[Bu yazı, ilk kez, on yıl önce, Kurtuluş Cephesi’nin
Kasım-Aralık 2002 tarihli 70. sayısında yayınlanmıştır.]
Abdullah Gül’ün başbakan olarak “atanması”ndan sonra basında yer alan övgüler içinde en sıkça görüleni, kendisinin “ateşli bir Necip Fazıl hayranı” olduğudur. Abdullah Gül,
Yeni Şafak gazetesinde şöyle tanıtılmaktadır:
“Ateşli bir dindar olan Ahmet Hamdi Gül’ün evine Necip Fazıl’ın yazdığı dergiler, gazeteler giriyor. Fikri ve siyasi gelişmeleri takip eden baba Hamdi Bey, oğlu Abdullah’ın da dînî ve millî terbiyesine titizlik gösterdi. Oğluna Kur’an okumayı o öğretti. Abdullah Gül daha ortaokulda iken Necip Fazıl’la tanışıyor. Kayseri, Necip Fazıl’a en fazla sevgi duyulan bir kent. Büyük Doğu Fikir Kulübü’nün davetlisi olarak Necip Fazıl konferans vermek için Kayseri’ye geldiğinde onu hayranlıkla dinleyen delikanlılar arasında Gül de vardı. Yakın arkadaşı Mehmet Tekelioğlu ile birlikte gittiği konferans, Gül’ün düşünce hayatında dönüm noktası oldu. Yıllar sonra Üstad’ın en yakınındaki gençler arasına katıldı.
Kayseri Lisesi’ni bitirdiği yıl iki arkadaşıyla birlikte hayran olduğu Necip Fazıl Kısakürek’e mektup yazıyor. Mehmet Tekelioğlu, Abdullah Gül, Ahmet Taşçı imzalı, 3.7.1969 tarihli, ‘Necip Fazıl Kısakürek’e’ diye başlayan satırlar şöyle devam eder: ‘İslam davasının zerre tavizsiz müdafii Üstadımız’a İslam davasının agora meydanlarında sağırların kulağını patlatacak gür seslilikte aksiyoneri Büyük Doğu Gençliği’nin ruh gıdası mecmuanızı tekrar çıkarışınızdan dolayı size minnettarlıklarımızı arzeder, hangi şartlar altında olursa olsun hal neyi icap ettirirse ettirsin yüzde yüz emrinizde olduğumuzu bildirir hürmetlerimizi sunarız. Yarın elbet bizim elbet bizimdir. ‘Gün doğmuş gün batmış ebet bizimdir.’"[*]
Yine bir başka Abdullah Gül biyografisinde “fikriyatının oluşmasında iki lider kişiliğin büyük payı var: Necip Fazıl Kısakürek ve Prof. Dr. Necmettin Erbakan” denilmektedir.
Böylece Abdullah Gül’ün politik yanını Erbakan oluştururken, ideolojik formasyonunu Necip Fazıl Kısakürek’in sağladığı açıkça ilan edilmiştir.
Kendilerine göre, “büyük ilim ve irfan sahibi”, “şairlerin sultanı” olarak tanımlanan Necip Fazıl Kısakürek tüm şeriatçı ve faşistlerin sahip çıkmakta birbirleriyle yarıştığı bir kişidir. Bunun arka planında Necip Fazıl Kısakürek’in 1963 yılında tüm Anadolu şehirlerinde verdiği konferansların yarattığı etkiyi kendi yanlarına çekme çabası yatar.
1969 yılına kadar “mutlu” bir beraberlik sergileyen şeriatçılar ve faşistler sömürücü sınıflar arasındaki ayrışma ve bölünmelerin bir yansısı olarak ayrışmışlardır. Ayrışmanın ilk aylarında Erbakan’ın MNP’si yanında yer alan Necip Fazıl Kısakürek, bir süre sonra “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar müslüman” sloganını öne çıkartan MHP’ye destek vermeye başlamıştır.
Ancak Necip Fazıl Kısakürek, diğer yandan “
Büyük Doğu” dergisi çevresinde kendi içsel faaliyetlerini yürütmeye devam etmiştir. Bu “fikri” faaliyetleri, hem faşist Ülkü Ocakları’nda, hem de şeriatçı Akıncılar Derneği’nde (AKDER) yer alan “genç nesle” yönelik olmuştur. (AK Parti’nin kurucularının çoğunluğu bu Akıncılar Derneği’den gelmedir. İsimdeki eşlik de bunun bir ifadesidir.)
1977 yılından itibaren devrimci mücadelenin gelişmesine paralel olarak Necip Fazıl Kısakürek’in “fikri” faaliyeti şeriatçılarla faşistler arasında bir anti-komünist cephe sağlamaya yönelmiştir. Silahlı bir örgütlenme olarak bu anti-komünist cephenin “fikriyatını” oluşturan Necip Fazıl Kısakürek, şeriatçı (Akıncı) gençlerin faşist milislere katılmasını savunmuştur. Bunun gerçekleşmediğini gördüğünde de, kendi “fikriyatını” benimsemiş şeriatçıların Akıncılar Derneği’nden ve MSP’den ayrılmaları çağrısı yapmıştır.
3 Haziran 1980’de Erbakan’ın III. MC’nin kurulması için ortaya koyduğu “şartlara” Necip Fazıl Kısakürek’in verdiği yanıt MSP ile olan tüm ilişkilerinin kesilmesi ile sonuçlanmıştır.
Erbakan’ın “Bir daha zam yapılmasın, IMF ile varılan anlaşmalar iptal edilsin, Ortak Pazar’a tam üye olma teşebbüsünden derhal vazgeçilsin, ilkokullar sekiz yıla çıkartılsın, İmam-Hatip Liseleri’nin orta kısmının kapatılması girişiminden vazgeçilsin” gibi koşulları içeren “şartnamesi”ne karşı Necip Fazıl Kısakürek şunları yazmıştır:
“Necmeddin Erbakan ilimsiz, seviyesiz ve prensipsiz bir satıh adamı ve kelime yuvarlayıcısıdır; ve bu şartnâmesiyle birgün iktidara erecek olursa, memleketi nasıl idare edeceğini belli etmektedir. Onun ‘doğru’ları bile yanlıştır.”
Necip Fazıl’ın bu siyasal davranışlarına rağmen şeriatçı kesim tarafından el üstünde tutulmasının nedeni ise 1959 yılında yayınladığı “
İdeolocya Örgüsü” kitabında stratejisini, programını ve taktiğini ortaya koyduğu “islam inkılâbı” teorisidir.
“İslâm inkılâbı, liberalizma ve kapitalizma, faşizma ve nazizma, sosyalizma ve komünizma gibi, bugüne kadar tatbik mevzuu olmuş içtimaî ve iktisadi mezheplerin her birini, hiçbirine üstünlük vermeden masaya oturtur ve onlara şöyle mukabele eder: ‘Herbirinizin, bütünü kucaklayamadan, ayrı ayrı ve parça parça bazı haklarınız ve hakikatleriniz vardır; ve herbirinizin ayrı ayrı ve parça parça arayıp da bulamadığınız hakikat, birer bütün halinde İslamiyettedir.’”
Böylesine eklektik tarzda tanımladığı “islam inkilâbı”nın düşman güçlerini ise şöyle tanımlar:
“İslâma, iman dairesinin dışından musallat, tam 100 senelik, dinsizler köksüzler, şahsiyetsiz mukallitler nesli ve bütün yardımcıları... Bunların fâal yardımcıları, manevî sömürge ustası Garplılar, Yahudiler, Masonlar, dönmeler, melezler ve kozmopolitler.”
Necip Fazıl Kısakürek’in bu “islam inkılâbı”nın dayanakları ise şöyledir:
“Tarih boyunca her inkılâp bir sınıfa dayanmıştır. Fransız Büyük İnkılâbı burjuvazya sınıfına; komünizma inkılâbı işçi sınıfına vesaire vesaire... Askerler, rahipler, derebeyleri gibi sınıflar, tarihte bellibaşlı rejimlerin, bellibaşlı zamanlar ve mekânlar içinde, dayanağı olmuştur.
İnkılâp tarihleri, içtimaî sınıflardan birine istinat etmiyen inkılâpları, dolayısiyle devlet ve idare şekillerini, üzerinde tecelli edeceği maddeden mahrum bir ruh gibi mücerret ve havada muallâk farzeder. Sınıflar, tarih boyunca, fikirlerin ve dâvalarının manivelası olmuştur.
Gerçekten, içtimaî sınıflar, zamanın tecelli aynası olan mekân gibi dâvaların müşahhas tezahür zeminleridir. Sınıfsız, ruh ve fikri kadrolaştırmanın, zaptetmenin imkânı yoktur.
İslâm inkılâbında ise sınıf, insan topluluklarının şu veya bu menfaat, imtiyaz ve tasallut hırsına bağlı hizip teşekküllerine değil, bütün insanlığı kuşatan üstün insan vasıflarının merkezinde toplanacağı kitlelere dayanır. Öyleyse, İslâm inkılâbında sınıf, bellibaşlı farikaların kendisini cemiyet içinde sınırladığı zümreleri değîl kitlelerin, bütün insanlık çapında mayasını tutturacak örnek şahsiyet kadrosunu murat eder. Bu kadronun da bellibaşlı bir sınıf ismi vardır: Gerçek ve üstün münevverler aristokrasyası...”
Görüldüğü gibi, Necip Fazıl Kısakürek’in “islam inkılâbı”nın dayanakları, diğer bir deyişle öncüleri, küçük-burjuva aydınlarıdır. Ancak bu aydınların en elit kesimi Necip Fazıl Kısakürek’in “islam inkılâbı”nı gerçekleştirecektir (
Aristokrasya). Yani “islam inkılâbı” aristokrat küçük-burjuva aydınlarının öncülüğünde gerçekleştirilecektir.
“İslâm inkılâbının, tam mânasiyle toplu ve merkezî dış politikasına gelince, bu incelerin incesi ve naziklerin naziği bir sanat işidir. Bütün dâva, Garplının ruhî butlanından hariç ve iyi taraflarını lif lif ayıklayıp onu ‘hikmet ve hakikat mü’minin kaybolmuş malıdır, nerede bulsa alır!’ fermaniyle ve gerçek bir bünye aşısiyle Doğuya zam ve bundan yepyeni bir terkip çıkarmak... Bu terkibin yıllar boyunca sınır içi, gizli ve açık, tezgâhını kurup işletmek... Büyük Doğu mefkûresinden damlayan bu mayayı, şimşeklerini yedi bucak ve dört iklime saçmaya başlıyacağı âna kadar bir vatan sırrı olarak muhafaza etmek ve devre devre bütün mahremlerin hududuna riayet etmeyi bilmek... Yoksa Batı dünyası böyle bir oluşa imkân bırakmaz. Batıyı aldatıcı, incelerin incesi bir siyaset.
Topyekûn Doğunun, maddî ve mânevi Garp emperyalizmasına karşı kurtuluş ve ihtilâlini, anbean beslemek ve günü gününe geliştirmek... Bunun için, dünyasını bütün tezattan ve buhranları içinde devam ettirici şartlara, muazzam bir casus ve sahte müttefik dehasiyle yardımcı olmak... Nihayet ve kısaca, rahimdeki çocuğu, doğuracağı andan pehlivan yetiştireceği ve mazlûm mânasiyle makhur maddesinin intikamını alacağı güne kadar yamyamların çadırında idare, ikâme ve idâme edebilmek... Bu iş!!! Her ân değişik her ân zıt istikametlerde yol almaya mecbur, korkunç mikyasta girift ve derin keyfiyetle bu dâva, sırf politika dehâsı bakımından, cihanın en sanatlı cehdine ve en dakik plânına muhtaçtır. Belki 50, belki 100, belki 300 senelik bu plânın, ana ölçüsü de prensip bakımından bu kadar.”
İşte böylesine eklektik bir “islam inkılâbı” teorisinin pragmatik politikası da böyle olmaktadır. Bugün “takıyecilik” olarak tanımlanan bu politika, Necip Fazıl Kısakürek’in tanımladığı gibi, “
intikamını alacağı güne kadar yamyamların çadırında idare, ikâme ve idâme edebilmek”tir. Ve bu ana kadar yapılacakları “
bir vatan sırrı olarak muhafaza etmek” “gerçek ve üstün münevverler aristokrasyası”nın örgütlenme ilkesi olmaktadır.
“İslam inkılâbı”nın taktikleri ise şöyle anlatılmaktadır:
“Nasıl sosyalizma ve onun azmanı komünizma, gayet müşahhas örneklere dayanarak ortaya hakkı çalınan bir işçi ıstırabı çıkarmış ve bunu sistemleştirmişse, bizim dayandığımız ve bütün insanlık mikyasında hudutsuz ve şamil gördüğümüz zümre hakkı da, fikir çilesinden ve idrak ıstırabından doğar. Demek ki, bizim bu türlü münevverler sınıfından anladığımız bu asîl mefhumun orospulaştırılmış delâletiyte baştan başa mankafa ve hiçbir işe yaramaz zoraki ve ukalâ aydınlar kalabalığı değil, kargabüken zehrini almış gibi kıvranırcasına fikir çilesi ve idrak ıstırabı çekenler kadrosudur.”
Tayyip Erdoğan’ın “mağduriyeti”yle, türban takan “genç kızların” çilesiyle, inandığı gibi yaşayamayan “müslümanlar”ın ıstırabı ile yürütülen bir faaliyettir söz konusu olan.
Abdullah Gül’ün “fikriyatının oluşumunda” belirleyici olduğu söylenen Necip Fazıl Kısakürek’in “islam inkılâbı”nın strateji ve taktikleri öz olarak böyledir. Bunlara “takıyeciliğin fikriyatı” demek yanlış olmayacaktır. “Batıyı aldatıcı, incelerin incesi bir siyaset”. İşte “islâm inkılâbının gerçek ve üstün münevverler aristokrasyası” bu siyasetin adamlarıdır.
Dipnotlar
[*] Yeni Şafak, 68'li Başbakan, 17 Kasım 2002