KURTULUŞ CEPHESİ - Kasım-Aralık 1995
Toplumsal Yozlaşmanın Son Halkası :
Siyasal Propagandalar
"Tüm toplum, hemen her düzeyde değerlerini yitirmiş, her türlü toplumsal ilişki parasal ilişkiye ve çıkar ilişkisine dönüştürülmüştür. Bireysel ailelerin üyelerini de içine alan bu çürümüşlük, her türlü toplumsal faaliyetin en önemli engeli durumuna gelmiştir. Öyle ki, askeri yönetim tarafından politikadan yasaklanmış düzen politikacılarının yasaklarının kaldırılmasından sonra bile, insanlar bir araya gelemeyecek kadar birbirleriyle çıkar çatışması içinde olmayı sürdürmüşlerdir. Sözün özü, tüm toplum birbirine güvenmeyen bireysel ilişkiler alanı haline dönüşmüştür.
İşte bu toplumsal güvensizlik, çürümüşlük, yozlaşma, bir yandan tüketime yönelik us dışı yaşam istemleriyle hertürlü ahlâki değerlerin etkisizleşmesine neden olurken, diğer yandan lümpen-arabesk kültürün yaygınlaşmasına neden olmuştur." [1*]
Kurtuluş Cephesi'nin önceki sayısında, 12 Eylül sonrasındaki toplumsal yapının geldiği düzey böyle tanımlanıyordu. Bu gerçekler, seçim ortamına girilmesiyle birlikte daha da belirginleşmiştir. Özellikle seçim kararının alındığı ilk günlerde partiler arasında başlayan "ittifak" arayışları, hemen hemen toplumsal yapıdaki tüm çürümüşlüğün, ahlâksızlığın bir aynası haline gelmiştir. Partiler arasındaki görüşmelerde, kimin kimle neden ve niçin "ittifak" yapacağından çok, kime kaç milletvekili verileceği üzerinde yoğunlaşması, bu durumun açık görünümü olmuştur. Bu ilişkiler, öylesi bir düzeye ulaşmıştır ki, hemen hemen "ittifak" ilişkisine giren partilerin kendilerini bile rahatsız eder hale gelmiştir. Her "ittifak" görüşmelerinde, konunun sürekli olarak "kaç milletvekili alabilirim" üzerinde yapılıyor olmasının, giderek düzen partilerinin kendi programlarını bir yana bırakmalarını ve yıllardır sürdürdükleri propagandalarına aykırı bir konuma gelmelerini ortaya çıkarması, bu "rahatsızlığın" temelini oluşturmuştur.
Bu genel görünüm, giderek "ittifak" ilişkilerinin yavaşlamasına ve görüntüde yapılamaz hale gelmesine yol açmıştır. Faşist MHP'nin DYP ittifakından "vazgeçmesi"; Boyner'in YDH'nin ANAP ittifakını gerçekleştirememesi, ortaya çıkan görünümün "seçmenlere anlatılamaz" boyuta ulaşmasının önemli ölçüde bir sonucu olmuştur.
Ancak burada önemli bir yanılsamadan da uzak durmak gereklidir. Yukarda sözünü etmiş olduğumuz "ittifak" arayışları ve bağlantıları, kesinkes ortaya çıkan görünümle ilgili değildir ve görünümün kendisi bu bağlantıların sona erdirilmesinin nedeni olmamıştır. Burada sözkonusu olan, düzen partilerinin "ittifak" ilişkilerinin kamuoyuna yansıyış tarzı ve bunun kitleler üzerinde yarattığı olumsuzluklar olduğu anlamda, ilişkilerin "kapalı kapılar ardında" sürdürülmesine neden olması söz konusudur. Bugün, sözünü etmiş olduğumuz "ittifak" ilişkileri sona ermiş değildir. Sadece kamuoyunun önünde sürdürülmesinin yaratmış olduğu sonuçlar karşısında üstünün kapatılması sözkonusudur. Tüm düzen partileri -ki bunlara kendilerine "sol" diyen legalistler ve oportünistler de dahildir-, 1980 sonrasındaki toplumsal ilişkilerde ortaya çıkan yozlaşma, çürüme vb. olguların herşeyin alenen yapılabileceği ve kitlelerden herhangi bir tepki gelmeyeceği düşüncesiyle hareket etmişlerdir. Daha önceki dönemlerde kitlelerin bu türden yozlaşma, çürüme, çıkar ilişkilerine karşı açık bir tepki vermemiş olması (örneğin Özalların yolsuzluklarından, Civan olayına kadar), seçim ortamında oy kullanmak durumunda olan "sessiz çoğunluğun" tepki vermeyeceği anlamına gelmediğini anlamaları bir süre aldı. Oysa ki, yapmak durumunda oldukları "ittifaklar", kendilerinin yapmak zorunda oldukları "ittifaklar" durumundaydı. Özellikle oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların kendi içlerindeki bölünmüşlükleri ve parçalanmaları kaçınılmaz olarak siyasal ilişkiler alanına yansımak durumundaydı. Gümrük Birliği'ne girilmesinin daha belirgin hale gelmesiyle birlikte, bu kesimlerin bir bütün olarak etkilenmelerinin ortaya çıkması, aynı kaçınılmazlık içinde, kendi aralarında belli bir "birliğe" gitmelerini zorunlu kılıyordu. Düzen partileri arasında görülen tüm "ittifak" ilişkileri ve transferler, bu zorunluluğun bir ifadesiydi.
Düzen partileri arasındaki "ittifak" ilişkileri ve transferlerin, oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların parçalanmışlıkları koşullarında ne denli zorunlu hale gelmişse de, kitlelere bu parçalanmışlığın siyasal partiler düzeyindeki yansılarını ortadan kaldırmak o denli kolay olamazdı. İşte ortaya çıkan tablo, bu ikisi arasındaki çelişkinin yaratmış olduğu bir karmaşa ve keşmekeş içersinde sürüp gitti.
Biz, burada, siyasal ilişkiler alanındaki çıkar ilişkileri ile, yani ekonomik temelleri ile bağlantılarını ortaya koymaktan ziyade, bu ilişkilere yansıyan toplumsal yozlaşma, çürüme ve bozulmanın düzeylerini ve bunun politik alandaki oluşumunu ele alacağız.
Toplumsal ilişkilerin 12 Eylül sonrasında ortaya çıkan genel durumu, hemen her alanda görülen yozlaşma, çürüme ve bozulma olarak belirginleşirken, genel söylemde "toplumsal ahlâk bozukluğu" olarak ifade edilmektedir. Refah Partisi'nin söyleminde, bu durum "manevi değerlerin bozulması" olarak ifade edilmektedir. Devrimci söylemde, bunun ifadesi, "her türlü ilkeden yoksunluk"tur.
Hangi söylemde ele alınırsa alınsan, toplumsal ilişkiler alanındaki mevcut durum, bireysel çıkar ilişkilerinin herşeyin önünde tutulduğu ve bunun sonucu olarak bireyselliğin yüceltildiği, bireyler arasındaki ilişkilerde büyük bir "güven" bunalımının yaşanıldığı bir toplumsal ilişkiyi oluşturmaktadır. Sıradan ve küçük çıkar ilişkilerinin, her türden toplumsal ve insani ilişkiyle yer değiştirebildiği, geleneksel "aile, arkadaşlık, dostluk" ilişkilerinin, çıkar ilişkileri ile belirlendiği ve çıkarların değişimine bağlı olarak sürekli değiştiği bu koşullarda, siyasal partiler alanındaki ilişkiler de aynı şekilde olmaktadır. Bu açıdan, siyasal ilişkiler alanındaki görüngüler, aynı zamanda toplumsal yapıdaki bozulmanın görüngüleri durumundadır. Ve her siyasal çevre, bu ilişkiler içersindeki konumuna göre ilişkiler geliştirmektedir.
Ama söz konusu olan seçimler olduğunda, siyasal yönetimde etkin olma ya da siyasal yönetimde bulunma sorunu gündeme gelmektedir. Bu da, kaçınılmaz olarak, her siyasal çevrenin, çıkarlarını temsil ettiği tüm çevreleri birleştirme ve bu çevrelerin sayısını artırma yönündeki hareketini öne çıkarmaktadır. Mevcut düzen partilerinin, gerçek gerçeklikte temsil ettikleri çıkar çevreleri yanında, daha farklı ve hatta kendi temsil ettiği sınıf ya da tabakalarla çıkar çatışması içinde olan kesimleri yanına çekmeye çalışması, doğrudan siyasal yönetimin "temsili demokrasi" görünümü altında sürdürülmesi olarak gündeme gelmektedir. Seçimlerde elde edilecek her oy ve milletvekilliği, çıkarların temsilinde özel bir yere sahip olduğu açıktır. Ama bu amaca ulaşmak için, her siyasal partinin, kitleler karşısındaki propagandaları farklı olmaktadır.
Bugünkü koşullar içersinde, üç tür propaganda öne çıkmaktadır.
Birinci propaganda türü, 1980 sonrasında, dünyada ve ülkemizde tüm propaganda araçlarıyla işlenilen "yeni dünya düzeni" temasına dayalı propagandadır. Bu propagandanın, en temel unsuru, 15 yıl boyunca tüm basın ve yayın araçlarıyla sürekli olarak işlenilmiş ve yansıtılmış hazır bir temele dayanıyor olmasıdır. Bu nedenle, bu propaganda, mevcut toplumsal yapı ve ilişkilerin üzerinde yükselen ve onu olduğu gibi koruma ve geliştirme iddiasını işleyen bir söyleme sahiptir. Bir başka deyişle, mevcut toplumsal bunalımın yaratmış olduğu tüm yozlaşma, bozulma, çürüme üzerinde yükselmekte ve bu ilişkiler içersinde bulunan toplumsal kesimleri hedeflemektedir. Ülkemizdeki ifadelerle, "Özal'ın çizdiği yolda ilerlemek" ya da "Özal'ın takipçisi olmak", bu kesimlerin sıkça dile getirdikleri sözlerdir. Örneğin, ANAP'tan aday olacağını açıklayan Korkut Özal'ın, Mesut Yılmaz'la yaptığı "uzun" görüşmeden sonraki açıklamasında, "M. Yılmaz'ın Özal'ın izinden gitmek isteyen bir politikacı olduğunu" söylerken, bu durumu ifade etmektedir. Yine aynı şekilde bir dönemin Özalcılarının DYP'den aday olduklarında "T. Çiller, Özalın politikalarını sürdürmek istiyor, onun perspektiflerini savunuyor" türünden açıklamaları, aynı propagandanın ürünleri durumundadır.
İkinci propaganda türü ise, doğrudan Refah Partisi tarafından sürdürülen, mevcut toplumsal ilişkilerden rahatsız olan ve buna belli oranlarda tepki duyan kitlelere yönelik propaganda tarzıdır. Bu propagandanın temeli, toplumsal ilişkilerin 1980 sonrasındaki tüm bozulmuşluğunu sergileyerek, buna karşı oluşan tepkiyi kendisine kanalize etmek şeklindedir. Ancak bu kesimlerin propagandası, sadece toplumsal bozulma, çürüme vb.'ne karşı tepki duyanlara yönelik olmayıp, bu ilişkiler içersinde bulunan, ama bundan belli oranda rahatsızlık duyan kesimleri de hedeflemektedir. Doğrudan islamiyetin "günahkârlar"a karşı tutumu ile özdeşleştirilen bu propaganda, bir yandan "ehli müslümanları", yani toplumsal çürümüşlük karşısında tepki duyan ve bu ilişkilerden etkilenen kesimlere hitap ederken; diğer yandan, "günahkârlar"a, "tövbekâr" olma yolları göstermektedir. Bu yönüyle, Refah Partisi, Hacca giderek "tüm günahlarından arınma"ya benzer bir yolu, kendi partisine gelerek ya da oy vererek sağlanabileceği mesajını vermektedir. Böylece, Refah Partisi, kitlelerin karşısına "ahlâklıların partisi" görünümü ile çıkmakta ve "ahlâklı olmak isteyenlerin partisi" olarak daha geniş kesimlere yönelmektedir. Benzer bir propaganda Ecevit tarafından sürdürülmektedir. Ecevit, sürekli olarak "dürüst politikacı" tipi çizerek, Refah Partisine benzer bir yol izlemektedir. Aralarındaki tek fark, birisinin dinsel motivleri kullanması, diğerinin ise toplumsal ve milliyetçi motivleri kullanmasıdır.
Üçüncü tür propaganda ise, CHP'de ifadesini bulan türdür. Bu propaganda, yukarda sözünü etmiş olduğumuz iki tür propagandanın bir "melez tipi" olarak ortaya çıkmaktadır. Bugün Baykal'ın şahsında ve ilişkilerinde belirginleşen bu propaganda tarzı, bir yandan 1980 sonrasında topluma egemen olan yozlaşmanın yaratmış olduğu ilişkilere seslenirken, diğer yandan bu toplumsal ilişkilere karşı tepki duyan (ki önemli kesimi eski dönemin CHP kitlesidir) kesimlere seslenmektedir. D. Baykal'ın dışişleri bakanlığı görevini üstlenerek "Gümrük Birliği görüşmelerini" sürdürme yönündeki "çabaları", birinci kesime yöneliktir. 1980 sonrasının "yükselen değerlerinin" savunucusu görünümü altında yapılan bu propaganda, diğer yandan 1980 öncesinin "değerlerinin" savunuculuğu ile birleştirilmeye çalışılmaktadır. Baykal'ın Genel Başkanlığa seçildiği kurultay öncesi ve kurultay sırasında sergilediği tavırlar ve söylem, işte bu ikinci kesime yöneliktir. Ancak herkesin de bildiği gibi, bu propaganda sonucunda "ne İsa'ya, ne Musa'ya yaranmak" mümkün olmamaktadır.
Bu üç tür propagandanın gösterdiği gerçek ise, ülkemizdeki toplumsal bunalımın ulaşmış olduğu düzeydir.
DYP ve ANAP, 1980 sonrasında ortaya çıkan ilişkiler içersinde (ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel vb.) ve bu ilişkileri temel alarak, bu ilişkilerin koruyucu ve kollayıcısı olduklarını sergilemektedirler. Bu açıdan, 1980 sonrasında kendilerine yeni çıkar alanları yaratmış kesimlerin çıkarlarının koruyucusu olacakları güvencesini vererek oy almaya çalışmaktadırlar. Bir başka deyişle, bu partiler, 1980 sonrasında kendilerine yeni bir yaşam ve ilişki alanı oluşturmuş kesimlerin kitlesel desteği ile seçimlerden başarılı çıkmak istemektedirler. Bu açıdan, genel söylemde, neo-liberal söylemi sürdürmektedirler. 12 Eylül sonrasında uygulanan ekonomik, sosyal ve siyasal politikalarla oluşturulmuş ilişki ve yaşam tarzını sürdüren kesimler, hangi siyasal görüş ya da parti içinde bulunurlarsa bulunsunlar, kolaylıkla "saf" değiştirebilmektedirler. Son haftalarda CHP'den DYP'ye geçen milletvekillerine bakılacak olursa, bu durum kolayca anlaşılabilir. Örneğin, Kamer Genç, Önay Alpago gibi.
Bir bakıma, 12 Eylül sonrasında kendi bireysel yaşamlarını her türlü ilişkinin üstünde gören kesimler, seçim ortamında "saf" değiştirmekte hiç tereddüt etmemişlerdir. Bu açıdan, DYP ve ANAP, mevcut durumun koruyucusu "imajı" ile, 12 Eylül sonrasının tüm "ahlâksızlarının birliğini" hedeflemektedir. Günlük dille söylersek, bu partiler, "ahlâksızlığı bir ahlâk haline getirmek" ve böylece tüm toplumu "ahlâksızlığın ahlâkı" içinde şekillendirmek istemektedirler. Böylece, bir yandan bu durumda olan kesimler için bir "güvence" sağlanırken, diğer yandan aynı durumda olmak isteyen kesimler için bir "çıkış" yeri olmaktadırlar. Yapılan kamuoyu yoklamaları, bu iki kesimin seçmen kitlesi içinde % 25'lik bir oy potansiyeline sahip olduğunu ilan etmektedirler.
Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, bu ilişkiler içersinde Refah Partisi, "eskimiş değerlerin" (DYP vb. ifadesiyle) savunucusu olarak ortaya çıkmaktadır. Kendi söylemi ile, "manevi değerlerin" savunucusu olarak kendini tanıtan Refah Partisi, 1980 sonrasındaki ekonomik politikalar sonucu zor duruma düşen küçük sermaye kesimlerininin istemlerini de ifade etmiş olmaktadır. Bir başka deyişle, kapitalist gelişmeden etkilenen ve sürekli olarak mülksüzleşen eski mülk sahiplerinin sözcülüğünü yaparken, aynı zamanda Gümrük Birliği gibi anlaşmalardan zarar görecek kesimlerin sözcülüğünü de yapmaktadır. Böylece Refah Partisi, "ne kadar günahkar olursan ol, bize gel, günahlarından arın" mesajını verirken, "günahsızları" da kendi etrafında toplamak durumundadır. Bir başka ifadeyle, Refah Partisi, çıkarlarını temsil ettiği kesimlere uygun düşen bir propagandayı sürdürürken, aynı zamanda, toplumdaki çürümüşlükten, yozlaşmadan rahatsız olan kesimleri ve bu durum içinde yaşayan, ama bu durumdan çıkmak isteyen kesimleri de kendi bünyesine toplamayı hedeflemektedir.
Tüm bu ilişkiler içersinde, çok daha dikkatle izlenilmesi gereken kesim ise faşistler olmaktadır. MHP'nin 1980 sonrasında izlediği propaganda yöntemi, yukarda ortaya koyduğumuz propagandaların dayandığı toplumsal ilişkileri esas almaktadır. Ancak, diğerlerinden farklı olarak, propagandasında "kadrosal çalışmayı" öne çıkarmaktadır. DYP-SHP koalisyonlarına ilişkin "destek" tavrını, genellikle "ülkenin çıkarları gereği" olarak kamuoyuna açıklarken, Kürt ulusal hareketine karşı faşist-milliyetçi söylemi yükselterek sürdürebilmektedir. "Yükselen değerler"in yanında yer almasına karşın, bunlara ilişkin her türlü tepkiyi DYP ve ANAP'a yönlendirilmesinde "sessiz" kalmayı tercih etmektedir. "Gereğinden fazla ve gerekmediğinde" konuşmayan Türkeş "imajı" ile, tüm propagandaları kendi lehine dönüştürmeye çalışmaktadır. DYP ile girdiği ilişkilerle mevcut toplumsal ilişkiler içindeki kesimlere "şirin" gözükürken, "milliyetçi ve muhafazakâr" söylemi ile RP kitlesine "şirin" gözükmektedir. 12 Eylül öncesinde küçük-burjuva aydınlarının maruz kaldıkları faşist milis saldırıların korkusu ile Türkeş'in "ılımlı" davranışlarına verdikleri destek de, daha geniş kesimler üzerinde etkili olmasını sağlamaktadır. Futbol maçları sonrasında yapılan gösteriler, "şehit askerlerin cenaze törenlerinde" atılan sloganlar, faşistlerin "evcilleşmediği"ni göstermek için de kullanılırken, çeşitli üniversitelerde gençliğe yönelik saldırılarla kendi militan kadrosunu sürekli hareket içinde tutabilmektedir.
MHP'ye ilişkin olarak buraya kadar söylediklerimiz, faşist bir örgütlenmenin sürekli propaganda ve demagojisinin somut koşullardaki biçimlenişidir. Tüm düzen partilerinin kullandığı propaganda ve demagojiler, MHP için de geçerlidir. Bir başka deyişle, işsizlik, enflasyon vb. konularda, faşist propagandanın diğerlerinden genel olarak farkı yoktur. Ancak faşist propaganda, Dimitrov'un deyişiyle, "burjuva ideolojisinin en gerici türlerinden" birisidir. Bu boyutuyla, kitleleri kolaylıkla etkileyebileceği, ilk bakışta düşünülmemektedir. Tarihsel olayları ve olguları kendi propagandası için her açıdan kullanabilen faşistler, aynı zamanda normal insan mantığını zorlayacak kadar çıkarcıdır. Son dönemde MHP'nin, bizzat Türkeş'in ağzından Nazım Hikmet'ten dizeler söyleyebilmesi, bu faşist propaganda ve demagojinin neleri, ne kadar kullanabileceğinin de bir kanıtıdır. Yine faşistlerin anti-komünist propagandası ve demagojisi, hemen her düzeyde ortaya çıkan toplumsal, ekonomik ve siyasal olayların arkasında "gomonistler" olduğuna dayalı bir demagoji ile sürdürülür. Amaç, mevcut düzenine karşı gelişen tepkileri saptırmaktır. Bu özellikle, yerel ve tekil düzeylerdeki propagandalarda yoğun bir biçimde kullanılabilmektedir. Yazımızın konusu, günümüzde siyasal alanda kullanılan propaganda olduğu için, bu konuyu burada daha derinliğine ele almayacağız. Ancak faşist propagandanın ve faaliyetlerin bugünkü durumu, dikkatle izlenilmesi ve etkisizleştirilmesi gereken nitelikte olduğu hiç unutulmamalıdır.
Görüldüğü gibi, bugün ülkemizdeki tüm siyasal ilişkilerde, 1980 sonrasında ortaya çıkan ekonomik ve sosyal bunalım ve bu bunalımların yaratmış olduğu sonuçlar belirleyicidir. Doğal olarak, bu ilişkiler, ülkemiz soluna da yansımış ve 12 Eylül'ün üzerinden 15 yıl geçmesine rağmen alt edilemeyen sorunlar yaratmıştır.
Bu sorunların nasıl ortaya çıktığını ve bugün ne boyutta olduğunu, geçen sayıda yayınlanan "12 Eylül ve Toplumsal Bunalım" başlıklı yazıda işlendiği için, burada yinelemeyeceğiz. Burada üzerinde duracağımız, mevcut toplumsal ilişkiler üzerinde "sol" politika yaptığını iddia eden çevrelerin ve örgütlerin yaklaşımları olacaktır.
Yukarda ortaya koyduğumuz üç tür propaganda tarzında ifadesini bulan yaklaşımlar, neredeyse bire bir olarak "sol"da da ortaya çıkmıştır.
Bugün kendisini BSP içinde toplamış olan kesimler, DYP-ANAP çizgisinin soldaki uzantıları durumundadır. Eski DY'cilerin oluşturmaya yöneldikleri "Geleceği Birlikte Kuralım" mı, yoksa "geleceğimizi birlikte kurtaralım" mı olduğu belirsiz oluşumun BSP ile birleşme yönündeki hareketi ile daha da belirginlik kazanan bu benzeşlik, 12 Eylül sonrasında solda ortaya çıkan yozlaşma ve çürümenin bir yansısıdır.
Bilindiği gibi, 12 Eylül öncesi ile 12 Eylül sonrası, birbirinden tamamen farklı iki dünya oluşturmuştur. 1980 öncesinin etkin, yetkin ve de keskin devrimcileri, 1980 sonrasında "hidayete ermiş" lerdir. İster cezaevlerine girip çıkmış, isterse hiç girmemiş olsunlar, sol unsurların büyük bir kesimi, mevcut düzen içersinde erimeyi ve göze görünmemeyi genel yaşam tarzı haline getirmişlerdir. Bunlar içinde belli bir kesim, Özal'ın katkılarıyla (ve Cem Karaca olayıyla) kendilerine belli bir "geçim kapısı" bulmuşlardır. Önceleri tencere-tava pazarlamacılığı yaparak "yaşamlarını" sürdürenlerin bir bölümü, "pazarlamacıların pazarlayıcısı" olarak eski "örgütsel yöneticilik" kariyerlerini sürdürmüşlerdir. Yurtiçi Kargo gibi yeni iş alanları açanlardan, sigorta şirketlerinin "bölge temsilcisi" olanlara kadar bir dizi hizmet kendilerinin önüne konulmuştur. 1989'lara kadar bu alanlarda "pratik" yapan kesimler, 1989 yerel seçimlerinde SHP'nin başarılı çıkmasıyla, yerel yönetimlerde "uzmanlık" yapmaya başlamışlardır. 1991 Genel Seçimleri sonrasında SHP'nin DYP ile koalisyon kurarak hükümet olmasıyla, bu "uzmanlık"larını devlet alanında kullanmaya başlamışlardır. Özellikle 1980 öncesinin öğrencisi ve 1980 sonrasının diploma sahibi "solcuları" nın öncülüğünde yürütülen ilişkiler, "mühendislik büroları" aracılığıyla neo-liberalizmin yeni ideologlarını üretmiştir. Zaman zaman eski "yoldaşlarına", özellikle cezaevinden "yeni çıkmış yoldaşlarına" iş bulan bu kesimler, daha dün kendisinin "üstünde" olan ve "yönetici" kesimden olan unsurların "hamisi" olmuşlardır. Böylece "yol gösterici", "akıl verici" konumlar değişmiştir. SHP'li belediye başkanları ile kurdukları "yakın ilişkiler" sonucu, bir kısım devrimci unsura pazar alanlarında "tezgah" sahibi olmaları için kolaylıklar sağlamışlar ve böylece yeni tip "pazarcı esnafı" ortaya çıkarmışlardır. Ama "pazarcı", her zaman "pazarcı"dır. Belediye başkanları değişse bile, onların işleri değişmemektedir. Bunun sonucu olarak, siyasal alandaki değişimlere kolayca uyum sağlayabilen, "çıkarı" gereği "benimsemediği" partileri ve adayları destekleyen bir kitle haline getirilmişlerdir.
Şüphesiz bu ilişkiler içersinde, 1980 öncesinin "önde gelenleri" ayrıcalıklı bir konuma sahip olmuşlardır. Cezaevinden çıktıkları koşullarda, neredeyse bir eli balda, bir eli yağda yaşam içine girmişlerdir. 1980-91 arasında kendilerine belli bir zenginlik sağlamış "eski solcuların" himayesinde tüm "tabulara" meydan okumaya başlamışlardır. Tek tek bireysel planda izlendiğinde çok daha çarpıcı görüntülere ve iğrenç ilişkilere sahip olan bu durum, aynı zamanda ülkemizdeki mevcut toplumsal çürümüşlük, yozlaşmanın ifadesi olmuştur.
Kaçınılmaz olarak, böylesine bir ilişki içinde bulunan kesimler, kendilerini biraraya getirdikleri her yerde ve oluşumda, bireyselliği ve 1980 sonrasının çürümüşlüğünü yansıtmak durumundadırlar. Böylece BSP ortaya çıkmıştır. İçinde eski troçkistlerden başlayan, eski revizyonistlere kadar uzanan, her türden oportünisti barındıran bir "birleşik" yapı olmuşlardır. Ancak son gelişme, yani eski DY'cilerin "Geleceği Birlikte Kuralım"ıyla birleşmeye yönelmeleri, yapıdaki son "S"yi de ortadan kaldıracak noktaya gelmelerini sağlamıştır. Çok tipik olduğu için, bu nokta üzerinde biraz duralım.
Hemen herkesin bildiği gibi, 1980 sonrasındaki pasifikasyon ortamından sayısal olarak en çok etkilenen kesim DY olmuştur. Bu kesim içinde yer alan binlerce samimi unsurun 1980 sonrasında dağılmışlığı ve düzen içersinde erimişliği, aynı zamanda kitlelerin sola karşı duydukları güvensizlikte niceliksel olarak en önemli etkiyi yapmıştır. 1991 sonrasında kendilerinin örgütlenmesini bekleyen ve bunu gerekçe yaparak her türlü devrimci faaliyetin dışında kalan bu kesim, düzen içersinde her türden meslek grubunda yer almışlardır. Bu da, pekçok kesimin iştahını kabartan bir durum yaratmıştır. Hemen hemen tüm legalist sol kesimlerin örgütlemeye çalıştıkları kitle bunlar olmuştur. Ancak bu kesimlerin aradan geçen yılların getirdiği ilişki ve alışkanlıklarla devrimci bir mücadeleye uzak kalışları, aynı zamanda kendine "sol" diyen her kesimden de uzak durmalarını getirmiştir. İçerden çıkan "şefler" onların "kurtarıcısı" olacaktır. Ve çağrı ona göre yapılmıştır: "Geleceği birlikte kuralım". Bakın bunlardın birisi "geleceği" nasıl görüyor:
"Bence bu Türkiye solunda 'teori bataklığı' diye bir olgu var...
Biraz geçmişin ve günümüzün bu gerçeğinin bize saldığı korkuyla olacak, 'bulaşmayalım' dedik. Zaten bulaşmaya gerek yoktu ki: Türkiye'nin bugünkü sorunları (ihtiyaçları) ortaya konur. Bunlara doğru (temsil etmeye adaylığını ilan ettiğin menfaatler doğrultusunda ve gerçekçi) çözümler üretme çerçevesinde tartışmak ve ortak hedefler bulmak o kadar zor bir iş değil ki. Nasılsa ideolojik, maddi, sınıfsal vb. yumurta küfelerimiz yok, bizim dışımızdakiler gibi (teorik olarak böyle yani!)... Neyse, olmadı. 24 Eylül Mecidiyeköy toplantısında bilmem kaçıncı kez kanıtladığı gibi, 'ötün bakalam, ideolojik tutumunuz ne, geçmişle nasıl hesaplaşıyorsunuz, devrim, sosyalizm gibi konularda ne düşünüyorsunuz, neye emperyalizm lafı etmiyorsunuz, niye sosyalist kimliği atıyorsunuz?' gibi sorulardan kaçış yok. Bu, Türkiye için sahte sorun mudur bilmem ama, bizim solcuların gerçeği bu galiba. Bülent Forta'nın dediği gibi başka köy de yok (ulan var mı yoksa?.. Neyse...)" (abç) [2*]
İşte, geldikleri yer burasıdır. Ama şunu da belirtmek gerekiyor ki, bu sözlerin sahibi, yazının üstüne adını şöyle yazdırmış: Doç. Dr. Ahmet Çakmak. Sanırız, doçenti bu olanın, profesörünün ne olacağını uzun uzun düşünmek gerekmez.
Böylesine bir yozlaşma, çürüme içindeki "eski solcular"ın, adı ister "BSP" olsun, ister "GBK" olsun, sonuç olarak tüm hareketleri "menfaatler"e bağlıdır. Bu nedenle, DYP ve ANAP gibi, "ahlâksızların ahlâkı"nı genel ahlâk haline getirmek istemektedirler. Böylece hiç kimse onlardan hesap soramayacaktır!
Düzen ilişkileri içindeki durumun soldaki diğer yansısı ise, bu çürümüşlüğe, yozlaşmaya, namussuzluğa karşı duruş düzeyinde ortaya çıkmaktadır. Kendine devrimciyim diyen herkesin tutumu bu olmakla birlikte, üzerinde durmak istediğimiz bu durumdan yararlanmak isteyen kesimlerdir. Kendisini en açık bir biçimde yeni bileşimlerde dile getiren tutum, RP'nin tutumuyla benzeşlik taşımaktadır. Bu kavrayış, devrimci mücadeleyi ve devrimci örgütlenmeyi, bir çeşit "kâbe" durumunda kavramaktadır. Buna göre, "yüzbin kere tövbe etmiş olsanda" bu oluşuma gelmekte bir sakınca yoktur. Yeterki "tövbekâr" ol! Alevicilik yapan kesimlerde de egemen olan bu kavrayış, mevcut toplumsal yozlaşma, çürüme, bozulma ortamında "daha geniş kitleyi" toplamanın kavrayışı olarak "mantıki" gelmektedir.
Bu kavrayış, Alevicilik yapan kesimler açısından belli bir geçerliliğe sahip olabilirse de, devrimci mücadele açısından hiçbir işe yaramayacağı kesindir. Çünkü devrimci mücadele, kişilerin kendi geçmişlerinin getirdiği "günahlardan" arınma yeri değil, tüm geçmişin getirdiği pisliklerden toplumsal düzeni yıkarak kurtulma mücadelesidir. Bu nedenle, bireysel değil, kollektif bir mücadeledir. Ayrıca, devrimci mücadele, "günahkârların" yürüttüğü bir mücadele değildir. Devrimci ahlâk, sadece ülkemizde egemen olan ahlâksızlığın karşıtı değil, aynı zamanda tüm burjuva ve feodal ahlâki değerlerin karşıtıdır.
Solda görülen üçüncü tür tutum ise, TDKP'de simgeleşen Baykal'ın CHP'sinin tutumuna benzeş olan tutumdur.
Buraya kadar ortaya koyduğumuz, düzen partileri ve kendisine "sol" diyen ya da "sol" görünüm veren çevrelerin propagandalarının gösterdiği gerçek, hiçbir ilke ve kuralın geçerli olmamasıdır. Cindoruk ve çevresinin sözlerinde ifadesini bulan "DYP misyon partisi olmaktan çıkmıştır" türünden değerlendirmeler, mevcut siyasal propagandaın "amaçsız"lığını ifade etmektedir. Genel olarak "pragmatizm" olarak tanımlanan kavrayış, siyasal propaganda alanında bu boyutta yayılması, toplumsal yozlaşmanın, çürümüşlüğün bir ifadesidir. Bu siyasal propaganda da, Den Sio Ping' in "kedinin görevi fare tutmaktır, fare tuttuğu sürece, renginin önemi yoktur" sözlerinde ifade edildiği gibi, ne söylenildiği değil, işe yarayıp yaramadığı herşeyin üstünde tutulmaktadır.
Bu düzeyde en yaygın propagandalardan birisi de PKK bağlamında Kürt halkına yönelik olarak yapılmaktadır. PKK yayınları ve söylemlerine biraz bakıldığında bu propagandanın çok basit gelebilen unsurlara dayandığını herkes görebilir. Örneğin, feodal ve aşiret ilişkilerinin egemenliğini esas alarak, bu ilişkilerin yaratmış olduğu kavrayış ve ahlâk değerleri sürekli propaganda da işlenebilmektedir. Özellikle A. Öcalan'ın sözlerinde ifade edildiği gibi, tüm halk ve bireyler sürekli aşağılanmakta ve buna bağlı olarak bu aşağılanmaktan kurtulmak için kendi saflarına katılmaları söylenebilmektedir. Bu sayımızda da görüleceği gibi, hemen hemen her sözcük, kavram insanların beyinlerinde nasıl şekilleniyor olursa olsun, her düzeyde bir ya da ayrı anlamlarda kullanmaya dayalı bir propaganda, doğrudan Marksizm-Leninizmin Kürt halkı arasında etkili olamaması için kullanılabilmektedir. Ne olduğu bilinemez ve tanımlanamaz bir söz olarak ortaya çıkan "insanlık cumhuriyeti" gibisinden bir sözün bile, ne denli demagojik olduğunu anlatabilmek neredeyse olanaksız olabilmektedir.
Bu siyasal ilişkiler içinde basın ve yayın kuruluşlarına bakıldığında (ki bunlar propagandanın en etkin araçları durumundadır), en önemli ve ciddi olarak tanımlanabilecek bir haberin bile, bir mizah havası içersinde kitlelere yansıtıldığını herkes görmektedir. Sunucuların haberi okurken gösterdikleri "serbest hareketler"le tamamlanan bu "sulandırma", aynı zamanda kitleleri koşullandırmanın bir yolu olarak kullanılmaktadır. Yapılmak istenen "kafanı takma, mutlu ol" türünden bir anlayışın yaygınlaştırılmasıdır. Bir başka deyişle, dünü ve yarını düşünmek yerine, "somut bugünü" yaşamak, kitleler için bir yaşam anlayışı haline getirilmektedir. Bu da, siyasal ilişkilere bugünü kurtarma olarak yansımaktadır. (Bunun sonucu ise, aile ilişkilerinin geleneksel yapısından çıkması ve yozlaşmasıdır.)
İşte tüm bu ilişkileri ile, propagandalarıyla, kavrayışlarıyla seçim ortamına girilirken ülkemizin siyasal manzarası böyledir. Eğer bu manzara karşısında bir tepki duyuyorsanız, yeriniz devrimci mücadeledir.
Ancak bu mücadelenin, belirli kurallara ve ilkelere bağlı olarak sürdürülmesini engelleyen, saptıran, bozan her türlü yazılı ya da sözlü propaganda ve faaliyetlere karşı durulmadıkca, ortaya koyduğumuz tüm ilişkileri ile siyasal yozlaşma devrimci unsurları da etkileyeceği ve etkilemek durumunda olduğu da unutulmamalıdır. Bu boyutu ile, tüm devrimciler, içinde bulundukları ekonomik, siyasal ve toplumsal düzene karşı olmakla kendi eylemlerini sınırlandırmamalıdırlar. Bu karşı duruş, aynı zamanda tüm geri toplumsal ve siyasal ilişkilerin reddedilmesiyle tamamlanmalıdır. Ortaya çıkan yozlaşmış geri toplumsal ve siyasal ilişkiler reddedilmeksizin, devrimci mücadelenin kitleler üzerinde etkili olabilmesi olanaklı değildir. "Önderlik" gibi kurumsal bir kavramın, somut-bireyin tanımlanmasında (ki bunun karşılığı "önder"dir) kullanılması örneğinde olduğu gibi, bireyselliğin üstünün örtülmesine kadar gidebilen bu geri toplumsal ve siyasal ilişkilere karşı açık ve net bir red tutumu takınmak, bu ilişkileri kesin olarak tanımamak ve bunların dışında kalmak, aynı zamanda 12 Eylül sonrasından günümüze kadar süregelen yozlaşmanın, çürümenin, bozulmanın sona erdirilmesinin bir aracıdır. Bu red tutumu, kesinkes devrimci bir örgütlülük içersinde ortaya çıkan devrimci ilişkilerin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasıyla bütünleştirilmek zorundadır. Aksi halde, yalın bir red tutumu, sadece reddedilen geri toplumsal ve siyasal ilişkilerle sınırlı kalmayarak, her türden toplumsal ve siyasal ilişkilerin reddedilmesine dönüşebilecektir. Bu ise, geri toplumsal ve siyasal ilişkiler karşısında, yalıtık bireyler olarak yaşama tutumunu geliştirebileceğinden, sonal olarak reddedilen geri toplumsal ve siyasal ilişkilerin sürekliliğini sağlayacaktır. Artık tüm politik tutumların ve düşüncelerin büyük bir kararlıkla savunulması ve sürdürülmesinin kaçınılmaz olduğu bir döneme girilmiştir. Ve bunu başarabilecek olanlar devrimcilerdir ve bunu başarabildikleri oranda devrimci olacaklardır.
Devrimciler, bu koşullar altında, Marksist-Leninist ilkeleri ve kuralları özenle korumak ve kararlılıkla uygulamak zorundadırlar. Bunu yapabilmenin bir yanı bu özeni ve kararlılığı göstermek iken, diğer yanı ise doğru devrimci çizgide bulunmaktır. Devrimci propaganda ve ajitasyon, ancak doğru bir devrimci çizgi temelinde sürdürülebilir. Gerilla savaşını, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak ele alan devrimci çizginin propaganda ve ajitasyon yöntemleri, bu açıdan büyük bir öneme sahiptir. Her durumda devrimci propagandanın kitleleri bilinçlendirme faaliyeti olduğu asla unutulamaz. Kitlelerde devrimci bir bilinç (proletarya için söylersek, sosyalist siyasal bilinç) ortaya çıkarmaya hizmet etmeyen propagandalar, yapılışlarındaki niyetler ne olursa olsun, devrim mücadelesine hizmet etmeyecektir.
Çoğu durumda devrimciler, propaganda ve ajitasyon faaliyetlerinde oligarşinin karşı-propagandalarının etkisinde kalabilmektedirler.
Birinci tür etkilenme, hemen hemen tüm sol yayınlarda kendisini ortaya koyan popülist propaganda ve ajitasyondur. Genellikle "imaj" lara dayalı ve basını kollayan bu tür propaganda, kaçınılmaz olarak pragmatik sonuçlar doğurmaktadır ve kaba bir ajitasyondan bir adım öteye geçememektedir. Ancak ortaya çıkardığı "imajlar", uzun dönemde devrimci mücadeleye önemli zararlar verecek niteliktedir. İşte kendilerini DHKP-C olarak örgütleyen eski DS'nin durumu. Fotoğrafta da görüldüğü gibi, yapılmak istenilen, bir devrimcinin ulusal ya da dinsel kökenini öne çıkararak belli bir kitleyi (Alevi kitlesini) etkilemektir. Bir de buna, PKK'lilerin "Zülfikar" adlı dergilerini ve bu dergi için kullandıkları "Zülfikar gerillanın elinde" sloganını düşünecek olursak, bir taşla iki kuş vurma çabasının da olduğu görülecektir.
İkinci tür etkilenme ise, doğrudan oligarşinin belirlediği bir gündem üzerinde devrimci propagandanın ve faaliyetin sürdürülmesidir. Bunun en tipik biçimi, oligarşinin ülkede "demokrasi" olduğunu iddia etmesi ve buna karşı "bu ne biçim demokrasi" temelinde bir propagandanın sürdürülmesinde ortaya çıkmaktadır. Bir başka deyişle, oligarşi kendi kullandığı silahla vurulmak istenir. "Yargısız infaz" söyleminde de görüldüğü gibi, silahlı devrimci kadroların oligarşiye karşı devrimci savaşın ve devrimcilerin savaşma kararlılığının bir ifadesi olan çatışmaları ve şehit düşmeleri, bir yandan "devrimciler asla teslim olmaz" sloganlarının atılmasını getirirken, diğer yandan "istenilseydi sağ ele geçirilebilinirdi" denilerek "yargısız infaz"dan söz edilebilmektedir.
Devrimci propagandada popülist bir söylem ve biçim kullanılmasından ne denli uzak durulursa, devrimci propagandanın kitleler üzerinde kalıcı bir etki yaratması o denli kolay olacaktır. Unutulmamalıdır ki, popülist söylem, insan bilincinde imge yaratmaya dayanır ve bu imgeler yeni imgelerle sürdürülmediği sürece, ya kaybolup gider, ya da başka imgelerin alt yapısını oluşturur. Devrimci propaganda, insan bilincinde imge değil, bilgi oluşturmak zorundadır.
Oligarşinin karşı-propaganda savlarının kendisine karşı kullanılması, temel bir propaganda ve söylem olmadığı sürece, birincisine benzer sonuçlar ortaya çıkarmayacaktır. Ancak, zaman içinde (görece uzun bir zaman süresi sonunda) oligarşinin yeni uygulamalara yönelmesi ve savlarını kısmen gerçekleştirebilmesi, bu söylemin en önemli sorunudur. Yıllar boyu sürdürülen "kırsal alanların geri bıraktırılmışlığı" propagandasının, 1980'lerde Özal tarafından nasıl kullanıldığını unutmamak gerekir.
Bu nedenle kitlelere yönelik olarak yapılan "demokrasi" propagandasında "Avrupa normları"na yapılan atıfların uzun dönemli sonuçları bilinmek zorundadır. Devrimcilerin halk demokrasisi üzerine söyleyecekleri çok şeyleri vardır, kendi tezlerini Avrupa örneği ile açıklamaları hiç de gerekli değildir.
İşte kısaca değindiğimiz devrimci propagandaya ilişkin bu hususlar gözönünde bulundurularak, toplumsal yozlaşmanın son ürünleri olan siyasal propaganda teşhir edilmelidir.
Dipnotlar
(1*) Kurtuluş Cephesi, Sayı: 27, s: 15, Ekim-Kasım 1995
(2*) Yeniden, Sayı: 5, s: 26, Ekim 1995