AB,
Askeri Darbe
Yapabilir mi?
[Anti-Militarist, Anti-Şeriatçı, Anti-Faşist vs. Sivil Toplumcu Darbe]
"Avrupa kendi ordusunu kurmalı"
Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Verheugen, AB'nin, dış politikasını destekleyecek bir ordusunun bulunmasının "artık" şart olduğunu söyledi. AB'nin büyük bir kıtasal güç olarak kabul edildiğini belirten Verheugen "Dış dünya, üstlenmemiz gereken yükümlülüklerimizi neden üstlenmediğimize şaşırıyor" dedi.
BERLİN (AA) 22 Kasım 2004 - Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Günter Verheugen, Avrupa'nın kendi ordusuna ihtiyacının bulunduğunu belirterek "Çünkü uluslararası bir güç olmak için anahtar önemde olan diplomatlar değil, askerlerdir" dedi. Verheugen, Almanya'da yayımlanan "Süddeutsche Zeitung"a verdiği demeçte AB'nin, dış politikasını destekleyecek bir ordusunun bulunmasının şart olduğunu, ancak bu ordu oluşturulurken ABD ordusunun model alınmaması gerektiğini belirtti. Verheugen, şöyle dedi: "Eğer bana 10 yıl önce, 'Avrupa'nın kendi savunma gücünü kurması gerekli mi' diye sorsaydınız benim yanıtım, 'Gerekli değil çünkü NATO var' şeklinde olurdu. Ama şimdi dış dünya tarafından büyük bir kıtasal güç olarak kabul ediliyoruz. Dış dünya, üstlenmemiz gereken yükümlülüklerimizi neden üstlenmediğimize de şaşırıyor." Verheugen, belirli bir sorunun çözümü sürecinde taraflara, "Kaç diplomat göndereceksin" diye sorulmadığını, bunun yerine, "Diplomatik çözüm sürecini desteklemek üzere kaç askeri birlik göndereceksin" diye sorulduğunu kaydetti.
AB mandacılarının ve AB pasaportunu cebine koyma sevdalılarının deyişiyle "AB'ye beş kala", "medya"da sessizlik hüküm sürmeye başlamıştır. Fırtına öncesi sessizlik olarak da adlandırılabilecek bu ortamda yine de hırıltılı ve fısıltılı sesler duyulabilmektedir.
Her zaman olduğu gibi, AB'nin ve ABD'nin kadrolu propagandisti M. Ali Birand, sessizliğin sesi olarak ortalığı fazla boş bırakmamaya çalışmıştır. Birkaç ay önce kendi evinde AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen'le yapılan "durum değerlendirmesi"nin ardından yayınlanan "AB Raporu", her ne kadar M. Ali Birand'ın propaganda araçlarını sınırladıysa da, yine de elde kalmış, eskimiş ve neredeyse temcit pilavına dönmüş propaganda konularını yinelemesini engellememiştir.
Türkiye'nin AB tarafından "yukardan aşağıya demokratikleştirilme" sürecine ilişkin olarak şöyle yazmaktadır M. Ali Birand:
"Artık ne darbe, ne şeriat tehlikesi var
17 Aralıktan sonra, görüşmelerin başlamasıyla birlikte Türkiye bazı korkularından kurtulacak. Ne askeri bir darbe, ne faşist bir parti iktidarı, ne de şeriat tehlikesi. Ülke öylesine bir sürece girecek ki, bu olasılıkların düşünülmesi dahi imkansızlaşacak. Aksini iddia edecek var mı?
Böylesine duyarlı bir dönemde, Türkiye'de bazı şeyler olamayacaktır.
1. DİN DEVLETİ OLAMAZ:
Bundan böyle Türkiye'de din devleti kurmak isteyebilecek olanlar, karşılarında laik askeri ve sivil güçlerden önce, Avrupa Birliğini bulacaklardır. Bundan böyle İmam Hatip Okulları olsun, Türban konusu olsun, bu alanda atılacak her adım Brüksel'in ince eleğinden geçecektir. Bu gerçeği herkesin bilmesi gerekir. Bundan dolayı "Erdoğan amacına (bundan dinci yaklaşım işaret edilmek isteniyor) ulaşmak için AB'yi kullanıyor. Askerin kolunu kanadını kırmayı ve ardından da Türkiye'de istediği rejimi kurmayı planlıyor" diyenler çok yanlış düşünüyorlar. Böyle bir olasılıkta asker seyirci kalmayacağı gibi, asıl itiraz AB'den çıkacaktır. Tayyip Erdoğan da bu gerçeği bilmektedir.
2. DARBE OLAMAZ:
"Olamayacaklar" listesinin en başında askeri bir müdahale gelmektedir. Bunu da hepimiz biliyoruz. Sadece olası bir darbe değil, aşırı bir faşist partinin iktidara gelmesi de imkansızdır. Unutmayalım ki, AB Avusturya'nın başına geçen faşist Başbakanına açıkça görevden ayrılmasını önermiştir ve Avusturyalılar da bunu yerine getirmişlerdir.
3. GERİ ADIM ATILAMAZ:
"Olamayacak"lardan diğer en önemlisi de, şimdiye kadar yapılan reformlar veya değiştirilen yasaların uygulanmasıdır. Bizlerin, işimize gelmeyen reformları ve yasaları kağıt üzerinde bırakmak alışkanlığımız vardır. İşte bu da olamayacak."[1*]
Görüldüğü gibi, AB'nin kadrolu propagandisti, Amerikan emperyalizminin "tetikçisi" M. Ali Birand, eski lafları yinelemekten başka birşey yapmamaktadır. Tek farkla ki, bu kez, AB ile nelerin "olmayacağı"nın altını çizerek yinelemektedir, ama nelerin olacağına ilişkin tek bir sözcük bile etmeksizin.
Yıllar boyu küçük-burjuva aydınlarını AB "treni"ne bindirmek için kullanılan "şeriatçı tehlikeye karşı AB", "askeri darbeye karşı AB", "statükoya karşı AB" söylemleri, "AB'ye beş kala" bir kez daha yinelenirken, bir bakıma "abdest tazelenmektedir". "AB İlerleme Raporu"nda yer alan "ifadeler"e ya da belirsizliklere kızarak abdest bozmaya kalkacak küçük-burjuvalar için bu "tazeleme" gerekli görülmüştür.
İddia edilmekteydi ki (ve halen iddia edilmeye devam edilmektedir ki), AB üyeliği ile şeriat tehlikesi ortadan kalkacaktır. AB ile, M. Ali Brand'ın sözüyle, "din devleti olamaz".
İddianın kanıtı ise, "din devleti kurmak isteyebilecek olanlar, karşılarında laik askeri ve sivil güçlerden önce, AB'ni bulacaklardır".
Kanıtın kanıtı: AB, "Avusturya'nın başına geçen faşist Başbakanına açıkça görevden ayrılmasını önermiş ve Avusturyalılar da bunu yerine getirmişlerdir".
Önce şu "Avusturya'nın başına geçen faşist Başbakan"dan başlayalım: Adı yazılmamışsa da, "faşist başbakan" olsa olsa Jörg Haider olabilir. Haider'in partisi FPÖ (Avusturya Özgürlük Partisi), 1991 seçimlerinde %26 oy alarak 52 milletvekilliği kazanmıştır. Aynı sayıda milletvekilliği kazanan merkez-sağ parti ÖVP ile koalisyon hükümeti kurmuş ve başbakan ÖVP'den Wolfgang Schüssel olmuştur.
M. Ali Birand'ın sözünü ettiği "faşist başbakan" işte bu merkez-sağ partinin başkanı Schüssel'dir.
AB'nin "faşist başbakana açıkça görevden ayrılmasını önermesi" ve "Avusturyalıların da bunu yerine getirdiği" ise, tümüyle yalandan ibarettir. Söz konusu olan, ÖVP-FPÖ koalisyon hükümetinde Haider'in yer alıp almamasına ilişkin AB müdahalesidir. AB ülkeleri Avusturya ile ilişkileri askıya alacaklarını ilan etmişler ve Haider hükümette yer almamıştır. Ancak bu durum, söylendiği gibi "Avusturyalılar"ın yaptığı bir iş değil, koalisyon partilerinin yaptığı bir iştir.
Ancak daha sonra AB, değişik yöntemler kullanarak, "parti içi darbe" ile Haider'in kurucusu olduğu partinin başkanlığından uzaklaştırılmasını sağlamıştır. AB darbesiyle FPÖ başına geçen yeni başkanla girilen Kasım 2002 seçimlerinde FPÖ %16 oy kaybetmiştir.
Görüldüğü gibi, Avusturya'da olanların "faşist başbakan"la hiçbir ilgisi olmadığı gibi, "faşist" olarak adlandırılabilecek tek kişi olan Haider, AB'nin "parti içi darbe"si ile devrilmiştir.
Şüphesiz AB "uzmanı" ve propagandisti olarak M. Ali Birand Avusturya'da olanları unutacak kadar bunamış sayılamaz. Yapmaya çalıştığı şey, Türkiye'de insanların "bellek yitimi"ne sahip olduklarına inandığı için, küçük kalem oyunlarıyla "yükselen tehlike" olarak kulislerde konuşulan faşist MHP'ye gönderme yapmaktır. Denilmek istenmektedir ki, faşist MHP'nin olası bir seçim zaferi karşısında Brüksel harekete geçer, faşist MHP'nin "devrilmesi"ni "önerir" ve "Türkiyeliler" de "gereğini" yapar. Ne de olsa bu ülkenin insanları "pat deyince şak diye yapan" insanlarla doludur!
Ancak bu vesile ile, Türkiye'de "aşırı bir faşist partinin" varlığından ve bu "aşırı faşist" partinin olası iktidarından haberdar olunmuştur. Ama küçük-burjuva aydınları bundan hiç korkmamalıdırlar, ne de olsa AB "önerecek", halk yapacaktır.
Kanıta gelirsek, iddia edilmektedir ki, "din devleti kurmak isteyebilecek olanlar, karşılarında laik askeri ve sivil güçlerden önce, AB'ni bulacaklardır".
Sorun şudur: din devleti kurmak isteyenler kimlerdir, ne yaparlar ve "laik askeri ve sivil güçlerden önce" onların karşısına çıkacağı iddia edilen AB bu işi nasıl yapar?
Son aylarda Hollanda'da gelişen olaylar ve bunun karşısında AB'nin "tek yumruk" olarak suskun kalışının gösterdiği tek gerçek, şeriat tehlikesine karşı zor kullanılacağı ve bu işin de her ülkenin kendi "meşru" güçleri tarafından yerine getirileceğidir. Bu ise, açık biçimde askeri darbedir. Adı ister modern, ister post-modern olsun, askeri darbe de, askeri yönetim demektir.
Ama yine de, AB'nin olayları sadece dıştan (sessiz kalarak) desteklemekle yetinmeyeceği bilinmelidir. Bugün Avrupa Ordusu bünyesinde 2005 yılında oluşturulmasına karar verilen "Acil Müdahale Gücü", post-modern darbenin AB biçiminin ön hazırlıkları niteliğindedir.
Bugün AB, "Acil Müdahale Gücü" aracılığıyla, dünyanın sorunlu bölgelerine özel askeri güç göndermeye hazırlanmaktadır. Kısa dönemde Afrika ülkelerinde devreye sokulması planlanan bu AB askeri gücü, Afganistan örneğinden esinlenen bir müdahale gücü niteliğindedir. Amaç, "sorunlu bölge"nin tümünü işgal etmek değil, bölgenin stratejik yerlerinin işgal edilmesidir. Tıpkı Afganistan'da başkent Kabil'in işgal edilerek, devletin "meşru" temsilini üstlenmesi gibi. Bir başka ifadeyle AB, "sorunlu bölgeler"e askeri güç göndererek, stratejik yerlerde (başkent, ana haberleşme yerleri ve ulaşım merkezleri) denetimi sağlamak ve bu denetime bağlı olarak kukla bir "meşru yönetim"i işbaşına getirme planları yapmaktadır. Bu ise, emperyalizmin eski-sömürgecilik günlerinden kalma yöntemden başka birşey değildir.
M. Ali Birand ve diğer kadrolu AB propagandistlerinin üzerinde özenle durdukları ve "olamayacaklar listesinin en başında" yer aldığını söyledikleri olasılık ise, küçük-burjuva aydınlarının korkulu rüyası askeri darbedir.
Küçük-burjuva aydınları her askeri darbede büyük "baskı"lara maruz kaldıklarına inanırlar. Askeri darbenin acısını en çok çeken kesim olduklarına inandırılmışlardır. Askeri darbeye karşı T. Özal'ı destekleyerek "askeri toplum"a karşı "sivil toplumun" sesi ve herşeyi olacaklarını göstermiş olan bu küçük-burjuva korkutulmuş aydınları, bugün aynı korkuları canlandırılarak emperyalizmin yandaşı haline getirilmiştir. M. Ali Birand'ın tüm yaptığı, bu yandaşlığın sürmesini güvenceye almaktan ibarettir. Bu da "AB perspektifini koruyan Türkiye" oyununun bir parçasıdır.
ASKERİ DARBE OLASILIĞI
VE AB'NİN ASKERİ DARBESİ
Askeri darbeden söz edildiğinde, insanların aklına, askerlerin "ülkenin gidişatından rahatsız olmaları" ve bu "gidişat"ın "tehlikeli boyutlara" ulaşmaya başlaması gelir. Böyle algılandığından, askeri darbe olasılığı da, ülkede toplumsal huzursuzluğun ve siyasal çalkantıların artmasıyla birlikte artar. Örneğin "türban sorunu" öne çıkartılırsa, insanlarda tedirginlik başlar. Eğer "türban"da ısrar edilirse, tedirginlik huzursuzluğa dönüşür ve askeri darbe olasılığını artırır. Şayet "türban sorunu" bir inatlaşmaya dönüşürse, askeri darbe artık kaçınılmazdır.
İnanılmaktadır ki, askeri darbe, düne kadar sola yönelik yapılmışsa da, bugün şeriatçılığa karşı yapılacaktır. Dolayısıyla askeri darbe olasılığından söz edildiğinde, şeriatçılık ve şeriatçıların tedirginlik, huzursuzluk yaratacak boyutta inatlaşmalarıyla ortaya çıkacaktır. Bu ise, şeriatçıların "meşru" mücadele çerçevesinde hareket edeceklerini varsayar.
Kürt sorununa ilişkin olarak askeri darbe olasılığı ise, sorunun AB tarafından "kaşınması" ve giderek Kürtlerin ayrı devlet kurmalarına yol açacak tarzda bir "özerklik" talebinin yükseltilmesi olarak düşünülür. Burada belirleyici olan, Kürtlerin "barışçıl ve demokratik" mücadele yöntemlerini benimsemiş olmalarıdır. Aksi halde mevcut askeri güçler "silahlı" Kürt mücadelesine karşı "bildik" müdahalelerini sürdüreceklerdir. Dolayısıyla askeri darbe olasılığı, Kürtlerin "barışçıl ve demokratik" mücadeleye yöneltilmeleriyle ortaya çıkmaktadır. Bunun da AB tarafından "azınlık hakları" çerçevesinde desteklendiği ve destekleneceği düşünüldüğünden, askeri darbe olasılığı, aynı zamanda AB'nin "azınlık politikaları"na karşı bir darbe olasılığı olarak ortaya çıkmaktadır.
Görüldüğü gibi, AB propagandistlerinin küçük-burjuva aydınlarına uzattıkları "havuç", hem şeriatçıların, hem de Kürtlerin "meşru zeminlerde" mücadele etmelerini öngörmektedir. Bu nedenle, silahlı şeriatçı ya da Kürt hareketleri karşısında askeri darbe değil, askeri terör gündeme gelmektedir ve bu askeri terör de "meşru" ilan edilmektedir.
Böylece askeri darbe olasılığı, şeriatçıların ve Kürtlerin "meşru zeminde" hareket ederek kendi amaçlarına ulaşma yönündeki faaliyetleriyle özdeşleşmektedir. ("Sol", birkaç kendini bilmez "terörist" örgüt dışında tümüyle "meşru zeminde" yer aldığı için özel bir "tehdit" oluşturmamaktadır.) Böyle bir darbenin de, ancak "alttan" gelebileceği, yani "emir-komuta zincirinin" dışında gelişebileceği varsayılmaktadır. Bu durumda yapılacak bir askeri darbe, AB yandaşı küçük-burjuvaların "yüzbinlercesi" sokaklara dökülerek "sivil direniş"le ve bu "direniş"e "açık destek veren" AB aracılığıyla geri püskürtülecektir!
Bugün AB propagandistlerini korkutan tek darbe olasılığı budur.
"Alttan" askeri darbenin, birkaç "kendini bilmez genç subay"ın, birkaç tankla meclisi, TRT'yi ve cumhurbaşkanlığını kuşatmasıyla başlayacağı varsayılmaktadır.
Talat Aydemirvari bu askeri darbe karşısında, darbecilerin TRT'sine karşı özel televizyonlar devreye girecek, halkı "sivil itaatsizliğe" ve meydanlara çıkmaya çağıracaktır. AB yanlısı askeri birlikler başkente doğru harekete geçerken, AB'nin "acil müdahale gücü" havalimanlarını ele geçirerek darbecilerin "lojistiğini" engelleyecektir. (Şüphesiz, AB'nin "acil müdahale gücü", ülkedeki "AB vatandaşlarının can ve mal güvenliğini sağlamak ve onları tahliye etmek amacıyla" havalimanlarını ele geçirdiğini ilan edecektir.) Böylece darbe, "darbe girişimi" olarak kalacak ve bertaraf edilecektir. Yeter ki küçük-burjuva aydınları "meşru güçler"den yana olsunlar, yeter ki darbecilerin yenileceğine inansınlar. Gerisi "meşru" askeri güçler tarafından halledilecektir.
Elbette bu "senaryo" yazarlarının en büyük kabusu, askeri darbenin Talat Aydemirvari değil de, 27 Mayısvari olmasıdır. Bu durumda "meşru güçler" tümüyle darbecilerin safında yer alacağı için, darbeye karşı müdahalenin tek gücü AB'nin askeri gücü olmaktadır. (Yazılı ve görüntülü "özel medya"nın burada ikinci büyük güç olarak devreye gireceği kabul edilir.) Bu da, ülkenin AB'nin askeri güçleri tarafından açıkça işgal edilmesinden başka birşey değildir.
Küçük-burjuvaları ve aydınlarını korkutarak ve korkutulmuş küçük-burjuva aydınlarını kullanarak bu ülkede herşeyi yapabileceklerine inanmaya çalışmaktadırlar.
Küçük-burjuva aydınlarını korkutmak ve korkularını sürekli kılmak amacıyla yazılan tüm "senaryolar", "milliyetçi darbe" olasılığına dayandırılmaktadır. AB'nin "İlerleme Raporu"nda yer alan "etnik ve dinsel azınlıklar" karşısında "milliyetçiler" ile "laikler"in ("kızıl elma koalisyonu") darbe girişimidir bu. Dolayısıyla bu darbenin bir yanında faşist MHP, diğer yanında "kemalistler" yer almaktadır.
AB propagandistlerinin "yeni tehdit algılayışı" böyledir.
GERÇEKLER
Bizim gibi ülkelerde askeri darbe, oligarşinin yönetemediği, "ipin ucunu kaçırdığı" koşullarda gerçekleştirilir. Bu koşullarda gerçekleşen askeri darbe, siyasal zorun askeri biçimde maddeleştirilmesinden başka bir şey değildir.
Oligarşinin yönetememe durumu, gerek sömürücü sınıfların kendi iç çelişkilerinin keskinleşmesiyle, gerekse mevcut düzene karşı sınıfsal mücadelenin düzeni tehdit eder nitelik almasıyla ortaya çıkar.
Burada ikinci durum, yani mevcut düzeni tehdit eden sınıfsal mücadele, doğrudan devrimci mücadeleyle özdeştir. Dolayısıyla askeri darbe, devrimci mücadelenin gelişmesi ve güçlenmesiyle birlikte ortaya çıkan, yönetimin askerileştirilmesi durumudur. Bugün için "sol"un legalizasyonu ve kitlelerin politikadan uzaklaştırılmışlığı ortamında devrimci mücadelenin "marjinal" bir unsur olarak görülmesi, bu yönden bir askeri darbe olasılığını dışlamaktadır. Ancak her durumda devrimci mücadelenin olası gelişmesi ve yaygınlaşması askeri darbeyi kaçınılmaz kılan bir unsurdur. Uzun dönemde en temel sorun da budur.
Eğer AB propagandistlerinin iddia ettiği gibi, Türkiye'nin AB üyeliği ile her şey güllük-gülistanlık olacak olursa, devrimci mücadele çok daha uzun zaman "marjinal" olarak kalacaktır. Dolayısıyla somut ya da yakın tehdit olarak görülmemektedir.
Bu düşünceye göre, devrimci mücadele, anti-demokratik ve otoriter yönetimlerin olduğu, halkın açlık ve sefalet içinde bulunduğu ülkelerde gelişen bir olgudur. AB üyeliği ile, Türkiye, hem demokratik, hem de kalkınmış, "müreffeh" bir ülke olacağı için, devrimci mücadele anlamını ve önemini yitirecektir. Böyle bir ülkede "sol", yeniden yapılanacak, zaman zaman görülen "gelir dağılımındaki adaletsizliği" giderici politikalar "üreterek", "sistemin" bir parçası haline gelecektir. Bu durumu "içine sindiremeyen" "teröristler" ise, AB üyesi devletin "demokratik zoru" ile bertaraf edilecektir.
Burada "ya gerçekler böyle değilse" diye sorulması bile "abes" kabul edilmektedir. Onlar inanmış insanlardır ve eski "solcu" dönek bir yığın akılhocalarına, danışmanlara sahiptirler. Bu akılhocaları "deneyim" sahibi olduklarından, verdikleri akıldan şüphe etmeye de gerek yoktur. Hatta bunların "terörist sol"a karşı "hâlâ aynı yerde mi otluyorsunuz"la başlayan "ideolojik mücadeleleri" bile yeterlidir.
Eski SİP-yeni TKP'nin yaptığı gibi, "işçi sınıfı hareketi hangi koşullarda yükselebilir?" türünden fikir jimnastikleri bile bu küçük-burjuva inançları desteklemektedir.
Oysa kendi çıkarları, hayatta kalma şansı söz konusu olduğunda egemen sınıfların önsezileri hiç şaşmaz. Kendi deyişleriyle, "bir gün varoşlardan çıkıp gelecekler, hepimizi uykumuzda kesecekler" korkusu, burjuvaziye yaşamın her dakikasında kendisini hissettirir. Bu korkudur ki, emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçilerini sürekli alarm durumunda tutar, sürekli askeri güçlerinin teyakkuzda olmasını gerektirir. Bu durum, kendilerinin kadrolu propagandistlerinin herkesi inandırmaya çalıştığı "yakın tehdit"ten çok, gerçek tehditle ilgilidir. Bu tehdit, devrimdir.
Emperyalizm, hiçbir zaman kendi sömürüsünü ve hegemonyasının geleceğini küçük-burjuva aydınlarının olasılıklar hesabına dayandırmaz. Bu nedenle, küçük-burjuvaların "devrim tehlikesi"nin gerilerde kaldığına olan inancı ne denli güçlü ise, emperyalizmin (ve yerli işbirlikçilerinin) devrim korkusu o denli güçlüdür. Çünkü onlar, küçük-burjuvazinin kendi sınıfsal geleceğini bile göremeyecek kadar miyop olduğunu bilirler. Bu yüzden, bu sınıfların aydınlarının "teorilerine" de itibar etmezler. Ama yine de küçük-burjuva aydınları emperyalizmin tek akıl hocaları olduklarına inanırlar.
Emperyalist burjuvazi, kâr oranlarının düşmeye başladığı her aşamada demokratik hak ve özgürlükleri sınırlandırmak, gerekirse tümüyle ortadan kaldırmak için hazırlığa girişir. Emperyalist sömürüyü "koruma ve kollama harekâtı", her zaman onun emrindeki askeri güçlerin görevidir. Bu nedenle askeri güçler, ekonomik durgunluk öncesinde ve durgunluk süresince hiç görülmedik ölçüde önem kazanır.
Emperyalist burjuvazinin, küçük-burjuva aydınları gibi, teori yapacak zamanı yoktur.[2*] O, "pratik adamdır". Kendi varlığına yönelik tehdidi, kendi pratik yaşamında daha hızlı kavrar. Bu kavrayışının tarihsel süreci, onda komünizm korkusunu sınıfsal bir içgüdüye dönüştürmüştür. Toplumsal ve siyasal süreç olağan biçimde gelişirken, onun içgüdüsünün harekete geçtiği görülür. Küçük-burjuva aydınlarının bile herşeyin "olağan" biçimde geliştiğini düşündükleri bir zaman diliminde, emperyalist burjuvazinin siyasal baskıların artırılması gerektiğine ilişkin söylemleri herkesi şaşırtır. Ancak bir süre sonra, hemen herkesin (başta onun ücretli elemanı olan küçük-burjuva aydınları) aynı konuları konuşmaya, yazmaya ve tartışmaya başlaması da şaşırtıcı olmaz.
Bugün hemen herkesin ortak kanısı devrimci mücadelenin "marjinalleştirildiği", dolayısıyla emperyalist sistem için yakın ya da orta vadeli bir tehdit unsuru olmaktan çıktığıdır. Ancak emperyalist burjuvazinin, gerek metropollerde siyasal baskıyı artırması, gerekse dünya çapında saldırganlığını görülmedik seviyeye çıkarması karşısında "yeni tehdit algılaması"nın varlığına da pek çok kişi inanmış görünmektedir. "Terörizme karşı mücadele" bu inancın ideolojik söylemi olmaktadır.
Bütün bunlardan çıkartılan sonuç ise, Türkiye'de oligarşinin (ki emperyalizm içsel olgu olduğu için onun içinde yer alır) yönetimin askerileştirilmesine ihtiyaç duymadığıdır ve yakın gelecekte de böyle bir ihtiyaç ortaya çıkmayacağıdır. Oligarşi açısından yönetimin askerileştirilmesi, yani askeri darbe için koşulların mevcut olmadığı bir kez kabul edildi miydi, gelişen her siyasal olay bu olasılığın dinamiklerinin dışında değerlendirilmeye başlanır.
Oysa, oligarşinin yönetimi askerileştirmesinin koşulları, dün ne denli mevcut ise, yarın da aynı ölçüde mevcut olacaktır. Bu da, koşullardaki değişime bağlı olarak oligarşinin yönetimi askerileştirmeye yöneleceğinin ifadesidir. Bugüne kadar ülkedeki askeri darbenin oluşum sürecinde Amerikan emperyalizminin yeri ve rolü tartışmasız bir konumdadır. AB'yle geliştirilen ilişkiler, aday üyelik ve olası olmasa da ortaya çıkacağı propagandası yapılan üyelik koşullarında, yönetimin askerileştirilmesinde Amerikan emperyalizminin yerini AB emperyalizmi alacaktır. Bu bağlamda, bundan sonraki süreçte gerçekleştirilecek her askeri darbe, AB tarafından ve AB'nin onayı ile olacaktır.
İkinci gerçek, sömürücü sınıflar arasındaki çıkar çatışması, yani kendi iç çelişkilerinin keskinleşmesinin, tek başına askeri darbeye neden olmayacağıdır.
Sömürücü sınıfların kendi özçıkarlarını temsil eden siyasal kişi ve partilerle yürüttükleri mücadele, hemen her zaman laiklik-şeriatçılık olarak iki büyük alanı oluşturmuştur. Bu alanlar sömürücü sınıfların ve onların siyasal temsilcilerinin kendi kendine buldukları ideolojik-siyasal alan değildir. Bu alanlar, sömürücü sınıfların maddi varlık koşullarından kaynaklanan ideolojik-siyasal alanlardır.
Kapitalizmin dış dinamikle, yukardan aşağıya geliştirilmesiyle ortaya çıkan işbirlikçi-tekelci burjuvazi (sanayi ve ticaret burjuvazisi) ile tekelleşememiş orta burjuvazi arasındaki çatışma, dış dinamiğin ortaya çıkardığı çarpık kapitalizmin yarattığı bir çatışmadır. Bir yandan dış dinamiğe (emperyalizme) bağımlı ekonomik, toplumsal ve siyasal yapı, diğer yanda geleneksel mallar üretim ve ticaretinin oluşturduğu yapı mevcuttur. Dış dinamiğin artan pazar talebi ve buna bağlı olarak geleneksel mallar üretim ve ticaret alanını kendi pazarı haline dönüştürmesi, kaçınılmaz olarak geleneksel mallar üretim ve ticaret alanındaki tekelleşememiş burjuvaziyi gerilemeye ve giderek yok olmaya yöneltmiştir. Bu durumun yarattığı çatışma, "modernciler" ile "gelenekçiler" arasındaki çatışma olarak ideolojik-siyasal alanda laikler-şeriatçılar çatışması olarak ortaya çıkmıştır. Bu çatışmanın alanları kentler ve kırlar olmaktadır. Yukardan aşağıya gelişen kapitalizmin kırsal alanlarda ortaya çıkardığı mülksüzleşmenin sonucu olarak kentlere yönelik göç dalgası, kırsal alanlardaki ideolojik-siyasal ilişkilerin kentlere taşınmasına yol açmıştır. Bu da, gecekondu bölgelerinde (yeni söylemle "varoşlar") toplanmıştır.
Kimilerinin "gecekondu sorunu", kimilerinin "varoşlar sorunu" diyerek sosyolojik bir sorun olarak ortaya koyduğu ideolojik-siyasal ilişkiler alanı, sözcüğün tam anlamıyla yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizmin yapısal sorunudur.
Bu sorunun bir yanında gecekondularda yaşayan nüfus, diğer yanında bu nüfusun oluşturduğu pazarda egemen olan sömürücü sınıflar yer alır. 1970-80 döneminde kırsal alanlarda ve gecekondu bölgelerinde devrimci mücadelenin gelişmesine paralel olarak bu kesim üzerinde gücünü kaybeden sömürücü sınıflar oligarşinin saflarında yer almışlardır. Ancak devrimci mücadelenin güç yitirmesine paralel olarak kendi pazarına yeniden egemen olan bu kesim, geçmişte olduğu gibi yeniden kendi çıkarları doğrultusunda oligarşi ile çatışmaya yönelmiştir. Erbakan'ın MNP-MSP ve diğer partileri, her durumda bu çatışmanın siyasal temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır.[3*] Ancak yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizmin bir sonucu olarak bu geleneksel mallar üreticisi ve satıcısı kesim içinde kapitalist unsurlar ortaya çıkmıştır. Bugün AKP yönetiminde etkin bir güç haline gelen bu unsurlar, eski dönemden farklı olarak çatışma yerine uyumu tercih etmişlerdir. Onların uyumu, emperyalizm-oligarşi ikilisinin onlara sağladığı yeni kredi ve pazar olanaklarıyla belirlenmektedir. Dünün şeriatçılığı, bunların elinde "ılımlı islam"a dönüşmüştür. Bu nedenle, dün, gelişen kapitalizme değil, esas olarak oligarşiye karşı olan tepkileri, oligarşi ile "uyum"a dönüşmüştür. Bunlar oligarşi ile çatışmaya yönelmedikleri sürece, sömürücü sınıflar arasındaki çelişkide belirgin bir yumuşama ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan geleneksel kesimler, yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizme (emperyalist üretim ilişkileri) eklemlenmiş ve bu gelişimden pay alan kesimlerin oligarşi-emperyalizm safına geçmesi sonucu iyice güçsüzleşmiştir. Bunlar şeriatçılığı siyasal mücadelenin bir aracı olarak kullanmaya devam etseler de, etkinlikleri "ılımlı islamcılar"ın "uyum"u çerçevesinde zayıflamaktadır. Ancak "ılımlı islamcılık" kendisini tümüyle şeriatçılıktan ayıramadığı için, şeriatçılığın ideolojik-siyasal etkisi, sınıfın ekonomik gücüne bağlı olmaksızın artmaktadır. Bu da, ters yönden yeni bir pazar ilişkisi ortaya çıkarmaktadır. Bu pazar, popülist dilde çarpıtılarak ifade edilen "tesettür pazarı"dır. Bu pazar, gelişen kapitalizmin ürünlerinin geleneksel mallarla birleştirilerek ortaya çıkan bir pazardır. Bu pazarın en temel unsuru kendisine uygun bir yaşam tarzını da ideolojik olarak üretmesidir. Ülker olayında olduğu gibi, bir yandan "muhafazakar-şeriatçı" ürünler, diğer yandan her türlü emperyalist metalar değişik adlarla birlikte üretilip pazarlanmaktadır. Bu nedenle, çatışma, kendi ekonomik içeriğinden sıyrılmakta, giderek "yaşam tarzı" alanına kaymaktadır.
İslamcı-şeriatçı "yaşam tarzı"nın pazarda yarattığı büyük talep, uluslararası islami para-sermaye ile birleşerek bu kesimde önemli bir sermaye birikimine yol açmıştır. Özellikle AKP iktidarıyla birlikte Avrupa merkezli para-sermayenin ülkeye girişiyle birlikte bu kesimlerin yatırımları sürekli büyümüştür.
Bugün keskinleşen çatışma, bu gelişen yeni sermaye unsurları ile bunun dışında kalan küçük ve orta sermaye kesimleri arasındadır. Uzan olayında olduğu gibi, bu çatışma, emperyalist üretim ilişkileri çerçevesinde (modernite) faaliyet yürüten sermaye kesimlerinin "islamcı sermaye" karşısında varlıklarını yitirmelerine yol açmaktadır.
Oligarşinin dışında gelişen bu çatışmanın yönetimin askerileştirilmesi için herhangi bir etkiye sahip olmayacağı açıktır. Yine de bu çatışmada sürekli yenik düşen kesimler, şeriatçılığa karşı laikliği öne çıkartarak eski günlerine geri dönme hesapları yapmaktadırlar.
Üçüncü gerçek, AB'nin emperyalist niteliğidir.
AB, açılımıyla Avrupa Birliği, üç büyük emperyalist ülkenin (Almanya, Fransa ve İngiltere) diğer emperyalist-kapitalist ülkelerle (İtalya, Hollanda, Belçika, Danimarka ve İsveç) oluşturduğu bir ittifaktır. İttifakın temelini, kapitalist pazarların sosyalist devrimler ve halk kurtuluş savaşlarıyla sürekli daralması oluşturur. Bu nedenle, Avrupa'nın emperyalist güçlerinin ittifakı olarak AB, anti-komünisttir, halk kurtuluş savaşlarının açık karşıtlığına (düşmanlık) dayanır.
Bu karşıtlık temelinde AB, aynı zamanda varolan pazarları güvenceye alan bir oluşumdur. Bu bağlamda Yunanistan, Portekiz ve İspanya AB üyeliğine alınmıştır. Bu ilk genişleme, "geçiş toplumları"nın, yani askeri yönetimden "demokrasiye" geçen ülkelerin emperyalist pazardan kopmalarına karşı her türlü gücün kullanılacağı garantisiyle gerçekleştirilmiştir.
Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığından sonra ortaya çıkan paylaşım sonucu Doğu Avrupa ülkelerini bu pazar güvencesi kapsamı içine almıştır. Burada ilk amaç bu ülkelerin emperyalist pazarlara entegrasyonunu sağlamaktır. Bu entegrasyonu engelleyen her türlü siyasal ve toplumsal muhalefet, bizzat AB tarafından tasfiye edilmektedir. Bu tasfiyede kullanılan araçlar ise, adam satın alma ve AB yanlısı "medya"dır. Bu yöntemlerin etkili olamadığı durumlarda AB'nin askeri gücü devreye girecektir.
AB, emperyalist ülkeler ittifakı olarak, kendi pazarlarındaki gelişmeler karşısında her türlü pasifikasyon yöntemlerini ve baskı araçlarını kullanmak durumundadır. Bu faaliyetinde Amerikan emperyalizminin "deneyimleri" yanında, en eski sömürgeci güç olarak İngiltere'nin ve açık işgal "deneyimi" sahibi Fransa'nın "deneyimleri" AB'nin pasifikasyon ve müdahale yöntemlerini belirlemektedir.
AVRUPA BİRLİĞİ'NİN
POST-MODERN DARBE YÖNTEMLERİ
VE AÇIK İŞGAL
Bugün AB'nin kendi "yaşam alanları"nda kendi egemenliğine karşı olan toplumsal ve siyasal gelişmeler karşısında kullandığı temel yöntem, bizde bilinen adıyla "post-modern darbe"dir.
"Post-modern darbe" yöntemi, egemenlik alanı içindeki ülkelerde AB fonlarıyla finanse edilen geniş bir "medya" ağına ve önde gelen küçük-burjuva aydınlarının oluşturduğu "sivil toplum kuruluşları"na dayanır. Gürcistan ve Ukrayna'da olduğu gibi, iktidar gücünü alaşağı etmek için bu güçler yanında Avrupa ya da ABD'de eğitim görmüş bir "toplumsal muhalefet lideri" ortaya çıkarılır. Kendilerinin finanse ettikleri "medya" aracılığıyla bu "muhalefet lideri" pazarlanır ve etrafında vakıflar aracılığıyla satın alınmış geniş bir "muhalefet örgütü" ("sivil inisiyatif") kurulur. Mevcut iktidar seçim sistemini değiştirmeye ve "adil seçim" yapmaya zorlanır. Gerçekleştirilen ilk seçimde "medya" desteğindeki "muhalefet lideri" seçimleri kazanır. Eğer seçim sonuçları istenildiği gibi gerçekleşmez ise, "muhalefet" seçimlere "hile karıştığı" iddiasıyla "sivil direniş" başlatır. Ülke parlamentosunun önünde başlatılan bu "sivil direniş" yeterince uluslararası destek sağlar sağlamaz parlamentoyu basar ve kendisini iktidar ilan eder.
Geçmişte Doğu Almanya, Macaristan, Polonya, Çekoslovakya'da kullanılan "sivil direniş", Romanya ve Yugoslavya'da olduğu gibi silahlı güçlerin açık desteğiyle iktidarın devrilmesini sağlamıştır. Dolayısıyla "sivil direniş"in parlamento baskını, her durumda AB tarafından NATO bağlantıları içinde kurulan "dostluk" ilişkileriyle satın alınmış askeri komutanların açık desteğiyle gerçekleştirilir. Bu darbe yönteminde askeri güç ve askeri yöneticilerin satın alınması temel, "sivil toplum örgütleri" ikincil, yani tali role sahiptir.
Yugoslavya, Gürcistan ve Ukrayna olaylarında görüldüğü gibi, bu "sivil toplumcu darbe", uluslararası "medya" tarafından "kadife devrim" ya da "sivil darbe" olarak lanse edilir. Bu darbenin en temel unsuru, küçük-burjuva aydınlarının hemen hemen tamamının "temiz vakıflar"[4*] aracılığıyla satın alınması, "sivil toplum örgütleri" aracılığıyla belirli bir finansman kaynağının ülkeye aktarılması ve bu kaynak aracılığıyla yeterli elemanın "sivil inisiyatif" çalışanı olarak görevlendirilmesidir. Bu satın alınmış "personel"in görevi, "sivil darbe" sonrasında ülkenin gelişeceği, kalkınacağı, bireylerin gelirlerinin yükseleceği umudunu yaratmaktır. Bizde olduğu gibi, "AB perspektifi" burada önemli bir yere sahiptir.
Yine de emperyalist propagandayla koşullandırılmış kişiler için, bu "sivil darbe", "karşı taraf" anti-demokratik olduğu için demokratik olarak kabul edilebilir. Oysa söz konusu olan, "demokratik seçim" sonuçlarının emperyalizmin desteklediği aday lehine sonuçlanmamasıdır. Dolayısıyla bu olaylarda "demokratik seçim"in hiçbir önemi yoktur.
Bu "post-modern darbe" ya da "sivil darbe"nin en temel başarı koşulu, "karşı tarafın", yani devrilmeleri hedeflenen kesimlerin direnmemesi ve bunları destekleyen kitlenin sessizliğidir. Emperyalist propaganda aracılığıyla "direnme"nin, "kanlı bir iç savaş"a ve emperyalizmin ekonomik ve siyasal ambargosuna (yaptırım) neden olacağı baştan ilan edildiğinden, "karşı taraf" daha işin başında ya teslim olma ya da kanlı bir iç savaşı kabul etme seçeneği ile yüzyüze bırakılmaktadır. Nüfusun bir bölümü, politik olarak aktif kesiminin büyük çoğunluğu ve üst düzey askeri yöneticilerin önemli bir kesimi emperyalizm safında yer aldığından, geri kalan nüfusun "tarafsızlığı" başarının anahtarı haline gelmektedir. Burası, aynı zamanda ipin inceldiği yer, kopma noktasıdır.
İşte bu noktadan itibaren AB'nin açık askeri darbesi gündeme gelmektedir.
Emperyalist çıkarlara (bunların stratejik ya da konjonktürel çıkar olmasının önemi yoktur) hizmet etmeyen yönetimlerin devrilmesine yönelik "sivil darbe" girişimi karşısında "direnme", her durumda silahlı bir direnme olacağından, "sivil darbeciler" safında silahlı güçlerin devreye sokulması kaçınılmazdır. Sudan'da olduğu gibi, bu silahlı güçler "özgürlük savaşçısı" ilan edilirken, karşıtları "hükümet güçleri" olmaktadır. Bu çatışmada "hükümet güçleri" başarılı olduğu ölçüde, emperyalizmin askeri güçleri savaşın tarafı haline gelir. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, bu emperyalist askeri güçler, ülkedeki "batı ülke vatandaşlarını tahliye etmek" paravanası altında ülkenin stratejik yerlerini işgal eder. Böylece "sivil darbe" karşısındaki her "direniş" emperyalizmin açık işgalinin gerekçesi haline gelmektedir.
Bugün AB Ordusu, AB'nin "sivil darbe" başarılarının sonuna gelindiğinin bir kanıtıdır. Artık gündemde askeri güçler ve askeri güçlerin harekâtı vardır.
Buraya kadar ortaya koyduklarımız, "post-modern" ile "pre-modern"[5*] yöntemlerin birarada kullanıldığını ve kullanılacağını göstermektedir. Bir başka deyişle, emperyalizmin eski-sömürgecilik dönemine[6*] ilişkin emperyalist müdahale yöntemlerinin "post-modern" yöntemlerle bir arada görüldüğüdür. Ancak kullanılan sadece yöntemdir. Geçmiş dönemde emperyalizmin fiili işgali mevcut olduğundan, askeri müdahale bu güçlerin harekete geçirilmesi ile gerçekleştirilmektedir. Bugün ise, ülkeler görünüşte bağımsızdır, dolayısıyla emperyalist askeri güçler (özellikle AB için) ülke dışından gelmek durumundadır. Bu nedenle, dış askeri güçlerin hareketi, iç askeri güçlerin "talebi"yle gerçekleşen "insani amaçlar" görüntüsü altında gerçekleştirilmek durumundadır. Tıpkı Amerikan emperyalizminin Irak'ı "demokrasi" götürme amacıyla işgal etmesinde olduğu gibi, emperyalist işgal propaganda araçlarıyla meşrulaştırılmaktadır. Bu meşrulaştırmada kullanılan propagandanın hedef kitlesi ise, emperyalist ülkelerdeki ilerici ve demokrat kamuoyudur.
Bu koşullar altında, emperyalizme bağımlı ülkelerde emperyalizmin yakın ve orta vadeli çıkarlarına uygun olmayan ve bu çıkarlara hizmet etmeyi kabul etmeyen siyasal yönetimlerin, geçmiş dönemdeki hizmetlerinin, yani işbirlikçiliklerinin hiçbir değeri ve önemi bulunmamaktadır. Sorunun özü, o güne kadar emperyalizme sadakatle hizmet etmiş, ancak somut koşullarda emperyalizmin somut çıkarlarına hizmet etmeyen işbirlikçi iktidarların değiştirilmesidir. Bu nedenle, "post-modern darbe"nin başarısı, darbe yapanların da, darbe yapılanların da emperyalizmin işbirlikçileri olmasıdır. Bu durumda, bu ülkelerdeki ilerici, demokrat ve devrimci kesimler, mevcut işbirlikçilere yönelik darbe hareketi karşısında kolaylıkla "tarafsız" konuma itilebilmektedir. Bu da "post-modern darbe"nin başarısının diğer bir güvencesi olmaktadır.
Sonuç olarak, AB, Batı-Avrupa'nın emperyalist ülkelerinin ittifakı olarak kendi "yaşam alanları"nın, yani kendi pazarlarının güvenliğini kendi askeri güçleri aracılığıyla korumaya yönelmiştir. Bu yönelim, "post-modern darbe" olanaklarının sınırlarına gelinmesi, "sivil darbeciler"in kitleler üzerindeki etkilerini (yaratılan umutların büyüklüğü ölçüsünde) kısa sürede yitirmeleri ve yeni pazarlarda "post-modern darbe" karşısında direniş gösterecek yerel güçlerin varlığının bir sonucudur.
AB'nin "Büyük Orta-Doğu Projesi" kapsamında Amerikan emperyalizmi ile birlikte hareket etmesi, aynı zamanda AB'nin askeri güçlerinin daha fazla devreye girmesine neden olacaktır. Bu koşullarda AB'nin askeri müdahalelerinin "demokratik ve insancıl" görünümü, Amerikan emperyalizminin kanlı saldırganlığının bir alternatifi gibi sunulması sözkonusudur. Bu sunuşun ne denli uzun süreceğini ise, AB ülkelerindeki demokratik kamuoyunun ne ölçüde pasifize edileceği belirleyecektir.
Konuyla bağlantılı yazılar:
***
AB Uyum Yasalarıyla "Yukardan Aşağı Demokrasi"
***
AGSP, AGSK, NATO, AB, Kıbrıs vs.
***
Balkanların Yeniden Paylaşımı ve "Kosova Sorunu"
***
“Citizen Verheugen Welcome to Greater Europe”
***
M. Ali Birand’ın Evinde AB Perspektifini Koruyan Türkiye”
***
Soros’un Paraları, Babacan’ın Şehzadesi, AKP’nin "Zina"sı ve 1,9 Dolarlık Yaşam
***
Che Guevara - Ulusal Egemenlik
***
Oligarşinin Küçük-Burjuva Reformist Aydın “Sevgisi Nereden Geliyor?
***
Mandacılar ve Mandalar
***
Küçük-Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi - Maksim Gorki
***
"Yalan Söyleyin, Mutlaka İnanan Çıkar!"
***
Şehir Küçük-Burjuvazisinin "Globalizm Aşkı"nın Sonu
***
Bunlar, Engerekler ve Çıyanlardır...
***
Devletin Gizli Belgeleri ile "Derin Devlet" Edebiyatı
***
“Globalist” Küçük-Burjuvazinin Kozmopolit Kıbrıs Çözümü
***
Karartma Altında Kıbrıs
***
Kıbrıs'ta "Ya Taksim, Ya Ölüm"den "Çözüm ve AB Partisi"ne Uzanan Yol
***
İç Politikada Vur Kurtul/Ver Kurtuldan Dış Politikada Al Kurtul/Ver Kurtula
***
“Globalist” Küçük-Burjuvazinin Kozmopolit Kıbrıs Çözümü
***
"Yalan Söyleyin, Mutlaka İnanan Çıkar!"
Dipnotlar
[1*] Hürriyet, 17 Kasim 2004.
[2*] "Şimdiye degin tarihin başlica güçlerinden birisi olarak ... işbölümü, egemen sinifta, zihinsel ve fiziksel emegin bölünmesi olarak kendini gösterir. Böylece, bu sinif içersinden, bir kesim, sinifin düşünürleri olarak (sinifin kendi hakkindaki yanilsamalarin oluşumunu kendi başlica geçim kaynaklari haline getiren faal ve kuramsal ideologlari olarak) ortaya çikarlarken, digerleri, gerçekte bu sinifin faal üyeleri olduklari halde kendileri hakkinda hayal ve düşünceler yaratmaya daha az zamanlari olmasi nedeniyle, bu düşünce ve yanilsamalara karşi tutumlari daha pasif ve kabullenicidir. Bu sinif içindeki bu ayrilik, iki taraf arasinda belli bir karşitliga ve düşmanliga da dönüşebilir, ama sinifin kendi varligini tehdit eden pratik bir çatişma durumunda, bu durum kendiliginden ortadan kalkar, ve egemen düşüncelerin egemen sinifin düşünceleri olmadiklari ve bu sinifin gücünden ayri bir güce sahip bulunduklari yolundaki görüntü de uçup gider." (Marks-Engels, Alman Ideolojisi.)
[3*] "MSP (Milli Selamet Partisi): Sinifsal olarak, CHP'nin dayandigi sinifsal tabana, yani orta ve küçük sermaye kesimlerine dayanir. Anadolu esnaf zanaatkar sermayesi ile tüccar-tefeci sermayenin destegini almiştir. Emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin 12 Mart sonrasi hükümetler dönemindeki hizli ve hakimiyet saglayici gelişmesine bir tepki olarak (daha önce ayni gerekçelerle ortaya çikan ve 12 Mart döneminde kapatilan MNP'nin yerine) ortaya çikmiş ve AP'nin politik geri çekilişi ile birlikte, bir güç olmuştur. Anti-tekelci, anti-faizci tutumu aslinda, tekellere ve faize karşi oluşundan degil, temsil ettigi orta sermaye kesimlerinin ekonomik olarak gelişmesini ve tekelleşmesini saglamak için kendi politikasini sürdürmek istemesindendir. MSP aslinda, ülkemizin iç dinamigi geregi ortaya çikan ve ülkemizdeki emperyalist-kapitalist üretim ilişkileri ile filizlenen kapitalist unsurlarin tepkilerini bünyesinde toplamiş bir partidir. Bu tepkiler, özünde oligarşiye karşi olan tepkilerdir. Ve politik bir silah olarak kullanilan 'din' ile birlikte, köylülügün de sinifsal destegini almiştir." (Ilker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktigimiz.)
[4*] "Temiz vakiflar"in emperyalist politikadaki yeri ve işlevleri için bkz. Kurtuluş Cephesi, "Amerikan Emperyalizminin 'Project Democracy'si de 'Temiz' Vakiflara Oynamiştir!" (Mart-Nisan 1998, 42. Sayi) ve "Yaşasin Napoléon! Yaşasin Sosisler! [Oligarşinin Adam Satin Alma Politikasi]" (Kasim-Aralik 2000, 58. Sayi).
[5*] "Post-modern", "modern zaman sonrasi" anlaminda kullanilmaktadir. "Modern zaman" ise, II. yeniden paylaşim savaşindan sonraki otomobilli yaşam dönemi için kullanilmaktadir. "Pre-modern" sözcügünü bu baglamda II. yeniden paylaşim savaşi öncesi dönem için kullaniyoruz.
[6*] "II. Yeniden paylaşim savaşindan önce, emperyalist istismar metodu sonucu, geri-biraktirilmiş ülkelerde, emperyalizmin müttefiki yerli egemen sinif feodalizmdi. (Komprador-burjuvazi emperyalizmin uzantisindan başka birşey degildir). Ikinci bölümde etrafli şekilde belirttigimiz gibi, emperyalist kontrol ve fiili durum, genellikle kiyi bölgelerinde, limanlarda, stratejik yerlerde ve ana haberleşme merkezlerindeydi. Merkezi otorite çok zayifti. Ülkenin ve nüfusun 3/4'ü, kendi aralarinda da çelişkileri olan zayif feodal mahalli devletçiklerin kontrolü altindaydi. Şehirleşme, ulaşim, haberleşme, kapitalizm egemen olmadigindan zayifti. Ülke için emperyalizm dişsal bir olgu, toplumsal süreç de feodal bir süreçti. Bu yüzden ülkedeki baş çelişki ülkenin ve nüfusun dörtte üçünü kontrol altinda tutan zayif feodal birimler ile yari-serf durumunda olan köylüler arasindaydi. (Demokratik mücadele) Köylülerin spontane mücadele ve patlamalarini örgütleyip, onlara proleter devrimci bilinci götürerek, proletarya partisinin yönetiminde kurulan köylü ordusu ile zayif mahalli feodal otoritelerin güçlerini kirarak üs bölgeleri kurmaya başlayip, ülkeyi yavaş yavaş denetim altina almaya başladiklari evrede, emperyalizm, kendi sömürüsünü korumak için, ülkeyi bütün olarak işgal ediyordu. O zaman, ülkenin baş çelişkisi emperyalizm ve bir avuç hainin dişinda bütün ulus arasinda olmaktaydi. (Milli Mücadele) Iç savaş döneminde savaş, genellikle sinifsal şiarlarla ve sinifsal planda yürürken, devrimci milli savaş evresinde savaş, ulusal planda ve ulusal şiarlarla yürümektedir." (Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III.)