“Türkiye, Ortadoğu coğrafyasında barışın hakim kılınması için her türlü çabayı sarfetmeye hazırdır. Bu bağlamda Arap-İsrail ihtilafının çözüme kavuşturulması, Filistin devletinin tanınması, Filistinliler arası iç uzlaşmanın sağlanması, Gazze halkının maruz kaldığı gayri hukuki ablukanın kaldırılması için bundan böyle de aktif tutum izlemeye devam edecektir…
Türkiye olarak biz, gerek Suriye’de gerek diğer ülkelerde, halkların demokratik taleplerini desteklemeye ve rejimleri bu yönde adımlar atmaya teşvik etmeye devam edeceğiz. Uluslararası toplumun da bu doğrultuda hareket etmesini bekliyoruz…
Libya, Libyalılarındır. Libya’nın zenginlikleri Libyalılara aittir…
Rum yönetiminin sadece Ada’da değil, tüm bölgede gerginliğe neden olabilecek bu girişimlerinin durdurulması yönünde etkin çaba sarf etmeleridir. Aksi taktirde biz de gereğini yapacağız.
Azerbaycan topraklarının yıllardır süren haksız işgali artık sona ermelidir. Yukarı Karabağ sorununun bu şekilde çözümsüz kalması kabul edilemez, uluslararası sorunlar kangren haline gelmeden çözümler bulunması, hepimizin siyasi ve ahlaki sorumluluğudur.
Aynı şekilde, Keşmir ve şu anda adını sayamadığım pek çok dondurulmuş ihtilafın barışçıl çözümü için daha ciddi çaba gösterilmelidir.
Öte yandan, Balkanlar’da barış ve istikrarın yolu Kosova’nın tanınmasından geçmektedir.
Bu yıl ev sahipliği yaptığımız ‘BM En Az Gelişmiş Ülkeler 4’üncü Konferansı’nda kabul edilen İstanbul Eylem Planı’nın takibi konusunda da kararlıyız…
En Az Gelişmiş Ülkelere yönelik olarak açıkladığımız ekonomik ve teknik işbirliği paketinin en kısa zamanda hayata geçirilmesine yönelik çalışmalarımız devam etmektedir.
Ticaretten eğitime, tarımdan enerjiye kadar pek çok alanı kapsayan bu paket dâhilinde bu ülkelere yılda 200 milyon dolar tutarında yardım yapmayı planlıyoruz.
Bu ülkelerdeki doğrudan yatırımlarımızı 2015’te 5 milyar, 2020 yılında ise 12 milyar dolara yükseltmeyi öngörüyoruz.” (Recep Tayyip Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler Konuşması, 22 Eylül 2011)
“Nedir bu Güvenlik Konseyi’ndeki kalıcı üyelerin olayı? Bu kaldırılmadı. Dünya bu beş ülkenin kölesi durumunda.” (Recep Tayyip Erdoğan, Time, 27 Eylül 2011.)
Tayyip Erdoğan’ın söyleminde ifadesini bulan ve “teorisyen”liğini Ahmet Davutoğlu’nun yaptığı yeni dış politika, en yalın ifadeyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin “yurtta sulh, cihanda sulh” sözlerinde simgelenen 80 yıllık dış politikasından kesin ve mutlak bir ayrılmayı ifade etmektedir.
Bu dış politika, tüccar zihniyetini içselleştirmiş ve işbirlikçi-ticaret burjuvazisinin ideologluğuna soyunmuş “yandaş” küçük-burjuvalara göre, Türkiye’nin “bölgesinde hak ettiği yeri” almasına yönelik “emperyal” bir dış politikadır. Bu politika, TÜSİAD yazınında “bölgesel güç” olarak ve “teorisyen” Ahmet Davutoğlu’nun “pro-aktif” söylemiyle icra edilmektedir.
Bu politikanın temel “argümanı”, Ortadoğu’nun Amerikan emperyalizmi tarafından yeniden “dizayn” edildiği ve bu temelde yeni bir Ortadoğu oluşturulduğu tezidir. Bu teze dayanan dış politika (“emperyal dış politika”), 1990’ların ünlü “Yeni Dünya Düzeni” söyleminin yeni bir versiyonu olan “Yeni Ortadoğu Düzeni”nde yer alma, pay kapma ve rol çalma olarak Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının (içerde Kanun Hükmünde Kararname ile işler yürütüldüğünden) neredeyse tüm icraatını oluşturmaktadır.
Bu dış politikaya karşı çıkanların “yurtta harp, cihanda harp” olarak tanımladıkları bu “emperyal” dış politika, “insani” nedenlerle Gazze sorununun sahiplenilmesiyle başlamıştır (“ünlü” “one minute” olayı). Ardından İsrail karşıtlığı ekseninde genişletilmiş, “Arap Baharı” olaylarıyla “pro-aktif” hale dönüştürülmüştür. Özellikle “NATO’nun Libya’da ne işi var”la başlayan ve ardından emperyalizmin Libya müdahalesinde “pro-aktif” rol alınmasıyla süren gelişmeler, AKP’nin “emperyal dış politikası” için uygun bir ortam yaratmıştır.
Elbette bir politikanın uygulanması için “uygun ortam”ın varlığından söz etmek, o politikanın gerçekçiliğinden ve gerçekleşebilirliğinden söz etmekle özdeş değildir. Bu durumu doğru olarak anlayabilmek için, her şeyden önce bu “uygun ortamın” ne olduğunun ve bu dış politikanın iç dinamiklerinin neler olduğunun doğru saptanması gerekir.
Tüccar zihniyetinin ideologluğuna soyunmuş “yandaş” küçük-burjuvalara göre, Amerikan emperyalizmi Ortadoğu’yu yeniden “dizayn” etmektedir. “Medyatik” söylemle, Ortadoğu’da “kartlar yeniden dağıtılmaktadır”. Böyle bir “ortam”da, Türkiye, “pro-aktif” davranmalı, ön almalıdır. Bunun yolu da, Amerikan emperyalizmiyle özdeşleşmekten, onun çıkarlarının çerçevesinde Türkiye’nin çıkarlarını “realize etmek”ten geçmektedir. Bunun için “tarihsel” bir temel de mevcuttur. Bu “tarihsel temel”, “Kemalist-ulusalcı”ların sistematik olarak reddettikleri “Osmanlı mirası”ndan başka bir şey değildir. Yapılması gereken tek şey de, bu “tarihsel temel” çerçevesinde (“Osmanlı mirası”) Ortadoğu’da Amerikan emperyalizminin yeni “dizayn” çalışmalarında “pro-aktif” davranmaktır.
Bir başka söylemle ifade edersek, bu ideologlara göre, Ortadoğu, emperyalist ülkeler tarafından yeniden paylaşılmaktadır. Türkiye’nin “derin vizyon” sahibi iktidarı bu yeni paylaşım “masasına” oturarak kendine düşen ve “tarihsel olarak hakkı” olan payı almalıdır. Bu payı alabilmek için, bir taraftan “dünyanın tek süper gücü” Amerikan emperyalizmiyle “iyi ve sıcak” ilişkiler geliştirilip Amerikan emperyalizminin stratejik “konsepti” içselleştirilirken, yani Türkiye’nin “stratejik konsepti” haline getirilirken (ve bu “stratejik konseptin gerekleri” yapılırken), diğer yandan yoğun bir “medya” kampanyasıyla Ortadoğu halklarının “kalpleri” feth edilmelidir.
Bu tüccar zihniyetinin ideolojik söylemi, çoğu kez sol-marksist terminolojiden alınma sahte sözlerle meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır.
Burada ilk saptanması gereken olgu, bu tüccar-ideologların temel “argümanı” olan, Ortadoğu’nun Amerikan emperyalizmi tarafından yeniden “dizayn” edilmesinin ne ölçüde Ortadoğu’nun emperyalist ülkeler arasında yeniden paylaşımı anlamına geldiğinin saptanmasıdır.
Emperyalist ülkeler tarafından dünyanın (ya da Ortadoğu’nun) yeniden paylaşımı sorunu, emperyalist ülkeler arasındaki eşitsiz gelişime uygun olarak dünya pazarlarının yeniden paylaşımı demektir. Böyle bir paylaşım, kaçınılmaz olarak emperyalist ülkeler arasında paylaşım savaşlarına yol açar.Bu nedenle bugüne kadar iki büyük emperyalistler arası paylaşım savaşı gerçekleşmiştir.
Dünyanın emperyalist ülkeler tarafından (toprak olarak) yeniden paylaşımı için yapılan savaşlar döneminde ve sürecinde, emperyalist olmayan kimi ülkeler (örneğin İspanya ve Portekiz) emperyalist ülkeler gibi sömürgelere sahip olabilmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu gibi yarı-sömürge “emperyal ülkeler”, bu paylaşım savaşı süreçlerinde “eski görkemli günlerini” yeniden kazanabilmek, eski “emperyal” toprakları ele geçirebilmek amacıyla emperyalist ittifakların birisinde yer almaya çalışmışlardır. Çarlık Rusyasının, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Yeniden Paylaşım Savaşı’nda yer alış nedeni bu temelde gerçekleşmiştir. İttihat-Terakki ve Enver Paşa, Almanya’nın olası zaferi varsayımına dayanarak I. Yeniden Paylaşım Savaşı’nda “İtilaf Güçleri” safında yer alırken, tek amaçları, Osmanlı İmparatorluğu’nun son elli yılda kaybettiği toprakları (özellikle Balkanlar ve Mısır) geri almak olmuştur.
Bugün AKP’nin “emperyal dış politika”sı, “yeni Osmanlı vizyonu”, tümüyle I. Yeniden Paylaşım Savaşı sürecinde İttihat-Terakki’nin izlediği dış politikanın basit bir kopyasıdır. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, “Ortadoğu’nun yeniden paylaşımı” varsayımına dayanan bu politika, bu paylaşımda etkin gücün, yani Amerikan emperyalizminin safında yer alarak “eski imparatorluk toprakları” üzerinde egemen olmayı amaçlar. “Osmanlı kafası”yla ve tefeci-tüccar zihniyetiyle biçimlendirilen bu politika, ticaret ve müteahhitlik (özellikle de küçük ve orta ölçekli konut inşaatı) hizmetleriyle ekonomik bir temele oturtulmaya çalışılmaktadır.
Oysa Amerikan emperyalizminin öncülüğünde gerçekleştirilen “Yeni Ortadoğu”,
bir bütün olarak emperyalizmin pazarlarını genişletmeye yöneliktir. Bu nedenle emperyalist ülkeler arasında uzlaşmaz bir çelişki ve çatışkıya dayanmamaktadır. Dolayısıyla emperyalist ülkeler arasında yeniden paylaşım “savaşı” benzeri sonuçlar doğuran bir çatışkı da söz konusu değildir. “Yeni Ortadoğu” konusunda tüm emperyalist ülkeler “
consensus” içindedir.
Herşeyden önce bu pazarların emperyalist dünya pazarına “eklemlenmesi” için, bir yandan iç ticaret geliştirilirken, diğer yandan iç pazarın yatay genişletilmesi için altyapı yatırımlarının yapılması gerekmektedir. Bu altyapı yatırımları, her ne kadar “müteahhitlik hizmetleri”ni içerse de, asıl olarak sermaye yatırımları niteliğindedir. Oysa emperyalizme bağımlı Türkiye’nin böylesi altyapı yatırımları için gerekli “iç” ya da “yerli” sermaye birikimi mevcut değildir. Bu nedenle, bu “Yeni Ortadoğu”da taşeronluk dışında hiçbir ekonomik işleve de sahip olamaz.
Düne kadar “Arap Devrimi” denilen, bugün “Arap Baharı”
[1*] adı verilen gelişmelerin özü, sözcüğün tam anlamıyla II. Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasında ortaya çıkan güç dengesinde Ortadoğu’da, özellikle Arap ülkelerinde ortaya çıkan küçük-burjuva devrimci-milliyetçi iktidarların (Baas iktidarlarının) tasfiye edilmesidir.
Baas iktidarları, “Soğuk Savaş” sürecinde, yani “sosyalist blok”un dünyanın 1/3’ünü kapsadığı bir süreçte, küçük-burjuva asker-sivil aydınlarının pan-Arap milliyetçiliği temelinde anti-emperyalist iktidarları olmuştur. 1956’da Mısır’da Nasır’ın iktidara gelişiyle başlayan Baas iktidarı, giderek Irak ve Suriye’yi kapsamış ve Ortadoğu’daki tüm gelişmelerin belirleyicisi haline gelmiştir.
Sovyetler Birliği’nin etkin desteğiyle varolan Baas iktidarları, Sovyetler Birliği’nin dağıtılmışlığı koşullarında (“sosyalist blok” ülkelerinde olduğu gibi) varlıklarını sürdürmelerini sağlayan bu temeli yitirmişlerdir. Mısır’da Enver Sedat’la başlayıp Hüsnü Mübarek’le devam eden “değişim” süreci (Baas iktidarlarının tasfiye edilme süreci), İran’daki “İslam devrimi” nedeniyle kesintiye uğramıştır. Saddam’ın Irak’ının İran “İslam devrimi”ni yıkmaya yönelik on yıllık savaşı, Mısır’daki “değişim”in yeni bir halkası olmuştur. 1990’ların sonuna doğru Suriye’deki Baas iktidarına Türkiye tarafından (PKK olayı nedeniyle) yapılan “balans ayarı”yla Ortadoğu’daki “değişim” sürecinin
dış politika tarafı büyük ölçüde tamamlanmıştır. Diğer ifadeyle, 2000’li yıllara girildiğinde Baas iktidarları Ortadoğu “denklemi” içindeki ağırlıklarını yitirmişlerdir.
Bu tarihten itibaren temel sorun, Baas iktidarlarının bulunduğu ve etki alanı içinde olan ülkelerin
emperyalist dünya pazarına “entegre” edilmesi sorunu haline gelmiştir. Bunun yolu ise, Baas iktidarları döneminde yukarıdan aşağıya, devlet olanaklarıyla yaratılmış ve palazlanmış “milli” burjuvaların işbirlikçi burjuvalar haline dönüştürülmesinden ya da tasfiye edilmesinden geçmektedir. Böylece Baas iktidarlarının bulunduğu ülkelerin iç pazarlarının, olabilecek en geniş ölçekte emperyalizmin pazarları haline getirilmesi gündemin ilk maddesi haline gelmiştir.
Her dönemde olduğu gibi, emperyalizmin 2000’li yıllardaki temel gereksinmesi, aşırı-üretim krizlerine karşı yeni pazarlar bulmak ya da varolan pazarları (yatay ve dikey olarak) genişletmektir. Bu bağlamda, Ortadoğu “denklemi”nde etkin bir unsur olmaktan çıkmış olan Baas iktidarlarının tasfiye edilmesi, doğrudan bu ülkelerin emperyalizmin pazarı haline getirilmesi demektir.
Bu yeni pazarın en temel özelliği ise, doğrudan emperyalist metaların açık pazarı olmalarıdır. Bu da, “yerli”-işbirlikçi sanayi burjuvazisinin yerine “yerli”-işbirlikçi
ticaret burjuvazisinin egemenliğinin sağlanması demektir.
Yapılması gereken çok açıktır: Baas iktidarları döneminde yaratılmış ve iç pazara egemen olmuş eski “milli” burjuvazinin iktidardan uzaklaştırılması ve yerlerine yeni bir işbirlikçi ticaret burjuvazisinin geçirilmesi.
Bu yeni işbirlikçi-ticaret burjuvazisinin özelliği, “ithalatın liberalizasyonu” temelinde emperyalist ülke mallarının iç pazarda dağıtımını yapmaktır. Böylece işbirlikçi-ticaret burjuvazisine dayanan bir pazar genişletilmesi söz konusu olabilecektir. Bu da, bu ülkelerde tüketimin artmasına yol açarak “nispi” bir refah ortamının yaratılmasını sağlayacaktır. Baas iktidarları döneminde kitlelerin “ertelenmiş talepleri”, bu yolla emperyalist mallara olan talep haline dönüştürülecektir.
Sözcüğün marksist-leninist anlamında, Ortadoğu’da pazarların emperyalist ülkeler tarafından
yeniden paylaşımı söz konusu değildir. Söz konusu olan şey, Baas iktidarları döneminde emperyalist dünya pazarının kısmen dışına çıkmış olan iç pazarın yeniden emperyalist pazar haline getirilmesidir.
Bu nedenle, AKP’nin “pro-aktif” dış politikasının temel “argümanı” tümüyle yanlış bir varsayıma dayandığından, “emperyal dış politika”sı da temelsiz ve dayanaksızdır.
Burada bu “emperyal dış politika”nın temelsiz ve dayanaksız olması yanında, bunun ne kadar “ahlaki ve insani” olduğu da tartışma konusu yapılmaktadır. Genellikle “hümanist” küçük-burjuva aydınlarının öne çıkardığı bu “ahlaki ve insani” boyut, emperyalizmin bir “dış politika seçeneği” olarak kabul edilmesine dayanmaktadır. Oysa emperyalizm, finans-kapitalin bir “dış politika seçeneği” değil, doğrudan doğruya tekelci kapitalizmin zorunluluğu ve gereğidir.
[2*]
Gerçeklikte, “ahlaki ve insani” eleştiricilerin hedefi, AKP’nin “emperyal dış politikası”nın ülke içinde yarattığı yanılsamalar ve “emperyalist” hayaller olmalıdır. Bu yanılsamaların açığa çıkartılması ve yaratılan hayallerin bertaraf edilmesi için yapılması gereken ise, emperyalizmin taşeronluğuna soyunmaktan öte, Anadolu tefeci-tüccar sermayesinin açgözlülüğü ve yeni dış pazarlara olan gereksinmesidir. “Türklük gurur ve şerefi, İslam ahlak ve fazileti”, bu açgözlülüğün ve gereksinmenin ideolojik sloganıdır. “Emperyal dış politika”nın “medya”daki ideologları da bu açgözlülüğün ve gereksinmenin sözcülüğünü yapmaktadırlar.
Tefeci-tüccar sermayesinin iktidar olma ve bu iktidar aracılığıyla büyüme, tekelleşme özleminin uzun bir geçmişi bulunmaktadır. Erbakan’ın MNP’siyle başlayan siyasal “tercihleri”, zaman zaman yön değiştirse de, AKP’nin oluşumuyla birlikte gerçeklik haline gelmiştir. Tüm küçük ve orta sermaye kesimlerini birleştiren ve çıkarlarını savunan AKP, tefeci-tüccar zihniyetini bu kesimler üzerinde egemen hale getirmiştir. Demirel’in Sovyetler Birliği’nin dağıtılmışlığı günlerinde söylediği “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar büyük Türk dünyası” sözlerinde ifadesini bulan “büyük pazar” özlemi, bugün AKP’nin “emperyal dış politikası”nın temeli haline getirilmiştir.
Türki Cumhuriyetler’de yaşanılan “hüsran”, varolan Arap pazarlarına bisküvi vs. ihracatına dayanan dış ticaret, bu kesimlerin büyüme ve tekelleşme sorunlarına çözüm getirememiştir. 2000’li yıllarda tüketici kredileriyle, kredi kartlarıyla iç pazarda yaratılan taleple belli ölçülerde bu kesimlerin büyümesine yol açılmışsa da, iç pazarın ithal mallarına dayanan özelliği nedeniyle daha fazla genişlemeleri olanaklı olmamıştır. “İhracata yönelik sanayileşme” söylemiyle dış pazarlara yöneltilen bu küçük ve orta sermaye kesimleri, tüm gelişimlerini ve büyümelerini dış pazarlara bağlamışlardır. İşte AKP’nin “emperyal dış politikası”, bu dış pazarlara umudunu bağlamış tefeci-tüccar sermayesinin çıkarlarının “realize” edilmesini amaçlamaktadır. Tek farkla ki, burada öne geçen kesim, inşaat sektörü ve müteahhitlik hizmetleridir.
Ancak bu “emperyal dış politika”nın hedef kitlesi, son yirmi yılda kırlardan kentlere göç etmiş nüfus (kimi “sol” söylemle ifade edersek “kent yoksulları”) ve gelirinden daha fazlasını tüketen kent küçük-burjuvazisidir. Bu kitle, “emperyal dış politika”nın yaratacağı yeni kazanç kaynaklarıyla durumlarının daha iyi olacağı umutlarıyla yayılmacı ve sömürgeci zihniyetin payandası haline getirilmektedir. “Arap Baharı” üzerinden yürütülen propagandayla, özel olarak da Recep Tayyip Erdoğan’ın Arap halkı arasındaki “nüfuz ve itibarının” ne denli yüksek olduğu propagandasıyla, Arap ülkelerinin sahip olduğu “petrol zenginliğinden” bu politika yoluyla pay kapılacağı umudu yaratılmaktadır.
Tarihte tüm emperyal ve yağmacı politikaların yaptığı gibi, her şeyden önce ülke içinde bu politikaların destekleyicisi bir kitle yaratılmaktadır. Bunun yanında ve paralelinde, emperyalist ideologlar tarafından ülkenin “en önemli ihraç ürünü” olduğu ilan edilen ordu (TSK) yeniden “dizayn” edilerek, bu yayılmacı ve yağmacı dış politikanın mutlak gücü haline getirilmiştir.
Tüm bu propagandif faaliyetlere ve yaratılmak istenen sonuçlara rağmen en tehlikeli gelişme, geniş halk kitlelerinin kendi refah düzeylerini yükseltmenin yolunun başka ülkeleri işgal etmekten ve sömürmekten geçtiği zihniyetine sahip olmasıdır. Bu gelişme, Turgut Özal’ın 1991 yılındaki “I. Körfez Savaşı” öngününde dile getirdiği “bir koyup üç almak”tan çok daha etkin ve kalıcı sonuçlar doğuracak niteliktedir.
Öte yandan “emperyal dış politika”nın pratik sonuçları (örneğin Suriye’nin işgali) büyük bir şovenizm dalgasına yol açacaksa da, “ekonomik çıkarcılık” çok daha büyük bir toplumsal tahribata neden olacaktır.
AKP’nin Recep Tayyip Erdoğan’ın şovlarıyla sürdürdüğü “emperyal dış politika”, gerçek gerçeklikte Amerikan emperyalizminin taşeronluğundan öteye geçmeyecek olması orta ve uzun dönemde büyük bir düş kırıklığına ve hüsrana yol açacak olsa da, yükselen şovenizmin ve “ekonomik çıkarcılık”ın yarattığı tahribat kolayca bertaraf edilemeyecektir.
AKP, “hayaldi gerçek oldu”ya alıştırılmış bir seçmen tabanına sahiptir. Bu seçmen tabanı, Anadolu’nun en gerici bölgelerinde ve büyük kentlerin “varoş”larında bulunmaktadır. Bu nedenle, “emperyal dış politika”nın gerçeklikle ilgisinin olmaması AKP’nin seçmen tabanı açısından hiçbir değere sahip değildir. Öte yandan TSK’nın bu “emperyal dış politika”nın aracı haline getirilmiş olması, I. Yeniden Paylaşım Savaşı’na eski Osmanlı topraklarını geri almak umuduyla giren İttihat-Terakki’den çok daha uygun bir zemin oluşturmaktadır.
Şüphesiz tarih, düz bir çizgi izlemez, ama kendi yolunda ilerler. Nasıl ki, emperyalist dönemin başlarında İttihat-Terakki’nin dış politikası hüsrana ve maceraya dönüşmüşse, aynı politikanın yeni versiyonu da günümüzün emperyalist dünya sistemi içinde aynı sonuçlara mahkumdur. Ancak devrimciler, yurtseverler, ilerici ve demokrat insanlar, tarihin kendi kendine akıp gitmesini izlemekle yetinemezler. Asıl olan tarihin nesnel yasalarının bilinciyle tarihin seyrini değiştirmektir.
Dipnotlar
[1*] “Arap Baharı” söylemi, tümüyle sosyalist blokun yıkılmasının başlangıcı olarak kabul edilen 1968 Prag ayaklanmasına yapılan bir göndermedir. 1968’deki Prag ayaklanması, emperyalist “medya”da “Prag Baharı” olarak lanse edilmiştir.
[2*] Lenin, Emperyalizm kitabında şöyle yazar: “Narodniklerin, 1894-1895 yılları arasındaki Rus marksistleri için çizdikleri karikatüre benzeyen bir şey var burda. Onlar da, marksistler, kapitalizme Rusya’da kaçınılmaz bir olgu ve ilerleyici bir etmen olarak bakıyorlarsa, bir meyhane açmalı ve kapitalizmi yerleştirmeye çalışmalıdırlar! diyorlardı.” (s. 99)