2004 yerel seçimleri öncesinde "sol"da ve sol'daki "bulunmaz" seçim taktikleri, "çatı" partisi ve "ortak aday" çıkarma planları içinde yürütülmüşken, beş yıl sonra yeni denilebilecek fazla bir gelişme ya da değişme olmamıştır. "Tarihi Karışmış Yazı"nın konusu olan "çatı" ve "ortak aday" plan ve projeleri, bugün yine aynı sözlerle, aynı söylemlerle, aynı içerikle yinelenmiştir. Aralarındaki tek fark, "çatı partisi" ile seçimleri birleştirmeye çalışan DTP "ekolü" karşısında "diğer sol"un usta bir manevrayla bu birleştirme girişimini "ekarte" etmiş olmasıdır. Böylece "çatı parti", ne zaman ve nasıl kurulacağı, şu ya da bu otelin, şu ya da bu salonunda yapılacak "aydınlar" toplantısı ve sonrasındaki "görüşmeler"e havale edilirken, "ortak aday" konusunda yayınlanan "deklarasyon"a "bütün sol" imza atmıştır.
27 Aralık günü yayınlanan "deklarasyon"a imza "koyan" partiler, hareketler, girişimler, dernekler, platformlar vs.'ler şöyle sıralanmaktadır: DTP, ÖDP, EMEP, TKP, SDP, EHP, DSİP, SP, Yeşiller Partisi, DİP Girişimi, Halkevleri, ESP, DHF, SODAP, SEH, TÖP, Teori ve Politika, Kaldıraç, Halk Kültür Merkezleri, Türkiye Gerçeği, KÖZ, Proletaryanın Kurtuluşu, 78'liler Girişimi.
SP Genel Başkanı Sevim Belli'nin[1*] okuduğu "deklarasyon", "imzacı"ların 29 Mart 2009 yerel seçimlerine "ortak adaylar"la katılacaklarını ilan etmiştir.
"Ortak aday" ya da "sol ittifak", sonuçta DTP'nin "ağırlığı" altında legal sol örgütlerin, hareketlerin, derneklerin, platformların, girişimlerin bileşeni olacağı ilan edilmişse de, ortada söylenmeyen, ama herkesin bildiği gerçekler vardır.
YSK'ya göre yerel seçimlere katılma hakkı olan partilerden DTP, EMEP, ÖDP ve TKP'nin, "ortak deklarasyon"a imza atmış olmakla birlikte, her biri kendi listeleriyle seçime girecekleri, neredeyse kesin gibidir. Durum böyleyken, nasıl oluyor da, bu partiler, diğer "imzacılar"la birlikte "ortak aday" konusunda anlaştıklarını açıklayabiliyorlar diye sorulacak olursa, bunun yanıtı pek "deklare" edilmiş bir yanıt değildir.
Buna biraz açıklık getirebilecek olan bir açıklama 29 Ocak günü SİP-TKP'si tarafından yapılmıştır: "Bugün bazı yayın organlarında TKP'nin doğu ve güneydoğuda DTP adaylarını destekleyeceği haberleri çıkmıştır. TKP'nin böyle bir kararı yoktur. TKP, daha önce birçok siyasi parti ve grup arasında varılan ve emperyalizme, piyasacılığa ve gericiliğe karşı solun ortak aday göstermesi doğrultusundaki mutabakat metnine imza atmıştır. TKP, daha sonra çeşitli nedenlerle bir kenara atılan bu metnin siyasi içeriğine uygun biçimde davranmaya devam edecektir. Ancak partimizin söz konusu ilkelerle bağdaşmayan adayları desteklemesi söz konusu değildir. Aynı haberlerde yer alan TKP'nin ‘çatı partisi'nde yer aldığı bilgisi ise tamamen gerçek dışıdır." Görüldüğü gibi, SİP-TKP'si, henüz mürekkebi kurumamış olan "ortak deklarasyon"u, "çeşitli nedenlerle bir kenara atılan metin" olarak tanımlamaktadır. Ve gerçek de budur.
Ama sonucun böyle olacağı "belli" iken, onca toplantı, onca basın açıklaması, onca gürültü, patırtı, umutkar sözler niye edilmiştir?
Her şey "dostlar alışverişte görsün"den ibarettir. Her seçim öncesinde "kamuoyu baskısı"yla "solda seçim ittifakı" tartışmaları başlar ve aynı baskının sonucu olarak herkes "ittifak"tan yanaymış gibi görünerek bir araya gelir. Bir kez bir araya gelinmişken de, "kamuoyunu" tatmin etmek için "yaptık, ettik, yapıyoruz, ediyoruz" türünden açıklamalar yapılır. Sonuç ise, sadece laftır.
Oysa olayın gerçek gerçekliği, solun (tırnak içindeki soldan tırnaksız sola kadar) "birliği" sorunudur. "Birlik"ten onca söz edilirken, yeni yeni partilerin, örgütlerin, platformların, girişimlerin vs.'lerin ortaya çıkıyor olması da, "sol"un bir başka "olgu"sudur.
İki derneğin, bir dernekleşmeye çalışan platform/girişimin, yasalara uygun dört partinin, 3-4 hareketin, bir kaç dergi çevresinin bir araya gelerek "solun birliği"ni, bırakalım ideolojik-politik birliğini, herhangi bir seçimde herhangi bir yerdeki birliğini bile sağlayamıyor olması gerçeği, "sol neden birleşmiyor" sorusunun da gerçekliğidir.
Öncelikle kavranılması gereken, bu "sol"un devrimci mücadeleyle, devrimle uzaktan yakından ilgisinin olmadığıdır.
Evet, bu "birlik"çiler, "birlik" havarileri, "ortak deklarasyon" imzacıları, kendilerini nasıl sunarlarsa sunsunlar, tümüyle oportünist ve legalist hareketler ve oluşumlardır. Bu oluşumların kendi içlerinde belli "fraksiyoncu" özelliklere sahip oldukları, kariyerist oldukları söylenebilirse de, asıl olan legalizm ve oportünizmdir. Ortada devrimci mücadele, devrimci amaçlar olmayınca, birilerinin "sol" adına birlikten söz etmesinin de zaten anlamı yoktur.
Her şey karıştırılmıştır, ama bilinçli biçimde karıştırılmıştır.
Açıkça söylenemeyen ve söylenmeyen, devrimci mücadelenin (hangi stratejik çizgiyi izlediği bile önemli değildir) taşıdığı tehlikelerdir. Eski DY'ci bir ÖDP'linin söylediği gibi, "gecenin bir vakti polisler tarafından uyandırılmak" istenmemektedir. Bu korkudur. "Erkekçe" olmadığı için söylenmeyen, gerçek korkudur. 12 Eylül askeri darbesinin yarattığı ve bizzat kendileri tarafından otuz yıldır sürekli yeniden üretilen korkudur.
Sol, nasıl olursa olsun, bu korkuyu yenemediği sürece, tekil olarak bile devrimci kadrolar çıkartma olanağına sahip olamayacaktır.
Ama sadece korkmakla yetinmemektedirler. Aynı zamanda yeni kuşakları da aynı korkuyu duymalarını sağlayacak şekilde eğitmektedirler. "Devrimci mücadeleden, illegal örgütlerden, silahlı mücadeleden uzak durun" sözüyle özetlenebilecek bir korku yayma faaliyetidir bu. Kimi durumda "biz yaptık da ne oldu" sözleriyle de desteklenen bu korku üretimi, tüm ekonomik-toplumsal gelişmelere rağmen, sola sempati duyan, devrimci mücadeleye katılmak isteyen bireyleri korkutmayı amaçlamaktadır.
Evet, devrimci mücadele söz konusu olmayınca, asıl olarak da devrimci mücadeleden korku duyulunca, her şeyleriyle legalizme sarılmışlardır. Varoluşları buna bağlıdır; varlıklarını sürdürebilmelerinin tek yolu da, devrimci mücadelenin böylesine "önemsizleştirilmiş" bir düzeyde kalmasıdır. "(Bu partiler) az sayıda öğrenci ve işçi sınıfının pek azı tarafından takip edilen şehirli entelektüellerden oluşan küçük gruplardır. Hizmetlerini para karşılığında değil, kapalı toplantılar yapabilme, haber bülteni veya sanat gazetesi çıkarmak ve sendikalarda bir kaç köşeyi tutma izni gibi küçük politik lütuflar karşılığında kiraya veren profesyonel politikacılar tarafından yönetilirler. Bunlar para için her şeyi yapan insanlar değildir. Onların çürümüşlüğü daha sinsidir. Onlar para ile değil, fakat sadece onların ve takipçilerinin, proletaryanın insanlığın kurtuluşu için verdiği mücadelede ‘öncü' olduğu hayalini yaşatacak asgari koşullar sağlanarak satın alınabilinirler."[2*] Şüphesiz bütün bu legalistler, kendi varlıklarını sürdürebilmek için devrimci mücadelenin gelişmesini istemeyeceklerdir. Bu nedenle de, onların kendi varoluşlarını sona erdirecek bir gelişmeyi sağlamalarını beklemek de safdillik olur. Şu yerel ya da genel seçimde elde edilecek 3-5 oyla sadece kendi küçük dünyalarında "mutlu" olmaya çalışan bu pasifistler, sahip oldukları her olanakla devrimci mücadelenin gelişmesini de durdurmaya çalışırlar. Spekülasyon, dedikodu, karaçalma, Marksist-Leninist teoriyi çarpıtma, küçümseme, önemsizleştirme vb. yöntemlerle yeni insanları devrimci mücadeleden uzak tutarlar. Kendi varlıklarını sürdürebilmek için yapamayacakları demagoji, söyleyemeyecekleri yalan yoktur.
Bu "tür"lerin bir araya gelerek bir "seçim ittifakı"nı bile beceremeyişleri ise, onların kendi yeteneksizliklerinden çok, devrimci mücadelenin gelişmemişliğinden kaynaklanmaktadır. Devrimci mücadelenin gelişmemişliği onların varlığını sürekli tehdit etmektedir. Çünkü onların varlığı, devrimci mücadeleyle bir anlam taşır, varolamayınca varolamazlar.
İşte gerçek çelişki buradadır.
Onların, varolabilmek için, varlıklarını sürdürebilmeleri için devrimci mücadeleye gereksinmeleri vardır. Devrimci mücadele olduğu sürece, pasifize edilecek, çarpıtılacak bir "işleri" var demektir. Ve sadece bu "iş"levleri için kendilerinin yaşamasına, varolmasına izin verilir. Ama öte yandan tüm "iş"levleri devrimci mücadeleyi çarpıtmak, pasifize etmek olduğundan, aynı zamanda kendi hizmetlerine gereksinme duyulmasını da ortadan kaldırırlar.
Bırakın onlar kendi hallerinde, kendi dünyalarında, devrimci mücadelenin "düşük yoğunluklu çatışma" düzeyinde sürüp gitmesiyle mutlu olsunlar. Bırakın, onlar insanları devrimci mücadelenin içerdiği tehlikelerle korkutmayı sürdürsünler. Biz kendi yolumuza bakmalıyız.
Elbette devrimci mücadele, düzeni topyekün altüst edecektir. İktidar sahiplerinden iktidarı, özel mülk sahiplerinden mülkü, sermaye sahiplerinden sermayeyi çekip alacaktır. Yani onların varlıklarını sona erdirecektir. Böyle bir amaca yönelik mücadelenin tehlikesiz olduğunu kimse iddia edemez. Otuz yıllık pasifikasyon ve korku sürecinden sonra devrimci mücadelenin önündeki görevlerin yerine getirilmesi elbette başka zamanlarla kıyaslanmayacak kadar çok çabayı, çok daha fazla riski, tehlikeyi içerir. Karşı-devrim, her zaman devrimci mücadelenin en zayıf olduğu anda onu yok etmeye çalışır. Legalizmin şemsiyesine sığınarak bu tehlikelerden, saldırılardan kurtulmak olanaklı görülse de, devrim olanaklı değildir. "Korku" duvarının yıkılmasıdır esas olan. Bunu da yaratanlardan çok, sürdürenler inşa etmiştir.
Herkes bilmelidir ki, "barışçıl", "legalist" yoldan giderek bir yere varılmamaktadır. Ne seçim ittifakları, ne yeni parti kuruluşları, ne "gençleştirme" hareketleri bu yolun çıkmaz yol olduğunu daha fazla gizleyemeyecektir. Bugün açıkça görüldüğü gibi, seçimlere yüklenen "anlam" da giderek anlamsızlaşmaktadır. Legalistlerin kendileri bile seçimlerden fazlaca bir beklentiye sahip değillerdir. Bu yerel seçimler, belki de legalist solun umutlarının tükenişi olacaktır. Temmuz 2007 seçimlerinde görüldüğü gibi, legalistler de oynanan oyundan sıkılmışlardır. SİP-TKP'sinin "gençleşmesi" gibi, "ihtiyarlar" köşelerine çekilmeye, emeklilik hesapları yapmaya çoktan başlamışlardır.
Oyun bitiyor!
[1*] Sol ve "sol" her zaman çok hızlı olmuştur. Ekonomik krizleri "fırsata" dönüştürmeyi hayal eden "fırsatçılar" kadar olmasa da, "sol" ve sol, kendisine yeni "fırsat"lar yaratabilmek için akla gelmedik zamanlarda akla gelmedik yollar bulurlar. Sevim Belli'nin genel başkan olduğu SP (Sosyalist Parti) de, böylesi bir hızlı hareket etme "yeteneği"nin ürünü olarak Kasım 2008'de kurulmuştur. SDP içinde ortaya çıkan "tartışma" sonucu ayrılan Mihri Belli grubunun bu "partileşme"sine ilişkin "medya" haberlerine göre, SP'nin kuruluş açıklamasının yapıldığı basın toplantısına ÖDP, EMEP, SODAP, EHP ve TÖP temsilcileri de hazır bulunmuşlardır. Sevim Belli'nin açıklamasına göre SP, "Türkiye sosyalist-komünist hareketinin ve devrimci geleneklerinin tüm olumlu mirasını parti çatısı altında yeniden yaşatmayı hedefleyen", "bir fraksiyon partisi değil, çoğulculuğu kendisine şiar edinmiş bir birlik partisi olma iddiasındadır". Böylece SP, "çatı partisi" tartışmalarının yoğunlaştığı bir aşamada kurulurken, "zımni" olarak solun "çatı"sı olarak tasarlanılmış görünmektedir. [2*] R. Gott, Guerilla Movements in Latin America, s. 21. Akt. Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I.