20 Ocak 2011
“Geçen akşam Sayın Koç’a dedim, ‘Artık soyadınız gibi bir marka ile şurada biz yerli otomobilimizi üretelim ve dünyaya diyelim ki, bak bu da artık bizim otomobilimiz.’ Bunu sunalım, başaralım. Hepsi burada montajı yapılan otomobiller olmasın. Şu anda otomotiv sektörü içinde olan babalar burada... Bu işi halledin. Bir araya gelerek mi yaparsınız, yok ben bunu kendim de yaparım mı dersiniz. Nasıl arzu ederseniz. Artık yapalım. Türkiye’ye ve Türk’e bu yakışır. Bunu yapmamız lazım.” (Recep Tayyip Erdoğan)
16 Ocak 2012
‘Türk malı otomobil’ markasını yaratacak ‘babayiğitler’ ortaya çıktı. Türk otomotiv üretiminin ve ihracatının yüzde 50’den fazlasını karşılayan Koç Holding ve 44 yıllık ortağı İtalyan Fiat, uzun süredir Türk halkının merakla beklediği ‘yerli otomobil’ projesine birlikte giriyor. Türk otomotiv markasıyla ilgili müjdeli haber Detroit Otomobil Fuarı’nda görüştüğümüz Fiat-Chrysler CEO’su Sergio Marchionne’den geldi. Buna göre, Tofaş ile Fiat, yerli oto projesini üretimi sona eren Albea modelinin platformu üzerinde gerçekleştirecek. Aracın tüm teknolojik altyapısını Fiat sağlayacak. (Gazeteler)
Önce ve her zaman olduğu gibi “Recep bey” kükredi: “Dünyaya diyelim ki, bak bu da artık bizim otomobilimiz”! Böylece otomotiv sektörünün “babaları”na “yerli otomobil” yapma “talimatı” verilmiş oldu.
İlk anda “babalar” “şok”a girdiler. Ülkenin başbakanı “yerli otomobil” yapma “talimatı” vermiş olsa da, “ülke ve dünya gerçekleri”nden bu kadar bihaber olabilmesine “babalar” dahil herkes şaşırdı. Herkes biliyordu ki, 1960’ların ortalarından günümüze kadar “otomotiv sektörü” %100 dışa bağımlı, büyük oranda ithal girdilere dayanan montaj sanayinin önemli bir parçası olagelmişti. Ve şimdi “Recep bey” %100 yerli otomobil istiyordu!
Otomotiv sektörünün olduğu kadar, sanayi sektörünün de “babası” olan Koç Holding adına Mustafa Koç, “Bu, yerli otodan ne kastettiğinize bağlı. Bunu ne şekilde irdelediğinize bağlı. Bugün hiç kimse %100 bir otomobili kendi ülkesinde yerli olarak üretmiyor. Bazı aksamlar ortak olarak kullanılıyor. Şanzıman olsun, motor olsun...” diyerek “çekince” beyan etti.
Eski Koç Holding CEO’su ve Vehbi Koç’-un damadı İnan Kıraç’ın sahibi olduğu Karsan bu “çekince”ye itiraz ederek, “Recep bey”in istediği gibi bir “yerli otomobil”in üretilebileceğini ve hatta buna talip olduğunu açıkladı. Ardından da “%100 yerli otomobil” üretilip üretilemeyeceği tartışması başladı.
Mustafa Koç’un açıkça beyan ettiği gibi, “%100 yerli otomobil”in, “globalleşen dünya” da zaten akıldışı bir istek olduğu açık olmasına rağmen, yine de “hasta yatağı”ndaki “Recep bey” mutlu edilmeye çalışıldı.
Ve beklenilen “müjdeli haber”, Detroit Otomobil Fuarı’nda “medya”ya açıklama yapan Fiat-Chrysler CEO’su Sergio Marchion-ne’den geldi. Evet, Fiat’ın üretim tesislerindeki boş kapasiteyi değerlendirmek için Recep beyin “hayali” olan “Türkiş” yerli otomobil Fiat-Tofaş ortaklığında yapılabilirdi.
Böylece Fiat-Tofaş ortaklığında “nur topu” gibi bir “yerli otomobil” üretiminin ilk turları atılmış oldu.
1971 yılında üretime başlayan TOFAŞ, bugün İSO’nun “En Büyük 500 Sanayi Kuruluşu” sıralamasında, 3. sıradaki Koç Holding-Ford ortaklığı ile 4. sıradaki OYAK-Renault ortaklığının ardından 5. büyük sanayi kuruluşu durumundadır.
TOFAŞ’ın ortaklık yapısı ise şöyledir:
Fiat Auto
|
37,86
|
Koç Holding
|
37,59
|
Suna Kıraç
|
0,06
|
S. Semahat Arsel
|
0,06
|
Mustafa V. Koç
|
0,04 |
M. Ömer Koç
|
0,04
|
Y. Ali Koç
|
0,04
|
Diğer Ortaklar
|
24,32
|
“Yerli otomobil”e talip olan Fiat-Tofaş “ortaklığı”, zaten Tofaş bünyesinde onlarca yıldır sürüp gitmektedir. Bu açıdan, ortada yeni bir durum yoktur. “Yerli otomobil” üretmeye “aday” olan bizatihi Fiat-Koç ortaklığıdır. Bu ortaklık, “ekonomist”lerin “
Joint Venture” adını verdikleri emperyalist tekeller ile yerli (tekelci) işbirlikçilerinin oluşturduğu klasik yeni-sömürgecilik ilişkisinden başka bir şey değildir. Bugün “Recep bey”in “yerli otomobil” hayalini, “hayaldi gerçek oldu” diye gösterebilmek için ortaya atılan Fiat-Koç işbirlikçiliği yeni bir şeymiş gibi sunulmaktadır.
Mahir Çayan yoldaş
Kesintisiz Devrim II-III’de bu yeni-sömürgeci ilişkiyi ve sonuçlarını şöyle ortaya koyar:
“Bu politikanın esası, daha az masrafla, daha geniş pazar imkanı sağlayan, daha sistemli ve ulusal savaşlara yol açmayacak, daha üst seviyeye çıkmış emperyalizmin problemlerini daha fazla tatmin etmeye dayanmaktadır. En temel metodu, sermaye ihraç ve transferinin terkibindeki değişikliktir. Sermayenin 5-6 elemanı arasında yeni bir oran yaratılmıştır. Şöyle ki, savaş öncesi nakit sermaye ihracı, sermayenin isim, patent hakkı, yedek parça, teknik bilgi, teknik eleman, vs. gibi diğer elemanlarına kıyasla çok daha fazla yer tutarken, savaş sonrası dönemde özellikle 1960’dan sonra bu işleyiş tersine dönmüş, nakit sermaye ihracının dışındaki sermayenin yukarda özetlediğimiz elemanları ağırlık kazanmıştır.
Bugün geri-bıraktırılmış ülkelerde, yabancı nakit sermaye oranının yerli nakit sermayeye oranla çok az olduğu, fakat mutlak dışa bağımlı birçok sanayi kuruluşu mevcuttur. (Örneğin oto sanayi) Birkaç yüzde yüz dışa bağımlı temel sanayi tesisi kurulmakta ve bunlara bağımlı olmaya mahkum hafif ve orta sanayi belli ölçülerde geliştirilmektedir. (Bu sanayi kuruluşlarının temelinde ise, yabancı sermayenin nakit sermaye dışında kalan elemanları yatmaktadır.)
Kısaca özetlediğimiz bu yeni-sömürgecilik metodu, bir yandan emperyalizmin ülkeye iyice yerleşmesi (yani emperyalizmin sadece dışsal bir olgu değil aynı zamanda içsel bir olgu haline gelmesi) sonucunu doğururken, öte yandan geri-bıraktırılmış ülkelerde, geçmiş dönemlere kıyasla, izafi olarak –feodalizmin etkin olduğu, eski sömürgecilik dönemine kıyasla– belli ölçülerde pazarın genişlemesine paralel olarak toplumsal üretim ve nispi refahı artırmıştır.
Bunun sonucu olarak, geri-bıraktırılmış ülke içindeki çelişkiler görünüşte yumuşamış (feodal döneme kıyasla) halk kitlelerinin düzene karşı tepkisi ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur. Emperyalist işgal gizlendiği için –emperyalizm aynı zamanda içsel bir olgu haline geldiği için– halk kitlelerinin milliyetçi tepkileri, gavura alerjisi nötralize olmuştur. Merkezi devlet aygıtı, geçmiş döneme kıyasla çok güçlenmiş ve ittifak projeleri, ikili anlaşmalar, askeri pakt ilişkileri ile oligarşik devlet cihazı, devrimci iç savaş dikkate alınarak militarize edilmiştir. (Emperyalist yardımların 3/4’ü askeri yardımlardan oluşmaktadır).”
AKP’nin “mağdur”luktan “mağrur”luğa ve “muktedir”liğe yükselişi ne denli baskıcı-otoriter bir yönetim olarak sunulursa sunulsun, gerçekte yeni-sömürgeciliğin ürünü olan yerli-işbirlikçi tekelci burjuvazinin ağırlığını oluşturduğu oligarşik yönetime eklemlenmiş bir unsurdan başka bir şey değildir.
Yıllardır söylendiği gibi,
[1*] AKP’nin temsil ettiği “Anadolu burjuvazisi” adı verilen orta-burjuvazinin tüm “hayali” tekelleşebilmek ve tekelci-burjuvazinin içinde yer almak olmuştur. Bugün, İSO’nun “500 Büyük Sanayi Kuruluşu” listesinde açıkça görüleceği gibi, orta-burjuvazinin en irileri AKP iktidarıyla palazlanmış ve tekelci-burjuvazinin katına yükselmiştir. Bu da, “eski” oligarşinin içinde yer alan bazı kesimlerin tasfiyesiyle birlikte gerçekleşmiştir. Diğer ifadeyle, bazı kesimler oligarşinin dışına itilirken, AKP’nin temsil ettiği orta-burjuvazinin bazı unsurları bunların yerini doldurmuştur.
Bu süreç tamamlanmış değildir. Ancak son dönemde Koç Holding’in öne çıkışı ve “Recep bey”in Koç Holding’e gösterdiği “teveccüh” yeni bir “
consensus”un oluştuğunu göstermektedir. Bu da, neo-liberallerin söylemiyle, AKP’nin “Ankaralılaşması” ya da “devletle özdeşleşmesi” olarak ifade edilebilir.
İtalyan Fiat otomotiv tekeli ile Koç Holding’in ortaklığında yapılacağı söylenen “yerli otomobil” olayının tüm “perde arkası” da bu kadardır. Bunun ötesi, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin egemenliğindeki oligarşik yönetimin “hükümet biçimi”nin “
sömürge tipi faşizm” olduğu gerçeğidir.
Dipnotlar
[1*] İlker Akman yoldaşın “Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz” (1976) yazısında AKP’nin kökenini oluşturan MSP (Milli Selamet Partisi) şöyle tanımlanmaktadır: “Sınıfsal olarak, CHP’nin dayandığı sınıfsal tabana, yani orta ve küçük sermaye kesimlerine dayanır. Anadolu esnaf zanaatkar sermayesi ile tüccar-tefeci sermayenin desteğini almıştır. Emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin 12 Mart sonrası hükümetler dönemindeki hızlı ve hakimiyet sağlayıcı gelişmesine bir tepki olarak (daha önce aynı gerekçelerle ortaya çıkan ve 12 Mart döneminde kapatılan MNP’nin yerine) ortaya çıkmış ve AP’nin politik geri çekilişi ile birlikte, bir güç olmuştur. Anti-tekelci, anti-faizci tutumu aslında, tekellere ve faize karşı oluşundan değil, temsil ettiği orta sermaye kesimlerinin ekonomik olarak gelişmesini ve tekelleşmesini sağlamak için kendi politikasını sürdürmek istemesindendir. MSP aslında, ülkemizin iç dinamiği gereği ortaya çıkan ve ülkemizdeki emperyalist-kapitalist üretim ilişkileri ile filizlenen kapitalist unsurların tepkilerini bünyesinde toplamış bir partidir. Bu tepkiler, özünde oligarşiye karşı olan tepkilerdir. Ve politik bir silah olarak kullanılan ‘din’ ile birlikte, köylülüğün de sınıfsal desteğini almıştır. MSP’nin demokratikliği, gerek oligarşiye karşı muhalefet eden orta ve küçük sermaye kesimlerine politik sözcülük sağlamak, gerekse “din”i politik bir alet olarak kullanmak istemesindendir. Programına dikkat edilecek olursa, üretici güçleri hızlı bir şekilde geliştirmek istediği görülür.”