında, “kutlama” mesajları olduğu gibi, “taziye” mesajları da yer alır. Çoğu durumda bu mesajlar “rutin” işler arasındadır ve ne gönderen açısından, ne de gönderilen açısından “kıymet-i harbiyesi” yoktur. Ancak kimi durumlarda bu tür mesajlar, belli bir siyasal yönelimin ifadesi olarak da kullanılır.
1930’lu yıllar, yani II. Dünya Savaşı’nın öngünleri “gizli diplomasi”nin olanca ağırlığıyla ve gücüyle sürdürüldüğü yıllardır. Bu “gizli diplomasi” içinde Türkiye’nin ve İsmet İnönü’nün “dış politikası” tümüyle savaşa hazırlanan taraflar arasında bir yerde durmak, bir bakıma “bitaraf” kalmak olmuştur. Ancak bu “bitaraf” tutuma ve “gizli diplomasi”ye rağmen, yapılmayan tek şey, günü birlik politikalardır. Bir başka ifadeyle, bir gün “diplomatik” olmak adına birileriyle kucaklaşılırken, bir başka gün aynı kişiyi düşman ilan etmek, belki “
taktik hevalım” diye düşünülse bile, “bin yıllık devlet geleneğine sahip” bir devlet için hiç de kullanılır bir araç değildir.
Recep Tayyip Erdoğan ve onun “
prompter”de okuduğu metinleri yazanlar, şüphesiz II. Dünya Savaşı’nın öngünlerindeki gelişmeleri ve savaş zamanında izlenen dış politikayı biliyorlardır. Amaç, belli bir dönemin belli bir politikasını “eleştirmek” değil, bir dönemi tarihin karanlık odasına itmek olunca, kaçınılmaz olarak herşey saptırılmaktadır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın son üç yıllık “dış politika serüveni”ne bakıldığında, “Barış Ödülü” aldığı, “hararetle” kucakladığı Muammer Kaddafi’nin katledilmesindeki rolü kolayca görülecektir.
Aynı şekilde Beşir Esad’la (ya da Recep Tayyip Erdoğan’ın yeni söylemiyle “Esed”), üstelik “maailecek” “can ciğer kuzu sarması” iken, şimdi kanlı-bıçaklı olunmuştur.
Tutarlılık bir yana, en azından belli bir süre geçerli bir dış politika çizgisi bile izlenmemektedir. Herşey günü birliktir, her şey “çıkar” ekseninde günlük olarak değişebilmektedir. Bu da, “devletlerin ebedi düşmanları ve dostları yoktur, ebedi çıkarları vardır” zihniyetinin dışavurumudur.
[4*]
Tüm bunların adi birer demagojiden ibaret olduğunu görmek için tarihe kısaca bakmak bile yeterlidir.
AKP “zihniyeti”nin hamiliğini yaptığı Hamas’ın ve “amaç” olarak koyduğu Kudüs’ün tarihi, faşizmle (Nazizm) doğrudan kurulmuş ilişkilerin tarihidir. Osmanlı “teba”sından büyük Abdülhamid “Han” hayranı Kudüs Müftüsü Hacı Emin el Hüseyni’nin Hitler’le yaptığı görüşmeler, Nazi ordusu saflarında savaşmak için örgütlediği “islam birlikleri” arşivlerin “tozlu” sayfalarında kalmışsa da, AKP “zihniyeti”nin nelere kadir olabileceğinin en tipik örneklerinden birisidir.
Bu “müftü”nün, “Müslüman dünyasının başına gelen Osmanlı devletinin bedduasıdır. Biz müslümanlar bilhassa Araplar masum ve mazlum Osmanlı Devleti’nin bedduasına uğradık. Babasının bedduasını alan bir evlat gibi. Başımıza gelen felaketler bu yüzdendir...” dediği “rivayet” edilir. Üstelik bir dönem “Teşkilat-ı Mahsusa” ajanı olarak da görev yapmıştır. (Bugün kaç AKP’linin ya da Recep Tayyip Erdoğan’ın “gençliğinde” MİT’le bağlantılı olduğu bilinmemektedir, “gizli”dir. Ama “dış alem”e yönelik faaliyet gösteren tüm şeriatçıların “Teşkilat-ı Mahsusa”yla, yani MİT’le çalıştıkları kesindir. Daha önemlisi, “Komünizmle Mücadele Dernekleri”nin MİT’in bir kuruluşu olduğu bilinmektedir. AKP “mehteran takımı”nın da bu derneklerde “tedrisat” eyledikleri açıktır.)
Burada “düşmanımın düşmanı dostumdur” türünden bir “taktik”in ya da “zihniyet”in varlığından söz edilebilir. Ne de olsa, Kudüs Müftüsü Yahudi düşmanıdır, Hitler de Yahudi düşmanıdır, öyleyse “dost” olabilirler. Tıpkı “üstad”ları Necip Fazıl Kısakürek’in “müzmin” Yahudi ve “kominizma” karşıtlığının onun Hitler’i “zımnen” desteklemesini sağladığı gibi.
[5*]
Tüm bu örnekler, “belagatı güçlü” demagogların, aynı zamanda, birer makyavelist olduklarını gösterir. Her durumda, demagoglar geniş kitleler üzerinde etkili olabilmişlerdir. Ancak bugün Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan’ın demagojileri sadece geleneksel sağ seçmen kitlesini etkileyebilmektedir. Sol kitle açısından bu demagojiler sadece öfke uyandırmaktadır. Ama aynı öfke, bu demagojilere “gereğince” yanıt veremediği için CHP’ye ve CHP yöneticilerine de yönelmektedir.
Asıl olan, AKP’nin demagojisinin “hedef kitlesi”nin geleneksel sağcı kitle olduğunun bilinmesidir. Bu geniş kitlelerin bu demagojinin etkisinden nasıl kurtarılacağı ise, 1965-1980 devrimci mücadelenin pratiğinde aranmalıdır.
Dipnotlar
[1*] Alman devletinin (Weimar Cumhuriyeti) Versailles Anlaşması gereğince, müttefiklere (İngiltere, Fransa, ABD) 1987 yılına kadar 6,6 milyar pound (132 milyar altın-mark) savaş tazminatı ödeyecekti. 1921’de Almanya 2 milyar altın-mark karşılığında kömür, demir ve ağaç olarak ödemede bulunmuşsa da, 1922 yılına girildiğinde ödeme yapabilecek gücü kalmamıştır. Diğer yandan, tazminat ödemelerini aynî olarak yaptığından, bu aynî ödeme mallarının karşılığı olarak iç piyasaya milyarlarca mark verilmiştir. Yani, Almanya savaş tazminatını ödeyebilmek için karşılıksız para basarak iç piyasadan aldığı metaları müttefiklere vermiştir. Bunun sonucu olarak, 1922’de 163 mark olan ekmek fiyatı, 1923 Kasım’ında 200.000.000.000 marka yükselmiştir. Almanya 1922 yılının Temmuz ayında iç piyasadan aldığı malların karşılığını ödeyemediği gibi, savaş tazminatlarını da ödeyemez hale gelmiştir. Bunun üzerine 11 Ocak 1923’te Fransa ve Belçika, Ruhr bölgesini işgal eder. İşgale karşı Ruhr bölgesinde işçi grevleri başlar. Sekiz ay süren Fransız ve Belçika işgali sırasında 132 kişi öldürülmüş ve 150 bin işçi bölgeden sürülmüştür.
Bu işgal eylemi üzerine, “Deutscher October” adı verilen işçi ayaklanmaları Thüringen ve Sachsen eyaletlerinde başlamış ve 23-25 Ekim 1923 tarihinde “Hamburg barikatları”yla devam etmiştir. İşçi ayaklanmaları şiddetle bastırılırken, 8-9 Kasım 1923’te Hitler’in ünlü “birahane darbesi” ortaya çıkmıştır. Bahane, Almanya’yı “geleneksel düşman” Fransızlardan kurtarmaktır.
[2*] 82 Anayasası’nın henüz değiştirilmemiş olan 24. maddesi tamı tamına şöyledir:
“Madde 24: VI. Din ve Vicdan Hürriyeti
Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
14. madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir.
Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.
Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve orta-öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.
Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”
[3*] Oğuz Atay’ın yazısı şöyledir: “Ne yazık ki halkın değerlerine sahip çıkmaya çalışanlar da –kendilerine bir isim vermedikleri halde– gerici ya da sağcı denilen ve orta çağın karanlığında yaşayan zavallılardır... Gerçekten ‘korkak bir karanlık içinde’dirler. Yaşamaktan, eğlenmekten korkarlar. İnsanı, özellikle kadını tanımaktan korkarlar. Dünya nimetlerini çağ dışı boş inançlar yüzünden teperler. Aslında bir ruh hastasının tepkisidir bu; daha doğrusu reddettikleri nimetlere kapılmaktan korkan bozuk ruhların tepkisidir bu. Bu yüzden sosyalizmi ahlaksızlık sanırlar, bu yüzden emperyalizm ile sosyalizmi birbirine karıştırırlar. Allah için bazı sosyalistlerimiz de özel yaşantılarıyla onlara hak verdirecek durumdadırlar. Bir sosyalist eleştirmenimizin dediği gibi ‘Türk solu geç kalkar, çünkü bir gece önce sabaha kadar içmiştir.’ Bu insanlardan Türk halkı artık bir şey beklememeli. Üç kağıtçılıkla ne devrim olur, ne de ümmeti islâm kurtulur.” (Oğuz Atay, “Yarı-Aydın Çeteleri ve Kültür Gangsterleri”, 5 Şubat 1975.)
[4*] Her ne kadar bu zihniyet AKP içinde genel kabul görmüşse de, Bülent Arınç, iki yıl önce Suriye’yle yapılan “stratejik işbirliği anlaşması” sonrasında bu zihniyetin “reddedilmesi” gerektiğini söylemiştir. Ama bu da bir başka demagojinin ürünüdür.
[5*] Necip Fazıl Kısakürek’e göre, “Hitler sadece gözü kara, deli mizaçlı bir hesapsız olduğu için muvaffak olamamış”tır. (Büyük Doğu Dergisi, 3 Ocak 1968, Sayı: 25.) Üstelik, bu “üstad”a göre, Hitler döneminde Almanya’da “ruhçu ve romantık nesiller” bulunmaktaydı.