Son iki ay, Recep Tayyip Erdoğan’ın “olağan” ve “mutat” ameliyatlarının havası içinde, bir yandan “MİT-KCK
Connection” senaryolarında Fethullah “cemaati”nin AKP’nin “mehteran takımı”na karşı güç gösterisine sahne olurken, diğer yandan 4+4+4 ve Suriye’ye yönelik “proaktif” politikanın (diğer adıyla “oryantalist” ve “neo-osmanlıcı”nın kabadayılığı, zorbalığı) çerçevesi içinde gelişti.
Her biri, başlı başına bir sürecin parçalarını oluştursa da, “MİT-KCK
Connection” Türkiye’nin “mutat gündemi”ni oluşturan “Kürt sorunu”na ilişkin yeni bir “sürecin” başladığına ilişkin tartışmalara yol açtı. Üstelik tartışmalara yol açmakla kalmadı, AKP’nin “
Taraf liberalleri”yle, “II. Cumhuriyetçiler”le yollarını ayırmasının katalizatörü işlevini de görmeye başladı.
“Benim Genelkurmay Başkanım”ın atanmasıyla birlikte başlayan “yeni” süreçte, büyük “medya” kampanyası eşliğinde PKK’ye karşı “yeni yaklaşım”dan söz edilmeye başlandı. Birbiri ardına basılan PKK sığınaklarının görüntüleri eşliğinde sürdürülen bu “yeni yaklaşım”, bir yanıyla “Benim Genelkurmay Başkanım”ın “imajı”nı iyileştirmeye hizmet ederken, diğer yandan geçmiş dönemin “güvenlikçi anlayışla” sürdürülen “terörle mücadele”sinin ne kadar başarısız olduğunu topluma kabul ettirmeye yönelik oldu.
Ve sonunda, 23 Mart günü, “Ankara kulisleri”nin “kulağı delik” gazetecisi (“en gözde manipülasyon aracı”) Fikret Bila’nın “haberyazı”sıyla “yeni yaklaşım”ın “
yeni terörle mücadele stratejisi” olduğu ilan edildi.
[1*]
“
Taraf liberalleri” dışında hemen hemen hiç tepki gelmedi. Hatta BDP bile “iş olsun” türünden açıklama yapmakla yetindi. Bu da, 12 Haziran seçimlerinden, özellikle de KCK operasyonlarının yoğunlaşmasından sonra AKP’ye verdikleri destek azalmaya, “ittifak”ları bozulmaya başlayan “liberaller”in AKP karşıtlığına doğru evrilme sürecini hızlandırdı.
“Liberal”lerin “amiral gazetesi”
Taraf’ın ünlü Ahmet Altan’ı 8 Mart tarihli “
Alaturka” yazısında Recep Tayyip Erdoğan’a “Zavallı Başbakan” diye yazarken, diğer ünlü “liberal-dönek” Hasan Cemal ise, Recep Tayyip Erdoğan’ın “değiştiğinden” söz ederek, neredeyse “eski Tayyip’i” her zamanki “munis” haliyle özler hale gelmiştir.
Sık sık yazılarında “yeni Tayyip” ile “eski Tayyip”i karşılaştıran Hasan Cemal, son bir yazısında şöyle diyor:
“2011 genel seçimlerine kadar Başbakan Erdoğan’ın Kürt sorunu konusunda artıları eksilerine ağır basıyordu. Bu nedenle de benim Erdoğan’a eleştirim değil desteğim ön plana çıktı.
Ama sonra Erdoğan milliyetçiliğe fena halde gaz vermeye, MHP lideri Bahçeli gibi elinde yağlı urgan nutuk atmaya başladı meydanlarda.
Kendi özel temsilcisini Kandil’in karşısına oturtabilecek kadar yürekli davranabilen bir Başbakan, KCK operasyonları ile siyasetin alanını daraltmaya ve 1990’lara benzer biçimde sorunu yine tek boyuta, ‘terörle mücadele’ye indirgeyen güvenlikçi bir anlayışa yöneldi. Ben de kendisini eleştirmeye başladım.” (Hasan Cemal, “İktidarlardan hesap sorulamayan rejimin adı demokrasi değildir!”, Milliyet, 22 Mart 2012.)
“Liberal” Hasan Cemal’e göre, “2011 genel seçimlerine kadar” Recep Tayyip Erdoğan “iyiydi”, daha doğrusu iyileri kötülerine galebe çalıyordu. Ne olduysa oldu ve seçimlerden sonra Recep Tayyip Erdoğan “değişti”!
Önce Recep Tayyip Erdoğan’ın “iyileri”ni anımsamak gerekiyor.
Nedir “Başbakan Erdoğan”ın “iyileri”?
Şüphesiz, tüm “liberaller”i umutlandıran, sevindiren, coşturan “ilk iyi”, bir zamanlar kendilerine “çok” çektiren askerlerden “hesap sorması”, “cesaretle” askerlerin üstüne gitmesidir. Recep Tayyip Erdoğan, Ergenekon operasyonlarına “yeşil ışık” yakarak, “liberallere” yapılanların (da) öcünü almaya başlamıştır. Böylece Ergenekon operasyonlarıyla “liberaller”in “rövanşizm” duyguları büyük ölçüde tatmin edilmeye başlanmıştır. İlk Ergenekon operasyonunda ilk gözaltına alınan kişinin, Hasan Cemal’in bir zamanlar genel yayın yönetmenliği yaptığı ve sonra atıldığı Cumhuriyet gazetesinin başyazarı İlhan Selçuk olması herkesten önce Hasan Cemal’i çok mutlu etmiştir.
Ergenekon operasyonları öylesine büyük bir sevinç yaratmıştır ki, neredeyse tüm “liberaller” bu operasyonları desteklemekten öteye geçerek, yeni ve “genç” tetikçilerle (Rasim Ozan Kütahyalı gibi) “sayın muhbir vatandaş” rolüne bile soyunmuşlardır.
“İkinci iyi” ise, “Kürt açılımı”dır.
Her ne kadar arada “Alevi açılımı” kadük olmuşsa da, “analar ağlamasın” demagojisiyle başlatılan “Kürt açılımı”, II. Cumhuriyetçi, federal devlet yanlısı “liberaller”den “amaca ulaşmanın bir aracı” olarak kabul gördü. 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu’nda “Evet, ama yetmez” “
motto”suyla bu kabullerini sloganlaştıran “liberaller”, II. Cumhuriyet’in neredeyse “hayaldi gerçek oldu” diyecek kadar yakınlaştığını düşünmeye başladılar. Öyle ki, hızını alamayan bazı “liberaller”, anayasa referandumundan sonra II. Cumhuriyet’in başladığını bile ilan ettiler.
Sapla saman, at iziyle it izi birbirine karıştı. Ama “liberaller”in AKP aşkı, küçük aksilikler dışında sürüp gitti.
Ama şimdi Hasan Cemal “eski Tayyip”i özlüyor, Ahmet Altan başbakana “zavallı” diyor.
Yıllar önce, AKP’nin kuruluş günlerinde, 2002 yılında, “yenilikçiler” diye adlandırılan ve AKP’nin “mehteran takımı”nı oluşturan “eski” Milli Görüşçülerin “değişim”inden söz ediliyordu. Onlar “artık” değişmişlerdi! Recep Tayyip Erdoğan “Milli Görüş gömleğini” çıkarmıştı! “Muhafazakar-demokrat” olmuştu! Artık Milli Görüş günlerindeki gibi “demokrasi”yi “amaca ulaşmanın aracı” olarak görmüyordu!
İşte Hasan Cemal’in “özlediği” Recep Tayyip Erdoğan, on yıl önce “merkez medya”nın sunduğu bu halidir. Oysa ne Recep Tayyip Erdoğan “Milli Görüş gömleği”ni çıkarıp atmıştır, ne de “değiş”miştir. Söz konusu olan, bir zamanlar PKK’lilerin dilinden düşmeyen ünlü deyişle, sadece “
taktik hevalım”dır. Yapılan sadece takiyyedir; olduğundan farklı görünmektir.
Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül, Necip Fazıl Kısakürek’in sözleriyle, “
İslâm inkılâbının gerçek ve üstün münevverler aristokrasyası”dır. Erbakan’ın Milli Görüş çizgisi ile olan “ayrım”ları da, Necip Fazıl Kısakürek’in
Erbakan karşıtlığında kendi yansısını bulur. “Milli Görüş gömleği”ni çıkardık derken, gerçekte Erbakan’a karşı Necip Fazıl Kısakürek’in saflarında yer alışlarına gönderme yapılmıştır.
Ve şimdi “aslına rücu” eylemişlerdir.
Yaptıkları tek şey, sayısal olarak azınlıkta olsalar bile etkin konumda bulunan küçük-burjuvazinin
sağ ve orta kanatlarını yanlarına çekmek ve bunların aracılığıyla küçük-burjuvazinin
sol kanadını pasifize etmek olmuştur. Bu pasifikasyon belli ölçüde etkili olmuşsa da, bir süre sonra, özellikle Danıştay saldırısından sonra etkisini yitirmiştir. Küçük-burjuvazinin sol kanadının beş yıl süren suskunluğunun ardından hareketlenmeye başlamasıyla birlikte de Ergenekon operasyonları (küçük-burjuvazinin sağ ve bugün adına “liberal” denilen orta kanadının desteğinde) başlamıştır. (Burada hemen belirtelim ki, bu operasyonların arka planında Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki çıkarlarına “aykırı” düşen sivil-asker bürokratların tasfiyesi yatmaktadır. Burada Amerikan emperyalizminin çıkarları ile AKP’nin çıkarları örtüşmektedir.)
Son aylarda Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkça ve “pervasızca” Necip Fazıl Kısakürek’ten alıntılar yapması, “aslına rücu” etmenin en açık ifadeleri olmakla birlikte, bugüne kadar söyledikleri ve yaptıklarının sadece “taktik” olduğunun açık kanıtlarıdır.
[2*]
Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’nin “mehteran takımı”nın “
taktik hevalım” dedirtecek söz ve icraatlarını alt alta yazmak bile sayfalar alacak boyuttadır. Ama onların “
taktik hevalım” davranışları sadece “iç politika”ya ilişkin olmayıp, aynı zamanda “dış politika”nın da temelini oluşturur. Bunun en tipik örneği “Kürt açılımı”dır.
Anımsanacağı gibi, “Kürt açılımı”, Abdullah Gül’ün “iyi şeyler olacak” açıklamasıyla başlamıştır. “İyi”den kastın PKK’nin “silah bırakması”, “dağdan inmesi” olduğu bir süre sonra görülmüşse de, pratikte hiçbir değere sahip olmamıştır. Olan tek şey, ABD’nin Irak’tan geri çekilmesi sürecinde Irak Kürdistan’ına ilişkin beklentilerine “uyum” gösterilmesinden ibarettir.
Tüm “liberal” ve “hümanist” söylemlerin aksine, AKP “kurmayları”, kendi bildikleri yolda ilerlerken, engeller karşısında “taktik” icabı “başka türlü” hareket etmişlerdir. Yıllarca AKP’nin takiyye yaptığına ilişkin çok şey söylenilmiş olmasına rağmen, “merkez medya” ve “liberaller”in çığırtkanlığı içinde bunlar kaybolup gitmiştir.
Ne Recep Tayyip Erdoğan, ne AKP’nin “mehteran takımı” değişmiştir. Onlar her zaman “inandıkları” ve “bildikleri” yolda ilerlemeye çalışmışlardır. Karşılarına çıkan engelleri ve muhalefeti, “kuzu postuna bürünerek” aşmaya çalışmışlardır. Bunda da çok başarılı oldukları kesindir.
Bugün, “Benim Genelkurmay Başkanım”a ve Amerikan emperyalizminin “sınırsız” desteğine sahip Recep Tayyip Erdoğan ve “mehteran takımı” “muktedir”dir. Muktedir oldukları için de, amaçlarını fazlaca gizlemeye, “taktik” yapmaya çalışmamaktadırlar. Geleneksel sağ partilerin seçmen kitlesini mutlak biçimde arkalarına almışlardır. “Demokrasi” oyununun “kuralları” kendilerinden yana işlemektedir. Bu da, artık takiyye yapmalarını gerektiren fazlaca bir şeyin kalmadığı inancını yaratmıştır.
Asıl sorun, Recep Tayyip Erdoğan ve “mehteran takımı”nın uzun süre takiyye yapması, “taktik icabı” farklı söylemler kullanması değildir.
Asıl sorun, sol, demokrat, yurtsever kitlelerin bu takiyyeye, “takiyye” diye diye inanmaları, “taktik icabı” yapılan şeyleri “değişim”, “stratejik dönüşüm” diye algılamalarıdır.
AKP yandaşı “liberaller”in “AKP’nin gerçek yüzünü görmeye başlamaları” hiçbir şeyi değiştirmemektedir. Bu bir “kayıkçı kavgası”dır. Burada kimin kimle olduğu, kimin kime karşı çıktığının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan, sol kitlenin içinde bulunduğu keşmekeşten, ideolojisizlikten, pragmatist anlayıştan ve pasifizmden kurtulmasıdır. Bu gerçekleşmediği sürece, “post-modern şeriatçılık”ın yükselişinin “önlenemez” olduğu kanısı ve sanısıyla daha da edilgenleşeceklerdir.
Oysa AKP’nin gücü, bir yanıyla Amerikan emperyalizminin bölgesel çıkarlarına hizmet etmekten, diğer yanıyla arkasına aldığı “%50”lik “halk desteği”nden kaynaklanmaktadır. Bu “halk” desteği ise, tüm zamanların sağ seçmen kitlesinin büyük bir bölümünün AKP’de toplaşmasından ibarettir. Tıpkı Menderes dönemi gibi, 1960’lardaki Demirel dönemi gibi, 1980’lerin Turgut Özal’ı gibi. Solun “handikap”ı, sol kitleyi örgütlemek ve pekiştirmek yerine, bu sağ kitleyi “kazanma”nın önemli olduğuna inanmış olmasıdır. Bu da, kaçınılmaz olarak, “taktik hevalım” mantığının içselleşmesine, dolayısıyla da bu mantığı kullanan tarafın “meşrulaştırılması”na yol açmaktadır.
Gün, “taktik” hesaplar yapma zamanı değildir. Gün, doğru ve tutarlı ilkeleri sahiplenmek, bu ilkelere uygun olarak “dik durmak” günüdür. Bırakın “liberaller” AKP’den yakınıp dursunlar! Önemli olan, sol kitlenin kendi öz gücüne güvenmesi ve ilkeli hareket etmesidir.
Dipnotlar
[1*] Fikret Bila, “PKK ve Kürt Sorununda Yeni Strateji”, Milliyet, 23 Mart 2012.
[2*] Dersim konusunda da Necip Fazıl Kısakürek’in “Din Mazlumları” yazısına gönderme yapmıştır. Ama bu konuda ilk çıkış yine Abdullah Gül’den gelmiştir. Anımsanacağı gibi, Abdullah Gül, Bitlis’in “Güroymak” ilçesine gitmiş ve burada ilçenin Kürtçe adı olan Norşin’i “telaffuz” etmiştir. Küçük-burjuva aydınlarını çok sevindiren bu ifade, gerçekte “mehteran takımı”nın “iman”ıyla ilgilidir. Norşin, Said-i Nursi’nin de “yetiştiği” medresenin yerleşim yeridir. Daha da önemlisi, Bitlis ve Norşin pek çok tarikatın merkezi niteliğindedir.