Devlet aygıtı, bürokrasi ve militarizmi ile bir bütün olarak egemen sınıfların baskı örgütüdür. Bu baskı örgütü, yani devlet, sivil ve asker görevlilerden oluşur. Bunların görevi, egemen sınıfların egemenliklerini korumak ve sürdürmektir.
Sivil bürokrasi, iç emniyet teşkilatından (polis) mahkemelere ve cezaevlerine kadar her alanı kapsayan memurlar ordusudur.
Olağan koşullarda bunların görevi, (egemen sınıfların egemenliklerinin ifadesi olan) mevcut yasalar çerçevesinde, düzenin kurallarına uymayanları ve karşı çıkanları etkisizleştirmektir.
Ağırlıklı olarak subayların oluşturduğu askeri bürokrasi ise, yine
olağan koşullarda devletin “dış güvenliği”nden sorumludur ve “dışarıya” karşı egemen sınıfların baskı aygıtını korurlar. Askeri bürokrasi, bir bütün olarak devletin resmi silahlı kuvvetlerini, yani ordusunu oluşturur.
Egemen sınıfın egemenliğinin bir başka sınıf tarafından ortadan kaldırılmasının koşullarının ortaya çıktığı
olağan olmayan koşullarda, sivil ve asker bürokrasi bölünmeye ve parçalanmaya uğrar. Bunların bir bölümü, yeni ve yükselen sınıfın egemenliğini sağlamak amacıyla mevcut egemen sınıf ya da sınıflara karşı bir konuma geçerken, diğer bölümü mevcut egemen sınıfın yanında yer almayı sürdürerek, mevcut düzenin koruyucusu olarak diğerlerine karşı savaşır.
Bu arada, her iki bölümde de yer almayan “bürokratlar” vardır. Bu “bürokratlar”ın özelliği, hangi tarafın kazanacağının belli olmadığı bir dönemde “sureti haktan” görünerek zaman kazanmak ve sonuçta kazanan tarafın yanında saf tutmaktır.
Olağan olmayan bir dönemde ortaya çıkan bu üçlü “bürokratik” bölünme, olaylar sonuçlanana kadar kesin ve değişmez bir saflaşmayı temsil etmezler. Her üç bölüm arasında geliş ve gidişler, saf değiştirmeler olur. Bu nedenle, çatışmalı dönemlerde kimin kim olduğu, kimin ne zaman ne yapacağı tam olarak bilinemez.
[1*] Bilinen ve kesin olan tek şey, devletin, şu ya da bu egemen sınıfın baskı aygıtı olduğudur.
Böylesi çatışma ve iç ayrışma/bölünme dönemlerinde, eğer çatışan kesimlere karşı bir başka alternatif ortaya çıkar ve bu alternatif çatışan kesimlerin tümüne karşı bir konumdaysa, bu alternatif gücün oluşturacağı “tehdit algı”sına bağlı olarak, çatışan kesimler arasında
geçici uzlaşmalar (
consensus) ortaya çıkar. Böylece eski ve yeni egemen sınıflar birleşik bir karşı-güç oluşturarak, kendilerine alternatif olan gücü yok etmeye yönelirler.
Olağan olmayan bir dönemde ortaya çıkan “iç çatışmalar”ın diğer bir özelliği, “dış güçler”in de (kendi çıkarları doğrultusunda) doğrudan ya da dolaylı olarak bu “iç çatışmalara” katılmasıdır.
Olağan olmayan bu çatışma ve ayrışma dönemlerinin en temel unsuru ise, silahlı güçlerdir. Silah, böylesi dönemlerde belirleyici bir yere sahiptir. Mao’nun deyişiyle, “zafer, namlunun ucundadır”. Tarafların gücünü belirleyen, saflarındaki silahlı güçlerin niceliği ve niteliğidir. Bu nedenle, “sivil” güçler arasındaki çatışmada taraflar kendi konumlarını güçlendirmek amacıyla daha büyük ve daha güçlü bir silahlı güce sahip olmak için çabalarlar. “Sivil” güçler arasındaki çatışmanın silahlı güçler arasındaki çatışmaya dönüştüğü durumlar bir
iç savaş ortamı oluşturur.
Resmi devlet düzeyinde en önemli ve en büyük silahlı güç ise, ordudur. Bu nedenle, devleti ele geçirme mücadelesinde, taraflar orduyu kendi saflarına çekmek için tüm güçlerini ve olanaklarını seferber ederler.
Sezar döneminde “pax-Roma”yı (“Roma Barışı”) kuran da, Mekke’yi feth eden de, İstanbul’un fethini sağlayan da, silahlı güçler, yani ordular olmuştur. İngiltere’de Cromwell’in ordusu, Fransız devriminde devrimci ordu, burjuvazinin egemenliğini sağlayan silahlı güç olmuştur.
Kendi “resmi” tarihine göre, “Türk ordusu”, “Büyük Hun İmparatoru Mete Han’ın tahta çıkış tarihi olan M.Ö. 209 yılı”nda kurulmuştur. Buna göre, “Türk ordusu”, 2220 yıllık “şerefli” bir tarihe sahiptir. Bu iki bin yılda “Türk toplumu” üç büyük toplumsal sistemi yaşamıştır: Köleci toplum, feodal toplum ve (emperyalizme bağımlı) kapitalist toplum. Bu toplumsal dönüşümlere rağmen “Türk ordusu” varlığını sürdürmüş ve her dönemin egemen sınıfıyla “uyum” içinde “asli görevi”ni yerine getirmiştir. “Türk ordusu”, tarih boyunca baskı aygıtının (devletin) askeri gücü olarak varlığını sürdürmüştür.
“Resmi” tarihe göre bu iki bin yıllık silahlı güç, ordu, tarihin değişik zamanlarında farklı çıkarların temsilcileri olarak kendi içinde bölünmüştür. “Birlik ve bütünlüğü”, “emir-komuta zincirine bağlılığı” ve “üstün disiplini” ne kadar yüceltilirse yüceltilsin, “Türk ordusu”, bu bölünme dönemlerinde pek çok askeri başkaldırıya, isyana sahne olmuştur. “Resmi tarih”in bile “gerici ayaklanmalar” olarak ilan ettiği “Yeniçeri İsyanları” (“kazan kaldırma”) bunun tipik bir örneğidir.
1826’da Sultan II. Mahmut “Han” tarafından
Asakir-i Mansure-i Muhammediyye’ye (“
Muhammed’in Yardımıyla Galip Gelen Ordu”) dönüşen “Türk ordusu”nun “kurulu düzen”e karşı (Abdülhamit “Han”a karşı) ilk ve son başkaldırısı ise, Resneli Niyazi ve ardından Binbaşı Enver’in Temmuz 1908’de Makedonya dağlarına çıkmalarıdır. Yaklaşık 200 kişiyle başlayan başkaldırı, Abdülhamit “Han”ı II. Meşrutiyeti ilan etmeye zorlamıştır. Bu başkaldırının en önemli özelliği, “Jön Türkler”in, “genç subaylar”ın “emir-komuta zinciri”nin
dışında ve
ona rağmen hareket etmeleridir.
İttihat-Terakki döneminde
Asakir-i Mansure-i Muhammediyye “milli ordu”ya dönüştürülmüştür. İşte bu “milli ordu”nun ilk ve son büyük başkaldırısı ise, “yedi düvele karşı” Anadolu’nun kurtuluşu için yürütülen “İstiklal Harbi”dir. Padişaha rağmen padişahlığı korumak ve Anadolu’yu yabancı orduların işgalinden kurtarmak amacıyla yürütülen “İstiklal Harbi”, aynı zamanda “milli ordu”nun “cumhuriyet ordusu” haline dönüşümünü getirmiştir.
1923’de Cumhuriyet’in ilanından sonra “cumhuriyet ordusu”nun “mevcut iktidara” karşı ilk büyük başkaldırısı, 1960 yılında gerçekleştirilen “27 Mayıs İhtilâli”dir. “27 Mayıs İhtilâli”, “genç subaylar”ın ordunun “emir-komuta zinciri”nin dışında ve ona rağmen 1908 yılında Mekadonya dağlarında başlattıkları başkaldırının ikinci versiyonudur.
22 Şubat 1962’de (ve ardından 21 Mayıs 1963’te) Kara Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir ve Binbaşı Fethi Gürcan yönetiminde Kara Harp Okulu öğrencileri, “genel gidişata” ve “ordu içindeki tasfiyelere” karşı “ihtilâl” girişiminde bulunmuşlardır. Bu olay, “genç subaylar” arasında “İttihatçı geleneğin” ne kadar etkin ve yaygın olduğunu bir kez daha göstermiştir.
“Genç subaylar”ın başkaldırılarının 4. versiyonu ise, 9 Mart 1971’de “akim” kalmış ve emperyalizm ile yerli egemen sınıfların 12 Mart darbesi gerçekleşmiştir. Böylece “Türk ordusu”nda yeni bir dönem, “emir-komuta zinciri”
içinde askeri darbeler dönemi başlamıştır.
“12 Mart darbesi ile birlikte, ülkedeki sınıflar kombinezonunda tam bir değişiklik olmuştur. Ülkedeki devrimci-milliyetçilerle oligarşi arasındaki nispi denge bozulmuş, devletin bütün kurumlarına oligarşi tam anlamı ile hakim olmuştur.
Kökenini Osmanlı devletinden ve yirmi beş yıllık Cumhuriyet dönemi küçük-burjuva yönetiminden alan Türk ordusunun küçük-burjuva devrimci geleneği artık son bulmuş, ordu doğrudan emperyalizmin ve oligarşinin sömürgeci politikasının aleti olmuştur.” (Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III.)
12 Mart darbesi, “Türk ordusu” içindeki “aşağıdan yukarı” başkaldırı geleneğinin de sonu olmuştur. Artık ordu, “emir-komuta zinciri” içinde, eski Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in sözüyle, “tak deyince şak diye yapan” ordu haline gelmiştir.
Bu durumun ortaya çıkmasında Amerikan emperyalizminin doğrudan ya da NATO aracılığıyla ordu içinde yürüttüğü sistemli çalışma etkin olmuştur. Bu sistemli çalışma ve 12 Mart’tan itibaren yürütülen tasfiyeler sonucu “tak deyince şak diye yapan” bir komuta zinciri ortaya çıkartılmıştır. Bu tarihten itibaren “Türk ordusu”nun “devrimci-milliyetçiler” (günümüzün söylemiyle “ulusalcı”) geleneğinden söz etmek artık mümkün değildir. “Emir-komuta zinciri”nin dışında, “aşağıdan yukarı darbeler” dönemi ve geleneği sona ermiştir.
Her ne kadar “devrimci-milliyetçi” gelenek sona ermiş ve “devrimci-milliyetçi”ler ordu içinden tasfiye edilmişse de, “Türk ordusu”nun bazı “hasletleri” tam olarak yok edilememiştir. Bunların başında, “yurtta sulh, cihanda sulh” vecizesinde ifadesini bulan ve tümüyle Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki Balkan ve I. Dünya Savaşı ile Kore Savaşı deneyimlerinden çıkartılmış olan, yabancı ülkelerle yabancı ülkelerdeki askeri müdahalelere katılmama “hasleti” gelir. (Unutulmamalıdır ki, orduların “hasletleri”, her zaman bir sınıfın ya da kesimin çıkarlarına denk düşer.)
1991’de Amerikan emperyalizminin Irak saldırısına katılarak “bir koyup üç almayı” hesaplayan T. Özal’a karşı “emir-komuta zinciri” içinde gerçekleştirilen “karşı çıkış”, “Türk ordusu”nun I. Körfez Savaşı’na katılmasını önlemiştir. Benzer bir gelişme, Mart 2003’de Amerikan emperyalizminin Irak işgaline katılma konusunda ortaya çıkmıştır. Tek farkla ki, birincisinde “emir-komuta zinciri” bir bütün olarak hareket ederken, ikincisinde “emir-komuta zinciri”nde ayrışma ortaya çıkmış, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök ve “ekibine” rağmen Irak’ın askeri işgaline katılınması önlenmiştir.
[2*] Ama bu da, “Türk ordusu”nun “emir-komuta zinciri”yle bazı olaylara “müdahale” etme “geleneği”nin sonu olmuştur.
“Türk ordusu”nun “emir-komuta zinciri” içinde I. Körfez Savaşı’na katılmasının engellenmesiyle birlikte “emir-komuta zinciri”nin yeniden “dizayn” edilmesi yönünde çalışmalar başlatılmıştır. 2003 yılına gelindiğinde, Genelkurmay Karargahı ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki yeni “emir-komuta” yapısı belli ölçülerde oluşturulmuşsa da, Amerikan emperyalizminin istediği düzeyde gerçekleşmemiştir. Bunun üzerine 2003 yılındaki YAŞ (Yüksek Askeri Şura) toplantısında “neo-ulusalcı” generaller belli ölçülerde tasfiye edilmiş ve daha sonraki yıllarda bu tasfiyeler sürmüştür. (Parantez içinde belirtelim ki, “Balyoz Darbe Planı”, 5-7 Mart 2003’te I. Ordu Karargahı’nda gerçekleştirilen “Plan Semineri”ne dayandırılmaktadır. Tezkerenin TBMM’de reddedildiği tarih 1 Mart 2003 ve ABD’nin Irak işgalinin başlangıç tarihi de 19 Mart 2003’tür.)
Olağan YAŞ kararlarıyla yürütülen tasfiyelerin yeterli “sonucu” vermediği ve süreci uzattığı görüldüğü andan itibaren, “Türk ordusu”nun “emir-komuta zinciri” Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla yeniden “dizayn” edilmeye başlanmıştır.
Bugün olayları izleyen herkesin ortak kanısı, “Türk ordusu”na yönelik bu tasfiye ve “dizayn” çalışmalarının arka planında Amerikan emperyalizminin bulunduğudur. AKP’nin “cüreti” de buradan kaynaklanmaktadır.
Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu’nun yeniden “dizayn” edilmesine yöneldiği bir süreçte “Türk ordusu”nun son “haslet”lerini de ortadan kaldırmaya karar vermiştir. Artık Amerikan emperyalizmi “tak deyince şak diye yapan” bir “Türk ordusu” istemektedir. Bunu gerçekleştirmek için de, “medya” aracılığıyla yoğun bir “psikolojik savaş” yürütülmekte, “emir-komuta zinciri” alabildiğine “itibarsızlaştırılmakta” ve aşağılanmaktadır. Son YAŞ öncesinde ortaya çıkan gelişmeler (“emir-komuta zinciri”nin en üst halkasının toptan “istifa” etmesi) tasfiye sürecinin sonuna gelindiğini göstermektedir. Bundan sonraki süreç, “Türk ordusu”nun Ortadoğu bölgesinde (ilk planda Suriye’de) “aktif” görev alması sürecidir. Buna ilişkin olası tüm engeller ortadan kaldırılmış görünmektedir.
Burada siyasal olayları yakından izleyen ve “Türk ordusu”ndaki tasfiyelerin AKP’yi güçlendireceğinden “kaygı ve korku” duyan (özellikle “ulusalcı”) aydınlar, “Türk ordusu”nun “emir-komuta zinciri”nin böylesine aşağılanmalarla, itibarsızlaştırmalarla yeniden biçimlendirilmesi karşısında neden “başka türlü” tepki göstermediğini anlayamamaktadırlar. Bu “anlayamama”nın temelinde, 12 Mart darbesinden sonra “Türk ordusu”nun iç savaş ordusuna dönüştürülmesinin anlaşılmaması yatmaktadır.
Kesinkes 12 Mart darbesinden sonra “Türk ordusu”, emperyalizm ve yerli egemen sınıfların doğrudan baskı gücü olarak biçimlendirilmiştir. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağıtılması sonucu Amerikan emperyalizmi için “komünizm tehlikesi”nin ortadan kalkmasıyla birlikte, “Türk ordusu”nun “iç savaş ordusu” olma özelliği yeterli olmaktan çıkmıştır. “Büyük” ya da “Genişletilmiş Ortadoğu” söylemleriyle Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki Baas rejimlerini tasfiye etmeye yönelmesi, “Türk ordusu”nun “iç savaş ordusu” olmanın yanında ve dışında “dış savaş ordusu” olmasını gerektirmiştir.
Emperyalizmin Libya müdahalesinde Türkiye’ye “aktif” görev verilmesine rağmen, “Türk ordusu” bunun gereğini tam olarak yapamamıştır. Şimdi sırada Suriye ve İran bulunmaktadır. Özellikle Suriye konusunda “Türk ordusu”nun “aktif ve etkin” bir rol üstlenmesi aşamasına gelinmiştir. “Şanlı ordu”, “tak deyince şak diye yapacak”tır. Böylece “şanlı zaferlere” imzasını atarak, “tarihteki şanlı ve şerefli yerini” yeniden alacaktır! Yaşanılan tasfiye sürecindeki aşağılamalar ve itibarsızlaştırmalar da böylece aşılmış olacaktır.
Bunlara rağmen, “Türk ordusu”nun böylesine aşağılanmasına ve itibarsızlaştırılmasına, Suriye’ye karşı bir müdahale gücü olarak kullanılmasına karşı olanlar “zinde güçler”in bu durum karşısındaki “sessiz”liğini yine de anlayamıyorlarsa tek bir şeyi bilmelidirler: Bugün “Türk ordusu”nun, sözde “laik ve ulusalcı” ordunun,
Amerikan emperyalizminin desteği ve talimatı olmaksızın “emir-komuta zinciri” içinde bir şeylere “müdahil” olması olanaksızdır. “Bir şeyler yapmak” durumunda olduğu varsayılan “genç subaylar”ın, 1908’de Resneli Niyazi ile Binbaşı Enver’in yaptığı gibi dağa çıkarak başkaldırmaktan başka seçenekleri yoktur. Eğer bu seçenekten hiç söz edilmiyorsa, bunun bir nedeni bu “gelenek”in ortadan kaldırılmış olmasıysa, diğer nedeni hiç birinin Resneli Niyazi olmak istememesidir.
Geriye kalan tek seçenek, Amerikan emperyalizminin hizmetinde Asakir-i Mansure-i Muhammediyye’nin askeri olmaktır.
Dipnotlar
[1*] Eğer olağan olmayan dönem, devrim ve karşı-devrim dönemiyse, saflar çok daha belirgindir. Devrim güçlerinin ilkeleri ve kuralları vardır. Kimin kim olduğu, kimin kime karşı olduğu ve ne yaptığı bu ilke ve kurallar tarafından belirlenmiştir. Böylesi dönemlerde saflar keskinleştiğinden (“kutuplaşma”) belirsizlikler azalır, çatışan güçler açısından net bir tablo ortaya konulabilir.
[2*] Irak işgaline “Türk ordusu”nun katılmamasının “yasal” gerekçesi tezkerenin TBMM’den geçmemesidir. Ancak P. Wolfowitz’in (W. Bush döneminde Savunma Bakan Yardımcısı ve 2005-2007 arasında Dünya Bankası Başkanı) açık biçimde ifade ettiği gibi, tezkerenin TBMM’den geçmemesinde “Türk ordusu” birinci dereceden sorumlu tutulmuştur.