Herkesin kendince anlam yüklediği pek çok sözcükten ikisi de “savaş” ve “barış” sözcükleridir. Herkesin kendince yüklediği anlama göre, bu iki sözcük “kavram” olarak kullanılır.
Tek başına “savaş” kavramı, bir şeye karşı (sigaraya, koleraya, obeziteye, lösemiye, alkole vb.) yürütülen “mücadele” anlamına geldiği gibi, düşmana ya da hasma karşı “silahlı güçlerle yürütülen mücadele” anlamına da gelir. Savaş kavramının bu ikili anlamı nedeniyle, Türkçe askeri literatürde savaş sözcüğü yerine Arapça “harp” sözcüğü kullanılır.
“Barış” kavramı ise, bir anlamda anlaşmazlıkların karşılıklı anlayış ve hoşgörüyle çözümlenmesi, uzlaşmaya gidilmesi anlamına gelirken (sulh), diğer anlamda savaş durumunun bir anlaşmayla sona erdirilmesiyle ortaya çıkan “savaşmama durumu”dur. Ancak “savaşmama durumu”, aynı zamanda “ateş-kes”, yani karşılıklı silah kullanımının durdurulması anlamına da geldiğinden, “barış” kavramı, çokluk bir savaş durumunun, yani savaşın sona ermesiyle ortaya çıkan durumu tanımlar.
Ancak her savaşın, mutlak anlamda bir barışla, yani savaşı sona erdiren bir anlaşmayla sonuçlandığını ya da sonuçlanacağını söylemek tarihsel olarak yanlıştır. Genellikle, sonucu kesin olan savaşlar, yani kazananın belli olduğu savaşlar bir “barış dönemi”nin başlamasına yol açsa da, bir “barış anlaşması”yla sonuçlanmaz. Bu tür savaşlardan sonra ortaya çıkan “barış dönemi”, savaşı kazanan tarafın belirlediği koşullara bağlıdır. Yenilen tarafın bu “barış dönemi” üzerinde ve koşullarında herhangi bir etkisi söz konusu değildir. Bu nedenle, yalın anlamıyla “barış yapmak”, bir savaşın kesin ve mutlak bir kazananının olmadığı durumlara ilişkindir.
20. yüzyılın iki büyük emperyalistler arası paylaşım savaşından birincisi “barış anlaşmaları”yla (Versailles Anlaşması, Brest-Litovsk Anlaşması, Sevr Anlaşması vb.) sonuçlanırken, ikincisi, yenilen tarafın kayıtsız-şartsız teslim olmasıyla sonuçlanmıştır.
1950-1953 yıllarındaki Kore Savaşı sadece “ateş-kes anlaşması”yla sonuçlanırken, Vietnamlıların Fransız sömürgeciliğine karşı yürüttükleri I. Direniş Savaşı 1954 yılında yapılan Cenevre Konferansı’yla ülkenin ikiye bölünmesiyle (Kuzey ve Güney) sonuçlanırken, Amerikan emperyalizmine karşı yürütülen II. Direniş Savaşı, Vietnam Kurtuluş Ordusu’nun Güney Vietnam’ın başkenti Saygon’u ele geçirmesiyle (1 Mayıs 1975) sona ermiştir.
İç savaşlar ise, genellikle taraflardan birisinin mutlak zafer elde etmesiyle (İspanya İç Savaşı’nda olduğu gibi) sonuçlanmıştır. Devrimler ve devrimci savaşlar da benzer özelliklere sahiptir. Bazı istisnalar dışında devrimci savaşlar, zafer ve yenilgiden başka seçeneğin olmadığı savaşlardır. Bu nedenle devrimci savaşlarda “barış anlaşmaları”ndan söz edilemez.
Devrimci savaşların bu niteliğine rağmen, Latin-Amerika’daki bazı devrimci gerilla savaşları (El Salvador) “hükümet güçleri”yle yapılan “barış anlaşmaları”yla sona erdirilmiştir. El Salvador’da ortaya çıkan “barış”, FMLN güçlerinin bazı demokratik hak ve özgürlükler karşılığı gerilla savaşını sona erdirmesiyle gerçekleşmiştir. (Bir zamanlar Türkiye solunda en fazla gönderme yapılan “barış anlaşması” da El Salvador örneği olmuştur.)
Tüm bu ve benzeri tarihsel gerçeklerin gösterdiği tek şey, savaşların mutlak olarak tarafların karşılıklı “barışmasıyla”, “barış anlaşmasıyla” sonuçlanmadığıdır.
Yazılı tarihin ilk büyük “barış dönemi” olarak tanımlanan “Pax-Romana”, yani Roma Barışı, Sezar döneminde Roma İmparatorluğu’nun tüm Avrupa’yı fethetmesiyle başlayan ve Roma’nın mutlak egemenliğine dayanan bir dönemden başka bir şey değildir. Pax-Romana döneminin temelinde, Roma’nın büyük askeri gücü ve Roma hukuku yatar. Özcesi, Pax-Romana, yenenlerin yenilenlere dayattığı ve dikte ettirdiği koşullarda ortaya çıkan bir “barış”tır.
Bugün Türkiye’de tüm bu gerçekler bir yana itilerek, “İmralı süreci” adı altında bir “barış” söylemi başını alıp gitmiştir. “İmralı süreci”ne karşı çıkan ya da eleştiren herkes “savaş istemek”le, “savaş yandaşı” olmakla itham edilmektedir. (Benzer durum Suriye’deki savaş için de geçerlidir.)
“Terörle mücadele” paravanası altında Kürt ulusal hareketini yok etmeye yönelik devletin zor güçlerinin yürüttüğü haksız (ve kirli) savaşa karşı çıkmak ile her türlü savaşa karşı çıkmak birbirine karıştırılmıştır. Genellikle PKK’nin yürüttüğü savaşı “haklı savaş” olarak tanımlamaya dilleri varmayan, ama devletin PKK’ye karşı yürüttüğü “kirli savaşa” karşı olanlar tarafından geliştirilen ve “liberaller” tarafından yaygınlaştırılan bu söylem tipik bir küçük-burjuva oportünizminden başka bir şey değildir. Bu oportünist anlayış, Kürt ulusunun kendi kaderini belirleme hakkının tanınması yerine, “bölgesel (toprağa-bağlı) ulusal-kültürel özerklik” çerçevesinde “sorunun” çözümlenmesini ister. Ancak bu “istemi”ni açıkça ifade etmek yerine, içeriği olmayan, ne anlama geldiği bilinmeyen bir “barış” söylemiyle (“silahlar sussun”, “analar ağlamasın”) gizlemeye çalışır. Bu, Lenin’in deyişiyle, “gerçekte demokratik kurumlar getirmekte umutsuzluğu kapılan”, “ulusal kavgalardan kurtulmaya çalışan” küçük-burjuva aydınlarının “oportünist düşünden” başka bir şey değildir.
Bugün Türkiye’de “barış” diye ortalıkta dolaşanların, “İmralı süreci”ne toz kondurtmayanların A. Öcalan’la yapılan “müzakereler”de nelerin “kabul edildiği”ni özenle gizlemeye çalışmalarının arka planında bu “oportünist düş” yatmaktadır.
Bu oportünist “düş”, Kürt ulusal kurtuluş hareketinin yaratmış olduğu “anarşi ve terör”den ve bunun bir sonucu olduğu varsayılan anti-demokratik düzenden kurtulmakla sınırlı değildir. “Barış”ın koşullarını ve gereklerini gizleyerek, genel bir “savaş karşıtlığı” düşüncesini yaygınlaştırarak ideolojik bir amaca da hizmet etmektedir. Bu ideolojik amaç, Türkiye gibi sürekli milli krizin varolduğu, dolayısıyla devrimci mücadelenin gelişmesinin koşullarının varlığını sürdürdüğü bir ülkede devrimci savaş kavramını tahrip etmek ve değersizleştirmektir.
Bir devrimci savaşın olmaz-sa-olmaz koşulu olan, “kurtuluşa kadar savaş”, “zafere kadar savaş” sloganında ifadesini bulan kazanma iradesi ve kararlılığı bu “barış” söyleminin temel hedefi durumundadır. Bu öylesine açıktır ki, böyle bir “barış”ı istemeyen herkes “savaş” istemekle suçlanmakta ve “savaş” bir suç, cinayet, katliam olarak sunulmaktadır. Öte yandan, Suriye’de “muhalifler”in yürüttüğü savaş “meşru ve haklı” görülürken, “rejimin” kendisini koruması ve savunması “gayri-meşru ve haksız” ilan edilebilmektedir.
Devrimciler, burjuva ya da küçük-burjuva pasifistlerinden ve hümanistlerinden farklı olarak, her türlü savaşa ve teröre karşı değildirler. Haklı savaşlar ile haksız savaşları birbirinden ayırırlar. Haksız savaşlara karşı çıkarken, haklı savaşları desteklerler ve içinde yer alırlar. Pek sözü edilmese de, aynı durum “terör” ve “şiddet” konusunda da geçerlidir. Devrimciler, “ilke olarak şiddet ve terörizmi” asla reddetmezler.[1*] Devrimcilerin karşı oldukları “terör”, bireysel terördür, karşı-devrimci terördür.
Herkesin kolayca görebileceği ve anlayabileceği gibi, bugün “terör”den, “şiddet”ten, “savaş”tan yakınanlar, emperyalizmin ve egemen sınıfların terörünün ezilen ve sömürülen kitleleri “yıldırmak”, “sindirmek” için kullanılan bir şiddet eylemi olduğunu gözlerden gizlerler, görmezlikten gelirler. Emperyalizmin ve egemen sınıfların “terör”ünü, ezilen ve sömürülen kitlelerin “terörü”yle meşrulaştırırlar. 1968-1980 dönemindeki devrimci silahlı mücadele ile devletin ve faşist milislerin terörünü bir ve aynı kefeye koyarlar. Hatta faşist milislerin terörünü, solun “silaha sarılması”nın bir sonucu gibi gösterecek kadar ileriye giderler.
Haklı ve haksız savaşları, devrimci şiddet ile karşı-devrimci şiddeti bir ve aynı kefeye koyanların, “analar ölmesin” edebiyatıyla “her türlü savaşa ve şiddete karşı” çıkışları, silah tekeline sahip olan ve her türlü şiddet (savaş) aracını kullanan emperyalizme ve egemen sınıflara karşı ezilen ve sömürülen kitlelerin elini kolunu bağlamaktan ve silahsızlandırmaktan başka bir amacı yoktur.
Biz, “Kurtuluşa Kadar Savaş”tan söz ediyoruz. Kurtuluş, emperyalizmden, baskıdan ve sömürüden kurtuluştur. Emperyalizmden, baskıdan ve sömürüden kurtulana kadar savaşmak ve savaşı sürdürmekten başka çare yoktur. Onlar, emperyalistler, sömürücüler ve egemenler, kendi egemenliklerini ve düzenlerini kendiliğinden ve “barışçıl” yoldan terk etmezler ve etmeyeceklerdir. Onları iktidardan indirmenin, güçlerini ortadan kaldırmanın tek yolu, onlara karşı devrimci savaş vermekten geçer.
Şüphesiz devrimciler, mutlak şiddet ve savaş yandaşları değildir. Onlar, her şeyden önce ezilen ve sömürülen halk kitlelerine dayanırlar ve halkın öncüleridirler. Egemen sınıfların ve emperyalizmin şiddetine karşı halk kitlelerinin devrimci şiddetinden başka bir araç yoktur. Emperyalizmin ve egemen sınıfların “barış”tan anladıkları tek şey, halk kitlelerinin onların “Pax-Romana”sını kabul etmelerinden ibarettir. Onlar için “barış”ın anlamı, kendi egemenliklerinin sürmesidir. “Savaş”tan anladıkları ise, ezilen ve sömürülen halk kitlelerinin kendi düzenlerine karşı mücadelesini ezmek ve sindirmektir.
Tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Bu sınıf mücadelesinde, egemen sınıfların egemenliklerini sarsan, tehlikeye düşüren her hareket devlet gücüyle, zor araçlarıyla ezilmeye ve yok edilmeye çalışılır. Kitlelerin en masum ekonomik ve demokratik talepleri bile, onların çıkarlarına ters düştüğü her koşulda devletin “meşru” zor güçleriyle engellenmeye çalışılır. Ezilenler ve sömürülenler, her yerde ve her zaman nüfusun mutlak çoğunluğunu oluştururlar. Egemen sınıflar azınlığı karşısında her zaman çokturlar. Tarihin gösterdiği gibi, genel oy hakkına sahip olan halk kitleleri, her zaman ve her yerde iktidarı “barışçıl” yoldan ele geçirebilecek çoğunluğa sahiptirler. Bu gerçek karşısında egemen sınıfların yaptığı şey, karmaşık seçim sistemleri uydurarak, gerektiğinde rüşvet ve adam satın alarak çoğunluğun iktidarı “barışçıl” yolla ele geçirmesini engellemektir. Satın aldığı “aydınlar” yoluyla halk kitlelerinin bilincini bulanıklaştırmaya, çarpıtmaya çalışırlar. Bunun yanında, halk kitlelerinin çıkarlarını savunan aydınlar, sudan bahanelerle etkisizleştirilmeye çalışılır.
Tüm bunların etkili ve başarılı olmadığı durumlarda, devletin zor güçleri devreye girer. Kimi zaman kısmen, kimi zaman tümüyle demokratik hak ve özgürlükler ortadan kaldırılır, sıkıyönetimler ilan edilir, kitlesel tutuklama ve işkencelere başvurulur.
Bu nedenden dolayı, insanlığın baskı ve sömürüden kurtuluş mücadelesi, er ya da geç egemen sınıfların zoruyla karşı karşıya gelir. Egemen sınıfların kendi düzenlerini sürdürmek için zora, şiddete başvurması kaçınılmaz olduğu için ezilen ve sömürülen kitlelerin bu şiddete karşı hazırlıklı olmaları ve mücadele etmeleri kaçınılmazdır.
Bu, bir sınıf savaşıdır, insanlığın kurtuluş savaşıdır. Bu savaşta, ezilen ve sömürülen kitleleri silahsızlandırmak, onları “barış” masallarıyla uyutmak tarihe ve insanlığa karşı suç işlemekle özdeştir.
Biz, “İmralı sürecine ve barışa karşı değiliz, ama...” diyerek başlayan sözlere ve değerlendirmelere de karşıyız. Çünkü “İmralı süreci” ve “barış” edebiyatı kesinkes Kürt ulusal sorununu çözmeyecektir. Yapılmaya çalışılan, Kürt ulusunu oyalamak ve bazı küçük tavizler karşılığında mücadele edemez hale getirmektir. Bir taraf (T.C. adına AKP) bunu yaparken, diğer taraf (PKK ya da A. Öcalan), daha uygun bir konjonktür ortaya çıkana kadar durumu idare etmeye çalışmaktadır.
Kayıtsız-şartsız Kürt ulusunun (ve tüm ulusların) kendi kaderini belirleme hakkı tanınmadıkça Kürt ulusal sorununun çözümlenemeyeceğini söylüyoruz. Başka ulusların ve halkların üzerinden ve onların aleyhine “ittifaklar” kurarak ya da “barış anlaşmaları” yaparak Kürt ulusuna belli haklar kazandırmaya çalışmak kabul edilemez. Kürt halkının otuz yıllık kurtuluş mücadelesinde katlandıkları özverileri, “ama biz de çok acılar çektik” diyerek, “insancıl” bir görünüme büründürmek, neden ve hangi amaçlarla mücadele edildiğini önemsizleştirmekle özdeştir.
Biz iddia ediyoruz ki, Kürt ulusu kendi kaderini belirleme hakkına sahip olmadığı sürece, “demokratik özerklik” ya da “bölgesel ulusal-kültürel özerklik” türünden “çözümler”in, sadece günü kurtarmak ve sorunu ötelemekten başka bir anlamı yoktur. Kürt ulusal uyanışı gerçekleşmiştir. Bugün için kendi kaderini belirleme hakkı ötelense bile, gelecekte yeniden ve yeniden ortaya çıkacaktır. Kaçınılmaz olarak, bugün “çözüm” ve “barış” söylemleriyle yönlendirilen ve aldatılan kitlelerin hareketi ve istemi, aynı söylemlerle pasifize edilen “Türkler”le çok daha kanlı ve şiddetli savaşlara neden olacaktır.
Bilinmelidir ki, savaş ve barış kavramlarının içeriğini boşaltarak, anlamlarını bozarak, ideolojisizleştirerek inandırılan kitlelerin düş kırıklığı çok daha büyük yıkımlara yol açar.
“İmralı süreci” adı altında, “barış” söylemleriyle yürütülen gizli görüşmelere ve “mutabakatlar”a karşı oluşumuzun temel nedeni budur. Savaşın mutlak galibinin olmadığı koşullarda yapılan “barışlar” kalıcı olamaz.
Bütün bu gerçeklerin yanında, “barış” adı altında “Ortadoğu’nun en büyük askeri gücü olma” sevdasının ve söyleminin nasıl bir savaş kışkırtıcılığı olduğunu da unutmamak gerekir.