Gümüşlük’te Piyano Festivali:
Müzik Dine Alet Edilirken
Yukarda resmi görülen "şamdan"ın adı zeytin yağı ile yanan menora'dır. Yahudi dininin kutsal simgelerinden en önemlisidir. Hıristiyanların noelinin bir benzeri olan Hanukka bayramı menora'ya ilişkin bir efsaneyle ilgilidir. Teokratik (dini esaslara dayalı) bir devlet olan İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte menora da devletleşmiş ve Sion' da baş köşeyi almıştır. Siyonistlerin kendi deyişleriyle, "Yeruşalayim başkenti olarak sonsuza kadar yaşayacak devleti"nin simgesi olarak menora bugün İsrail'in merkezinde yer almaktadır.
Böylesine dini ve siyonizmin "megan David"i (Davud Yıldızı, İsrail'in bayrağındaki yıldız) yanında en büyük simgesi olan menora Amerikan yahudi aydınlarının "entelektüel mekanları"nın ayrılmaz bir aksesuarıdır. Bu nedenle, "Amerikan lifestyle" hayranı işbirlikçi aydınlar için de menora "iç mekan dekorasyonunun" ayrılmaz bir parçası olmuştur.
Bay %5 Ertuğrul Özkök'ün reklamcılığını yaptığı, Cem Boyner'in sahibi olduğu holdingin yayınladığı Lexus ve Zeytin Ağacı da, bu siyonizmin simgesi olan zeytin yağı ile yakılan menora kadar entelektüel yaşamların parçası olmuştur. Uluslararası yahudi "cemaatleri" tarafından desteklenen ("globalist" dilde ifade edersek, sponsorluğu yapılan) her türlü faaliyette, Lexus'la simgelenen lüks ve pahalı otomobiller, zeytin ağacı ve menora hep birlikte yer alırlar. Her türden azınlık cemaati toplantılarında, "kültürel etkinlik" adı verilen dini ayinlerinde bu simgeleri görmek olağan hale gelmiştir. Özellikle 12 Eylül askeri darbesiyle ithalatın liberalize edilmesiyle bu olgu daha da belirginleşmiştir.
Bilindiği gibi, 12 Eylül askeri darbesi sonrasında ithalatın liberalize edilmesi, yani her türden emperyalist malların ülkeye girişinin serbest bırakılmasıyla birlikte, ithal malları ticaretinde "patlama" olmuştur. İthal malları ticareti, artan oranda "birkaç dil bilen, tahsilli" eleman ihtiyacı ortaya çıkarmıştır. Bu eleman ihtiyacı, yabancı dilde eğitim yapan okulların birbiri ardına açılmasına yol açarken, diğer yandan "hazır insan kaynakları"nın devreye sokulmasını getirmiştir. "Hazır insan kaynakları" ise, "azınlıkların" özel yabancı okullarda eğitim görmüş çocukları olmuştur.
Gelişen ve büyüyen ithal malları ticareti, bu "azınlık çocukları"nın istihdamını artırırken, aynı zamanda "azınlık kültürü"nün yeniden keşfedilmesini sağlamıştır. Geleneksel olarak ticaret ve bankacılık alanlarında çalışan, birkaç "yabancı" dil bilen, "tahsilli" rum ve yahudi azınlıkların iş dünyasında etkin hale gelişleri küçük-burjuva aydınlarının "azınlık kültürü"ne olan "sevgi ve ilgilerini" artırmıştır. İlkin İstanbul Festivali ve Sinema Günleri kapsamında kendini dışavuran bu "azınlık kültürü sevgi ve ilgisi", giderek entel cafélerden barlara kadar genişlemiştir.
Tarihsel olarak tüccar bir topluluk olan yahudiler ile Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri İstanbul'daki uluslararası ticari ve mali ilişkilerde etkin olan rumlar, bu gelişmenin ekonomik, toplumsal ve siyasal meyvalarını toplamaya başlamışlardır. Ekonominin ithalata bağımlı yapısı ve küçük-burjuvazinin ithal tüketim mallarına olan tutkusuyla "patlama" yapan ithal malları ticaretinin ekonomide birincil önem kazanmasıyla "kariyer" sahibi olan bu azınlıklar, "vazgeçilemez" olduklarını gördükleri oranda, kendi özel çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelmişlerdir.
Sezen Aksu'nun Ege şarkılarıyla, magandaların tabak kırma mekanları olan tavernalarla, Aya İrini vb. ortodoks kiliselerinde düzenlenen festivallerle ithal malları sektöründe çalışan rumların etkinliklerine zaman içinde yahudi "lobisi" de eklenmiştir. Ancak yahudi azınlık, siyonizme karşı olan toplumsal tepkiyi gözönüne alarak, bu etkinliklerde "gölgede" kalmaya çalışmıştır. Asıl olarak "kültürel yaşam"da finansatör ya da organizatör olarak rol alan yahudi "lobisi", ortodoks kiliselerinde düzenlenen festivallerde ve resitallerde kendilerine karşı olan tepkiyi pasifize edecek yol ve yöntemler geliştirmişlerdir.
İsrail'e Manavgat suyu satışı ve güney sahillerine gelen İsrailli turistler yahudi cemaatinin faaliyetlerini "turizm beldelerine" kaydırmalarına yol açmıştır. "Turizm beldeleri"nin en büyük özelliği ise, buralarda olan bitenlere "medya"da fazlaca yer verilmemesidir. Bir başka ifadeyle, güney sahillerindeki eğlence ve dinlence sektörünün "işleri" kamuoyundan gizlenmektedir. "Medya"nın "ileri gelenleri"nden "solcu" aydın ve sanatçılara, emekli generallerden politikacılara kadar herkesin "dinlence" yerlerinde "rahatsız edilmemesi gerektiği" konusundaki "medyatik konsensus", bu gizliliğin sağlanmasına uygun bir ortam yaratmıştır.
Son dönemde 12 Eylül "aydınları"nın inzivaya çekildiği ve bu inziva günlerinde üniversite gençlerini "eğittiği" Gümüşlük beldesi bu gizli yaşam alanlarının yeni "gözdesi" haline gelmiştir. Latife Tekin'in "Gümüşlük Edebiyat Akademisi" bu yönde atılmış ilk büyük adım olmuştur. "Sponsor"luğunu Garanti Bankası, Profilo, Koç Holding, Koleksiyon Mobilya, Öztüre Holding, Çanakkale Seramik, Simko-Siemens, Göktepe Plastik, Uğur Dondurucuları'nın yaptığı bu "akademi"yle birlikte Gümüşlük'ün "makus kaderi" yenilmiştir! Artık yeni adımlar atılmasının önünde fazlaca engel bulunmamaktadır! 23 Ağustos 2004 günü basında yer alan şu haber bu yeni adımın ne olduğunu göstermektedir: "Eklisia'nın büyülü ortamında organize edilen ve dünya çapında öneme sahip sanatçıların konserler verdiği Gümüşlük Piyano Festivali'nde Hüseyin Sermet ve Hande Dalkılıç' tan sonra dün akşam da Devlet Sanatçımız İdil Biret Bodrumlu sanatseverle buluştu.
Katılımın çok yüksek olduğu ve bir saat onbeş dakika süren konser, bilim, sanat ve siyaset dünyasından bir çok ünlü ismi de bir araya getirdi. Konseri izleyenler arasında Başbakan eski yardımcısı, Erdal İnönü ve eşi Sevinç İnönü, Genel Kurmay eski Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, CHP'li Muğla Milletvekilleri, Ali Arslan, Fahrettin Üstün ve Avrupa Parlamentosu üyesi Gülsün Bilgehan da bulunuyordu."
Böylece "Eklisia'nın büyülü ortamında", Erdal İnönü ve eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun içlerinde yer aldığı "seçkin davetliler" İdil Biret konseri izlerken, piyanonun arkasında menora tüm haşmetiyle ortaya çıkmıştır.[1*] Burada küçük bir ayrıntıya da değinmek gerekmektedir: "büyülü ortamından" söz edilen Eklisia, eski bir kilisedir. Fotoğrafta da görüldüğü gibi, konser verilmeye fazla elverişli olmayan alçak tavanlı bir yapıdır. Ama amaç, gözlerden uzak "seçkin davetlilere" hıristiyan ve yahudi sentezi bir "mekan" sağlamak olduğundan bunun hiç bir önemi olmamıştır.
İşin diğer yanı ise, bu piyano festivalinin "sponsorluğunu" Gümüşlük Belediyesi, Bilkent Üniversitesi, İngiliz Kültür Bakanlığı, Kavaklıdere Şarapları, Arion Resort Bodrum, Türk Hava Yolları ve Gümüşlük Jandarma Komutanlığı'nın yapmış olmasıdır.
Gümüşlük Jandarma Komutanlığı'nın "sponsorluğu" basında şöyle yer almıştır: "Yaz ayları boyunca değişik ilçelerde ve beldelerde temizlik yapan Muğla İl Jandarma Alay Komutanlığı Çevre Koruma Timi, Bodrum Gümüşlük'te çevre temizliği gerçekleştirdi. Temizlik çalışmalarına Gümüşlük Jandarma Karakolu ekipleri, Jandarma Asayiş Bot Timi, vatandaşlar ve Çevre Koruma Timi personeli katıldı." Böylece Türk-İslam sentezi, Türk-İslam-Yahudi ve Hıristiyan sentezine dönüşürken, Türk Silahlı Kuvvetleri, bu sentezin "sponsor" koruması ve temizlikçisi olarak ortaya çıkmıştır.
Dün, Genelkurmay Başkanı iken "en kemalist", "en laik", "en vatansever" genelkurmay başkanı ilan edilen Hüseyin Kıvrıkoğlu, bugün aynı "kemalist ve laik" kişiliğiyle şarapçılarla, yahudi turizmcilerle birlikte her yönüyle dinsel bir "festival"de boy gösterebilmektedir. "Mehmetçik"e düşen görev ise, bu dini müzik festivalinin artıklarını toplamak olmaktadır.
Önce klasik müzik mekanları kiliselere taşınarak (Aya İrini bunların en ünlüsüdür) dinselleştirilirken, şimdi dinselleştirilmiş mekanlarda müzik dinselleştirilmektedir.
Bu olayda yahudilerin ya da hıristiyanların ne yaptıkları ya da ne yapmak istedikleri fazlaca önemli değildir. İster Ariel Şaron'un Filistinlilere yönelik katliamlarının yaratmış olduğu "kötü imajı" düzeltmek amacı güdülmüş olsun, ister İstanbul'da yahudi cemaatine yönelik saldırılara karşı bir dayanışma sergilemek amacı güdülmüş olsun, hıristiyan kilisesinde yahudi simgesi altında piyano festivali izleyenler kendilerini "türk ve müslüman" olarak tanımlayan "seçkin ve laik" insanlardır. Bu "seçkin" insanlar, müziğin dinselleştirilmesinden hiç bir rahatsızlık duymamaktadırlar. Bu nedenle, dinselleştirilmiş müzik ya da kültür festivalleriyle dinsel ve dinsel-politik propaganda yapılması da onları ilgilendirmemektedir. Ulus, ulusal devlet, ulusal ekonomi vb. her türlü "ulusa ait" kavramların ve değerlerin işlevsizleştirildiği ve ülkenin üzerinde bir yük olarak gösterildiği bir dönemde, dine ve dinsel değerlere olan bu "teveccüh" şaşırtıcı değildir.
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin kozmopolitizmi ile beslenen ve ithalatın liberalleştirilmesiyle tüm sömürücü sınıfların ortak bir perspektifi haline gelen "globalleşen dünya" söylemi, ülkenin ve devletin varlığının temelini oluşturduğu iddia edilen ulusal birliği bozmuş ve dağıtmıştır. Ulusal birliğini kaybeden devlet, giderek kendi varoluşunu dinde, yani müslümanlıkta bulmaya yöneltilmiştir. Artık ulusalcılık değil, ümmetçilik dönemi başlamıştır. Ümmetçiler için de, toprak birliği önemli değildir.
İşte bu ümmetçilik arayışı içine girmiş bir ülkede, her türden dinsel ya da etnik azınlık için bir toprak edinme olanağı ortaya çıkmıştır. Özellikle rum ve yahudi azınlıkların Anadolu'da toprak edinme çabaları bu ortamdan beslenmektedir. Onlar, ulusal birliğin parçalayıcıları değildir. Onlar, yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan azınlıklar olarak, ulusal birliğin dağılmasının yarattığı Anadolu topraklarının yeniden paylaşımının gündemde olduğu sanısıyla, kendilerine düşen payı almak istemektedirler.
Kendilerini "muhafazakar demokrat" ya da "ılımlı islamcı" olarak sunan AKP ve destekçilerinin ümmetçiliği açısından, Bodrum' un, Diyarbakır'ın ya da Atina'nın toprak olarak kime ait olduğunun önemi yoktur. Onlar, feodal üretim ilişkilerinin kalıntılarının kapitalizm koşullarında ve kapitalizmin çatlakları arasında varlıklarını sürdüren kesimlerini temsil ettikleri için, ulusal pazarın ne anlama geldiğinden bile habersizdirler. Onların tüm ticari ve ekonomik deneyimi, islami şirketlerin ürettiği mal ve hizmetlerin müslümanlar tarafından mutlaka alınacağından ibarettir. Bir başka deyişle, onların tüm ticari dehaları, müslümanların "helal et"ten başkasını tüketmeyeceği ile sınırlıdır. Bu nedenle, Heybeliada ruhban okulu açılması karşılığında Atina'da cami açılmasından anladıkları tek şey, Atina'da "helal et" satma olanağına kavuşmaktır.
Herkesin ağzından "allah" sözcüğünün düşmediği, televolecilerin, popstarların "allahıma bin şükür"le kalkıp "allahıma bin şükürle" yattıkları bir ülkede, ulusal pazardan, ulusal kültürden, ulusal ekonomiden ve en nihayet ulusal devletten söz etmek ise gülünç olmaktadır. Genelkurmay Başkanının bile açıkça ordunun pragmatistliğini ilan ettiği böyle bir ülkede, rum ve yahudi azınlığın "ülkeyi parçalamak için komplo düzenledikleri"ni iddia etmek ise, saçmalıktan başka birşey değildir.
Böyle bir ortamda ve böyle bir ülkede, kozmopolit küçük-burjuva aydınlarından işbirlikçi burjuvazisine, emperyalist tekellerin yerli acentalarından re-export tüccarlarına kadar herkesin "AB pasaportunu cebine koyarak" ülkeyi terk etmeye ve dolar karşılığı satmaya hazır olduğu bir ülkede, "sessiz çoğunluk" denilerek "sürüye sayılan" halk ise olayları sadece izlemekle yetinmektedir. Sanki mütareke aydınlarının ve yorgun savaşçıların döneminde, "estağfurullah beyim, senin Türk dediğin Haymana'da yaşar" diyen Osmanlı köylüsü gibi olaylara kayıtsız kalmaktadır.
"Sevr hortlatılıyor", "yeni Sevr dayatılıyor" diye feryat-figan edenler ise, bu halkın hiçbir zaman Sevr'i yaşamadığını, Sevr'in ne olduğundan ve ne anlama geldiğinden habersiz olduğunu unutmuş görünmektedirler. Feodal ideolojilerle körletilmiş, bilinçlenmesi ve aydınlanması engellenilmiş "milletin efendisi" köylüler için "vatan", "yurt" ya da "ülke" denilen şey, birkaç dönüm tarlası ile bir göz evinden ibarettir. Anadolu insanı için artık "gavur", "müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkan gayri-müslimler" değil, kendilerine para getiren "turist"lerdir. Onlar İzmir'in levantenlerini, Galata bankerlerini, Duyun-u Umumiye'yi bilmedikleri gibi, Osmanlı'dan beri "kerim devlet"ten, ceberutluktan, baskıdan ve jandarma dayağından başka birşey görmemişlerdir. Onlar için "devlet", çarık yerine ayakkabı giydiren, gecekondularına tapu veren, ürünlerine yüksek taban fiyatı veren politikacılardan ibarettir. Ve bu politikacılar da gelişmelerin "iyi" olduğunu söyledikleri sürece, kendilerini ilgilendiren bir sorun görmemektedirler.
Müziğin, kültürün, sanatın dine, dinin siyasete ve siyasetin ülkenin toprak olarak paylaşımına alet edildiği bir ulus için, "AB referandumu" ile kendi kendini fesh etmek tek seçenek ve tek "alın yazısı" olmaktadır.
Ancak tarihin diyalektiği her etkinin bir tepkiye yol açtığını, gelişmenin zıtların mücadelesinin ürünü olduğunu gösterir. Dolayısıyla her "alın yazısı" kendi zıddını, karşıtını içinde barındırır. Ulusallığın karşıtı olarak sunulan "globalizm" kendi karşıtını "yerellikte" yaratırken, ulusal birliğin dağıtılması da kendi karşıtını "yerel güçler"de bulur. Bu "yerel güçler" ise, Anadolu esnafı, tüccarı, orta ve zengin köylüleridir. Eski "mahalli mütegalibe"nin torunları, bugün "globalist komprador burjuvazinin" hasmı haline gelmektedir.
Bu görüngüler tarihin tekerrür etmesinin görüngüleri değildir. İbret alınsa da alınmasa da, tarih, asla tekerrür etmez. Görüntüdeki benzerlikler sadece tarihin sarmal hareketinin izdüşümünün bir yansısıdır. "İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve, onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar."[2*] Müzikten dine, dinden siyasete, siyasetten devletin sivil-asker bürokrasisine, kentlerdeki sınıfsal ayrışmadan kırsal alanlardaki mülksüzleşmeye kadar uzanan gelişmelerin ortaya çıkardığı sanılan tüm dinsel, siyasal ve etnik güçleri, "tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmış" olan güçlerdir. Ne köylüler feodal ve yarı-feodal dönemin köylüleridir, ne işbirlikçi burjuvalar komprador burjuvalardır, ne de Anadolu esnaf ve tüccarı eski "mahalli mütegalibe"dir. Toplumsal süreç feodal ya da yarı-feodal bir süreç değil, yukardan aşağıya, yeni-sömürgecilik yöntemleriyle geliştirilmiş kapitalist bir süreçtir. Bu nedenle, tarihin bu döneminde sahne gerisinde, sanayi ve tarım işçileri, yoksul köylüler ve mülksüzleştirilen kent ve kır küçük-burjuvazisi yer alır.
Varoluşunun hiç bir döneminde "milli" (ulusal) niteliğe sahip olmamış yerli tekelci sanayi ve ticaret burjuvazisinin ulusal birliğin oluşumunda hiç bir rolü olmadığı gibi, sürdürülmesinde de bir işleve sahip olmamıştır. Bu yerli tekelci burjuvazi, daha baştan, çekirdek halindeyken emperyalizmle bütünleşerek gelişmiştir. Dolayısıyla emperyalizmin işbirlikçisidir, gayri-millidir.
Ülkede gelişen kapitalizm kendi iç dinamiği ile gelişmediğinden, emperyalizme bağımlı ve emperyalizmin çıkarlarına uygun olarak yukardan aşağıya geliştirildiğinden, çarpıktır. Dışa bağımlı bu çarpık kapitalizm koşullarında kendi ulusal pazarına dayanarak gelişen bir burjuvazinin varlığından söz edilemez. Toplum kendi iç dinamiği ile gelişmediğinden, ekonomisinden siyasetine, kültüründen toplumsal yapısına kadar her alanda, burjuva anlamda bir ulusal birlik ve ulusal bilinç de mevcut değildir.
Bu emperyalist üretim ilişkileri içinde aydınından sanatçısına, sivil bürokrasisinden askeri bürokrasisine kadar egemen olan tek şey işbirlikçiliktir. İşbirlikçilik, ister emperyalizmin eski-sömürgecilik dönemindeki gibi komprador nitelikte olsun, ister "mütareke" dönemi İstanbul'u gibi işgalci düşmanla yapılan işbirlikçilik olsun, işbirlikçiliktir ve her işbirlikçi gibi, işbirliği yaptığı kesimlerin (ülkelerin ya da şirketlerin) çıkarlarına hizmet ederler. İşbirlikçi burjuvazi emperyalizmin çıkarlarına bağımlı olduğundan, ulusal birliğin geliştiricisi ve pekiştiricisi olamayacağı gibi, kurucusu olmadığı bir ulusal birliğin koruyucusu da olamaz. Böyle bir ülkede, burjuva anlamda bile demokratik devrim sorunu varlığını sürdürür. Ülkede varolan her türden çarpıklığın temelinde demokratik devrimin tamamlanmamış olması yatar.
Burjuva anlamda da olsa, demokratik devrim tamamlanmadığı için, yasamadan yargıya kadar tüm devlet yapılanışı anti-demokratiktir; laiklik, toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçası olmaktan uzak, sadece devletin yasal zoruyla ayakta duran bir "yönetim kuralı" olarak vardır ve ulusal birlik devletin askeri güçleriyle korunan yapay bir cemaat birliğidir.
Altyapısından üstyapısına kadar tam anlamıyla çarpık olan toplumun içinde bulunduğu belirsizlik ve dengesizlikten kurtulabilmesinin tek yolu demokratik devrimin gerçekleştirilmesinden geçmektedir. Demokratik devrimin öncülüğünü yapabilecek tek sınıf ise, işçi sınıfıdır. Dolayısıyla ülkenin ve toplumun içinde bulunduğu ve giderek dağılmaya yol açan dengesizlikten kurtulabilmesi için, işçi sınıfının öncülüğünde demokratik halk devriminden başka yol bulunmamaktadır.
Kimilerinin sandığı gibi, "kemalist devrimciliği Marksist düşünceye dayalı kalkınma yöntemleriyle bütünleştirip sağlam bir ulusal model" oluşturarak, demokratik halk devriminin gerçekleştirilmesi zorunluluğundan kurtulunamaz. Demokratik devrim, proleter devrimciliğin Marksist düşünce temelinde demokratik bir toplum ve bu toplum temelinde ulusal birliğin yaratılması demektir. Bunun dışındaki her yol, ülkenin ve halkın geleceğini, işbirlikçi burjuvazinin ve onun istihdam ettiği kozmopolit küçük-burjuvaların insafına terk etmekten başka sonuç vermeyecektir. Tarihin bu gerçeğini görmezlikten gelenler, kendilerini ne denli "ilerici, demokrat ve yurtsever" olarak tanımlarlarsa tanımlasınlar, CHP'li belediye başkanına sahip Gümüşlük'te hıristiyan kilisesinde yahudi şamdanları altında yapılan ve Erdal İnönü'lü, Hüseyin Kıvrıkoğlu'lu piyano festivalinde olduğu gibi, jandarmanın "çevre temizlikçiliği"nden bir adım öteye geçemeyeceklerdir. Ülkesini, yurdunu ve halkını seven, kendi geleceğini ve kaderini halkın kaderi ve geleceğinden ayrı görmeyen gerçek ilerici, demokrat ve yurtseverlere düşen görev, bu gerçeklerin bilincinde olarak devrimci mücadele saflarında yer almalarıdır. Bu mücadele, tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye mücadelesidir.
[1*] Burada kullanılan menora basit bir aksesuar değil, yahudi "şeriatına" uygun ölçülerdedir. Yahudiler için menora'nın boyunun, ortalama bir insan boyu veya biraz daha uzun olması dinsel bir gerekliliktir. [2*] K. Marks, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i, Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s. 477.