Hırant Dink davası kararının, Hrant Dink’-in öldürülmesinin 5. yılına denk gelmesiyle birlikte, bir kez daha “Hepimiz Ermeniyiz” sloganlarıyla sokakları dolduran insanlar, hem kararı hem de cinayeti protesto ettiler. Ve beş yıl önce olduğu gibi, yine “Hepimiz Ermeni miyiz?” tartışması da yeniden başladı. “Hepimiz Ermeniyiz” diyenler, her türden milliyetçiliği, ulusalcılığı “aşmış” insanlar olarak bir tarafta saf tutarken, milliyetçiler, ulusalcılar, “Hepimiz Ermeni değiliz” ya da “Hepimiz Türküz” diyerek karşı safı oluşturmuşlardır. Ve elbette “Ermeni soykırımı” da bu saflaşmada en önde olmasa da, belirleyici bir konumda yer almıştır.
Tam bu sırada Fransa parlamentosunda “her türlü soykırımı inkar etmeyi” suç sayan yasanın görüşülmesi “Hepimiz Ermeniyiz” sloganına karşı “resmi” tepkileri belli ölçüde frenlerken, beş yıl önceki sözler taraflar tarafından aynen yinelenmiştir.
Burada kimin ne söylediğini ve neden söylediğini ele almayacağız. Üzerinde vurgu yapacağımız konu, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganının ne kadar “enternasyonalist” olduğu iddiası ile bu slogan karşısında gösterilen tepkilerin milliyetçi-ırkçı ya da ulusalcı-solcu sıfatlarıyla tanımlanmasıdır.
Bu olayda, daha tam ifadeyle, “Ermeni sorunu” konusunda alışılagelen “Ermeni tehciri mi, yoksa Ermeni soykırımı mı?” tartışması her ne kadar “tarihe” havale edilmek istense de, her durumda taraflar kendi önyargıları ve önkabulleri içinde tutumlarını ortaya koymuşlardır.
Orta yolcular, “Ermeni soykırımı olmamıştır, ama Ermeni katliamı yapılmıştır” tezini savunarak “tam ortada” durduklarına hükmederken, çokluk milliyetçi-ırkçı ya da ulusalcı-solcu görünmemeye özel dikkat göstermişlerdir.
Şüphesiz burada “en kilit sorun”, 1915 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun “sadık millet” olarak bellenmiş Ermenilere karşı
ırksal bir kıyıma girişip girişmediğidir.
Bir zamanlar, “resmi tarih”in söylemiyle, “Ermeni tehciri” sırasında
kaç milyon Ermeninin katledildiği tartışılırken, bugün “sayısal tartışma” bir yana bırakılmıştır. Bunun yerine, “mezalim”, “kıyım”, “kıyam”, “katliam” ya da ABD’nin resmi söylemiyle “Büyük Felaket” (“
Meds Yeghern”) tanımları üzerinden tartışmalar sürdürülmüştür.
Bu tartışmalarda en dikkat çeken olgulardan birisi de, “Türk toplumu”nun Ermeni katliamı karşısındaki “sessiz” tutumudur. Yine genel bir önkabulle, bu “sessiz” tutum, “milliyetçilikle zehirlenmiş toplum” olarak ilan edilmiştir.
Diğer dikkat çekici olgu ise, “Ermeni sorunu” karşısında, artık son kalıntıları temizlenmeye çalışılan “resmi ideoloji”den, “Kemalizm”den daha az söz edilmesidir. Bu çerçevede de, AKP iktidarının “Ermeni sorunu” karşısındaki tutumu, ya gözlerden kaçırılmaya ya da unutturulmaya çalışılmıştır. Oysa Hrant Dink olayı, tümüyle 2005-2006 yılı boyunca olanca şiddetiyle sürüp giden “Ermeni sorunu” tartışmasının bir sonucu olmuştur.
Zamanın Adalet Bakanı Cemil Çiçek, 24 Mayıs 2005 günü, Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenecek olan “
İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri” konulu konferansa ilişkin olarak şöyle konuşmuştur:
“Şimdi siz, o zaman falanca ülkenin parlamenterlerini nasıl ikna edeceksiniz? Bunlar pekala diyecek ki ‘Siz bizi ikna etmeyin, gidin Boğaziçi Üniversitesi’nde, Boğaz’a bakarak bu yalanları söyleyenleri ikna edin.’ Dolayısıyla bu, Türk milletini arkadan hançerlemektir. Birçok cemiyetler, dernekler var ya, ‘Bu ülkede özgürlük yok’ diyorlar ya, bu ülkede milleti arkadan hançerleme, bu millete iftira etme özgürlüğü var. Hükümet olarak bir yetkimiz olsaydı gereğini yapardık. Keşke Adalet Bakanı olarak dava açma yetkisini devretmeseydim. Şimdi YÖK ne yapacak merak ediyorum. Boğaziçi Üniversitesi ne yapacak, onu merak ediyorum. Milletimiz de merak ediyor. Bu sorumsuzluk, bu ciddiyetsizlik, bu millete küfretme, bu milletin nüfus cüzdanını taşıyanların bu milletin aleyhine propaganda yapma, hıyanet etme dönemini artık kapatmamız lazım.”
Bu sözlerin edildiği dönem, aynı zamanda Hrant Dink’in “Türk medyası”nda yoğun biçimde “Ermeni sorunu”nu dile getirdiği dönemdir. Neo-liberal solcular ya da “II. Cumhuriyetçiler”, her ne kadar “Ermeni sorunu” üzerinden “resmi ideoloji”yle, yani “Kemalizm”le hesaplaşmaya girişmişlerse de, AKP iktidarı bu hesaplaşmadan uzak durmuştur.
İşte bugün üzerinde durulmayan ya da fazlaca önemsenmeyen olgu, AKP iktidarının bu “uzak duruşu” ile “Türk toplumu”nun “sessiz” tutumudur.
Necip Fazıl Kısakürek’ten “feyz” almış AKP “kurucu kadroları”, her durumda “Ermeni katliamı” ile “Ermeni mezalimi”ni birbiriyle eşdeğer tutarlar. Ve yine her durumda, her iki olayda da, Sultan Abdülhamit Han’ı tahtından eden İttihat-Terakki ile Ermeni Taşnak Partisi’nin sorumlu olduğunu ileri sürerler. Doğal olarak, “Türkiye Cumhuriyeti”ni, “Kemalizm”i İttihat-Terakki’nin uzantısı olarak gördüklerinden, sorumluluğu “Kemalistler”e kadar genişletirler.
“Sessiz çoğunluk” ise, “I. Dünya Savaşı koşullarında” Ermenilerin “tehcir” edildiklerini, ama savaş sonrasında geri dönen Ermenilerin katliam yaptıklarına inanır. Bu inanç, Türk’ün Ermeniyle, Ermeninin Türkle bir “sorunu” olmadığı inancıyla birlikte varolur. Bu açıdan, “Yahudi soykırımı”na sahne olan Almanya’da Almanların “Yahudi düşmanlığı”na benzer bir “Ermeni düşmanlığı” duygusu taşınılmadığına inanılır. Ancak konu “Ermeni soykırımı”na ve bunun “kabulü”ne geldiğinde, “Ermeni mezalimi” ile zehirlenmiş “Türk’ün zehirli kanı” bu “sessiz çoğunluk”ta ortaya çıkmaya başlar.
İşte “sessiz çoğunluk”un “zehirli kanı”, “Türk’ün Anadolu’daki varlığı sorunu” olarak kendisini dışavurur. Onların “Ermeni soykırımı”ndan, “Ermeni soykırımının tanınması”ndan, “Ermenilerden özür dilenme-si”nden anladıkları tek şey, kendilerinin Anadolu’da yaşama haklarının ellerinden alınacağıdır. Milliyetçilik/ulusalcılık sorunu da burada ortaya çıkmaktadır. Bu da “Anadolu insanı”nın “kimliği” ve “siyasal-ideolojik konumu” sorunu halini almaktadır. Belki de Anadolu “Türkleri”ni
[1*] “anlamak” açısından “Ermeni sorunu” bir ölçüt olarak kabul edilebilir.
Halk ve Millet ya da Ulus
Yurt ve Vatan
Burada “Anadolu halkları” olarak Türk, Kürt, Ermeni vb. halkları değil, doğrudan “Türk halkı” söz konusudur. Bu halk, “resmi ideoloji”de ifade edildiği gibi, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış Türk milleti” değil, milletleri/ulusları oluşturan halk
kitlesidir.
Bu halk kitlesinin en tipik özelliği, tarihsel olarak kendisini belli bir “ırk” ile özdeşleştirmekten uzak durmasıdır. Cumhuriyet kurulana kadar bu halk için “Türk” sıfatı fazla bir değere ve yere sahip olmamıştır. 1789 Fransız Devrimi’yle birlikte dünya çapında yayılan “ulus-devlet” de, “milliyetçilik” de “Osmanlı aydını” dışında halk kitlelerini hemen hiç etkilememiştir. Hatta bu kavramlar halk kitleleri tarafından hemen hiç bilinmemiştir. Onlar, “Padişah efendimizin kulları” olarak, kozmopolit bir imparatorluğun uyrukları olarak yaşamışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun talan ekonomisinin zorunlu bir parçası olan “fütuhatlar” boyunca, Anadolu’dan alınıp fethedilen topraklara yerleştirilmişlerdir. Bir bakıma, Orta-Asya’dan itibaren sürekli olarak göç etmişler, “tehcir”e uğramışlardır. Bu nedenle de, “doğduğu yeri değil, karnının doyduğu yeri” “
yurt” edinmişlerdir.
Anadolu insanının “yurt bilinci”, nasyonalizm ya da patriotizm anlamında bir bilinç olmadığı gibi, “vatan” ve “millet” kavramına da yabancıdır. Bu nedenle de, bu halktan bir “millet”, “Türk milleti” yaratılmaya ve Anadolu’da da bir “vatan” oluşturulmaya çalışılmıştır. İşte bu yaratıcılar ve oluşturucular, 1789 Fransız Devrimi’nden günümüze kadar gelen milliyetçiliğin bayraktarlığını yapmışlardır.
Anadolu “Türk halkı”nın milliyetçilikle örtüşmeyen bu “yurt bilinci”, feodal-askeri Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi iç dinamiğiyle kapitalist-burjuva uluslaşma sürecine girememesinin ürünü olarak günümüze kadar varlığını sürdürebilmiştir.
[2*] Her ne kadar “yurt” kavrayışı onların ortak özelliğiyse de, “Padişah efendimiz” ve “müslümanlık” da ortak payda olarak bir çeşit “milli bilinç” ortaya çıkarmıştır. “Padişah efendimiz”in düşmanlarına ve “gavur”a karşı zaman zaman birleşebilmişlerdir. “İlkel milliyetçilik” olarak tanımlanabilecek bu eğilim, Osmanlı toplumundaki zayıf kapitalist iç dinamik nedeniyle gelişmemiştir.
Bunun yanında Osmanlı ulamasının islamın mutlak egemenliğine dayanan “cihan şumul devlet” anlayışı kozmopolit bir zihniyet ortaya çıkarırken, asker-sivil aydın kesimin “vatan, millet” anlayışı milliyetçi bir zihniyet ortaya çıkarmıştır. Bugün Osmanlı ulamasının kozmopolitizmi,
[3*] “Yeni-Osmanlıcılar”ın Osmanlı İmparatorluğu’na, “Sultan Abdülhamit Han”a yaptıkları göndermelere ve özlemlere denk düşerken, İttihat-Terakki’nin temsil ettiği asker-sivil aydın kesimin milliyetçiliği, Anadolu’yu “nihai vatan” olarak bellemesiyle 1919-1922 “İstiklal Harbi” zemininde ulusalcı bir yöne evrilmiştir.
Bu bağlamda “Ermeni sorunu”, üstyapısal bir sorun olarak kozmopolit-islamcı Osmanlı ulaması ile milliyetçi/ulusalcı Osmanlı küçük-burjuva aydın bürokrasinin ortak paydalarından birisidir. Ancak Anadolu insanının “Ermeni sorunu” karşısındaki “sessiz” tutumu, ister “yurt”, ister “vatan” açısından “
varlık sorunu” olarak görüldüğü andan itibaren milliyetçi ve islamcı bir niteliğe bürünmektedir.
“Ermeni tehciri” ve Anadolu’nun (özellikle Doğu Karadeniz bölgesinin) Rumlardan arındırılması olaylarındaki mezalimler Anadolu’yu “yurt” bellemiş “Türk” insanının belleğinde her zaman varlığını sürdürmüştür. Bellekte ne denli “zulüm” olarak yer alıyorsa da, dinsel aidiyetten kaynaklanan “gavur” anlayışı o denli “sessiz” kalmasına yol açmıştır.
Ama bir halk, statik ve yekpare bir bütün değildir. Halkın siyasal olaylar karşısındaki tutumu, her zaman siyasal olarak etkin (aktif) kesimlerin eylemi tarafından belirlenir. Bu nedenle, faşist-milliyetçi kesimlerin siyasal söylemi ve eylemi şu ya da bu oranda halk arasında kendisine taraftar bulmasını sağlar. Türkiye’deki faşist-milliyetçi kesimlerin “Ermeni sorunu” konusunda “varlık sorunu”nu öne çıkarabildikleri ölçüde etkili olabilmektedirler.
Hrant Dink’in, ironik biçimde ifade ettiği “zehirli Türk kanı” ya da duygusal söylemle ifade ettiği “bu topraklarda elbette gözümüz var” sözlerinin “sessiz çoğunluk” tarafından “varlık sorunu” olarak görülmesi, Hrant Dink’in öldürülmesi karşısında gösterilen “ilgisizlik”in (ya da “duyarsızlığın”) nedeni olmuştur. Aynı “ilgisiz” ve “duyarsız” tutum Kürt ulusal sorunu karşısında da ortaya çıkmaktadır.
Burada islamcı kesimlerin “kozmopolitizmi”nin “Ermeni sorunu” (ve “Kürt sorunu”) karşısında daha kapsayıcı görüntüsünün altında benzer bir zihniyet bulunmaktadır. Bu zihniyet, “Türk”ün ve “Müslüman”ın mutlak egemenliğinin kabulüne dayanır ve bu egemenliğin “yitirilmesi” korkusu ortaya çıktığında, “varlık sorunu” bağlamında gösterilen milliyetçi tutumla özdeşleşir. Bu kesimlerin “Ermeni soykırımı” konusunda İttihat-Terakki’nin sorumlu tutulmasına fazlaca itirazları yoktur. Hatta Necip Fazıl Kısakürek’in açıkça söylediği gibi, bunun doğrudan sorumlusu olarak İttihat-Terakki’yi görürler. Ancak onların karşı çıktıkları, Anadolu’da ve devlette “Müslüman Türk”ün
mutlak egemenliğinin kabul edilmemesidir. Bu nedenle, islamcı kesimlere göre, “Müslüman Türk”ün mutlak egemenliği kabul edildiği sürece, “Ermeni sorunu” da, “Kürt sorunu” da çözümlenebilecektir. Burası, aynı zamanda islamcılar ile faşist-milliyetçilerin uyuşamadığı ve çatıştığı yerdir.
Bu çok taraflı, çok yönlü olaylar karşısında devrimcilerin görevi, şu ya da bu tezin “mantıklı” olup olmadığını saptamak değildir. Devrimcilerin görevi, demokratik halk iktidarında tüm halkların aynı yurt üzerinde birlikte yaşayabileceklerinin bilincini yaratmaktır. Ama bu da tek başına yeterli değildir. Bu bilincin oluşturulabilmesi için, her şeyden önce Anadolu insanının “varlık sorununun” olmadığına ikna edilmesi gerekir. Ama bu da yeterli değildir. Bunun yanında, islamcıların yarattığı “Müslüman Türk egemenliği”nin Anadolu’daki tüm katliamların ana unsuru olduğunun da açığa çıkartılması gerekir. Şüphesiz bu bilinç, Anadolu’da yaşayan tüm halkların ortak bilinci olmalıdır. Bu da, hiçbir “din”in ve “ırk”ın bir diğerinden üstün olmadığının ve her halkın ayrı bir ulus oluşturma hakkı olduğunun kabulünü öngerektirir. Aksi tutum, “ezen ulus” şovenizmine karşı çıkarken, “ezilen ulus” milliyetçiliğinin aleti haline gelinmesine yol açar. Dahası, “her türden” milliyetçiliğe karşı çıkarken, islamcı-kozmopolitizmin aleti de olunmamalıdır.
Dipnotlar
[1*] Marks, 7 Nisan 1853 tarihli New-York Dail Tribune’de yayınlanan makalesinde “Türkler”i şöyle tanımlamaktadır: “Toplumun sınıf ilişkileri, çeşitli soylar arasındaki ilişkiler kadar karışmış olduğu için, Türkleri, Türkiye’nin yönetici sınıfı diye tanımlamamız hayli güç. Yerine ve duruma göre Türk, işçidir, çiftçidir, küçük mülk sahibidir, tacirdir, feodalizmin en düşük, en barbar düzeyinde feodal beydir, memur ya da askerdir; ancak bütün bu değişik yerlerde olsa da, o, ayrıcalıklı bir dine ve ulusa mensuptur –silah taşıma hakkı sadece onundur, en yüksek düzeyde bir hıristiyan, karşılaştığı en aşağı düzeyden bir müslümana yol vermek için kaldırımdan aşağı inmek zorundadır.”
[2*] “Osmanlı toplumu, klâsik feodal bir bünyeye sahip olmamasına rağmen feodal bir devletti. Tam deyimiyle –özellikle 15. yüzyıldan sonra– toplumsal yapı; askeri merkezi-feodal bir yapıydı. Toprağa bağlı reaya üretiyor; artı-ürün, ikincil dereceden feodaller aracılığıyla merkezi otorite tarafından ele geçiriliyordu. Stratejik ticaretin yollarının Osmanlı feodalizminin elinde olması ve dış talan, iç talanın -iç sömürünün- keskin olmamasını sağlıyordu.
Bu durum ve mevcut feodal yapının klâsik tipte olmaması iç çelişkileri belli ölçülerde yumuşatıyordu. (Yani üretici güçlerle feodal üretim ilişkileri arasındaki çelişki kısa bir dönemde had safhaya gelecek kadar keskin olmadı). Kapitalizm yavaş yavaş uç vermeye başlarken, çelişkiler keskinleşme sürecine girerken Avrupa kapitalizminin dış müdahalesi ile bu engellenmiş, yerli kapitalizm gelişememiştir.
Avrupa kapitalizminin bir sömürü sahası haline gelişinde bu zayıf oto-dinamizm şüphesiz önemli rolü oynamıştır.
Osmanlı toplumunun Avrupa kapitalizminin bir açık pazarı haline gelmesi 18. yüzyılın sonlarına doğru olmuştur. (1838 Balta Limanı Anlaşması ile bu durum resmileşmiştir.) Bu yıllar aynı zamanda merkezi otoritenin zayıflayıp feodal mahalli birimlerin gücünü artırdığı yıllardır.
Osmanlı toplumu, 18. yüzyıldan itibaren hızlı bir sömürgeleşme sürecine girmiş, devlet hızla kompradorlaşmış, rüşeym halinde yerli kapitalizm Avrupa kapitalizminin rekabetine dayanamayarak kavrulmuş, ekonomi, feodal-komprador bir yapıya sahip olmuştur.
Bu feodal-komprador ekonomik yapının önemli özelliklerinden birisi de, uluslaşmayı yürütecek, feodal veya yarı-feodal toplum karakterinden, gelenek ve törelerinden doğan sosyal, psikolojik ve de kültürel oluşumun etkisi altında uyuyan halk kitlelerini harekete getirecek, ilerici ve demokratik düşünceyi yaygınlaştıracak güçte devrimci burjuvazinin olmayışıdır. Bu görev zorunlu olarak küçük-burjuvazinin omuzlarına yüklenmiştir. Bir başka deyişle, Osmanlı feodalizminin klâsik bir bünyeye sahip olmayışının oluşturduğu zayıf oto-dinamizm askeri feodal devletin katı merkeziyetçiliğinin oluşturduğu imtiyazlı geniş bürokrasinin adeta bir sınıf gibi hareket kabiliyetini doğurmasıdır.” (Kesintisiz Devrim II-III.)
[3*] Murat Belge, 8 Nisan 2010 tarihli Taraf gazetesinde yayınlanan “Kozmopolitizm” başlıklı yazısında, önce “Yunanca ‘evren’ anlamına gelen ‘kozmos’ kelimesiyle ‘birlik’, ‘topluluk’ anlamına gelen ‘politis’ kelimelerinin birbirlerine çatılmasından oluşmuştur. İngilizcede ilk kullanılışını Oxford Sözlüğü (OED) 1614 olarak gösteriyor.” diyerek “entel” bilgisini konuşturduktan sonra şöyle devam etmektedir: “Verilen anlamlar bakımından, milliyetçi ideolojilerin hoşlanmadığı bir kavramdır bu. Türkiye’deki milliyetçilik için böyle, ama başka ülkelerde de bundan pek farklı değil. ‘Kozmopolit’, tek ülkeye ait olmayan, ulusal sınırlamalardan azade, dünya vatandaşı, dünyanın her yerinde aynı rahatlıkta yaşayan, ulusal önyargıları olmayan kişi gibi anlamlar taşıyor; dolayısıyla Türkiye’de de, başka her yerde de, milliyetçi dünya görüşüne uymayan, uymamak bir yana, ona son derece aykırı, ters gelen değerler içeriyor.”