"Besbelli ki, işçi sınıfı, savaşım verebilmek için, sınıf olarak kendi ülkesinde örgütlenmelidir ve her ülke, ayrı ayrı bu sınıf savaşımının doğrudan alanıdır. İşte işçi sınıfının savaşımı, bu anlamda ulusal nitelik taşır, içeriği bakımından değil, ama Komünist Manifesto'nun da dediği gibi, 'biçimi bakımından' ulusal." (Marks, Gotha Programının Eleştirisi)
"Dünyanın en gülünç insanları, kulaktan dolma bazı ham bilgilerle kendisini 'allâme-i cihan' sanan, 'çokbilmiş'lerdir." (Mao Zedung, Pratik Üzerine)
Oligarşinin 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte yürütülen kitle pasifikasyonunun ülkemiz solunda ortaya çıkardığı ideolojisizleşme süreci, değişik evrelerden geçerek günümüze kadar ulaşmıştır. Marksist-Leninist ideolojinin "soyut genellemeler" olarak değerlendirildiği, Marksist-Leninist teorinin eylem kılavuzluğunun pragmatizmle yer değiştirdiği, her türlü ilkesizliğin "taktik" adı altında "ilke" haline getirildiği, bilimsel kavramların içeriklerinin boşaltıldığı bir süreçtir bu.
Bu süreçte, kimi zaman dağlarda "gerilla" dolaştırmanın ve bunların fotoğraflarının dergilerde yayınlanmasının pirim yaptığı günler yaşanmış, kimi zaman her çeşit ve her türden yasalcılığın baş üstünde tutulduğu dönemler olmuştur.
1984 yılından itibaren "yenilgi muhasebesi" yapmaya başlayan sol hareketlerin ülke dışı girişimlerle birbiri ardına yaptıkları kongreler, konferanslar vb. dizisi, aynı sürecin ayrılmaz parçaları olarak tarihte yerlerini almışlardır.
1980 öncesinde sözel olarak bile parti örgütlenmesine sahip olmayanların parti kurdukları, parti kurmuş olanların partilerini "yeniledikleri", yenilenmiş partiye sahip olanların "yeniden yenileştikleri" ve nihayet birbirleriyle birleştikleri, ayrıştıkları ve yeniden birleştikleri ve yeniden ayrıştıkları olaylar dizisi günümüze kadar süregelmiştir.
Kent küçük-burjuvazisinin "globalizm" söylemine dayanan ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel, felsefi her alanı kapsayan ideolojik hegemonyası ve Kürt ulusal hareketinin "silahlı gücü", ülkemiz solundaki ideolojisizleşmeyi içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Bunun son örneği ise, kendi ifadeleriyle, "Maoist Komünist Partisi (MKP) I. Kongre Uluslararası Sempozyumu"nun "Almanya'nın Etville am Rhein kentinde, 11 Ocak'ta başarıyla sonuçlanmasıyla" birlikte yapılan açıklamalarda yaşanmıştır.[1*] Bu "uluslararası sempozyum"da "Türkiye Komünist Partisi (Marksist Leninist), 1. Kongresi'ni proleter dünya devriminin ileri kalelerinden biri olan Dersim'de 15 Eylül 2002 tarihinde sonuçlandırarak, Marksizm-Leninizm biliminin yakaladığı üçüncü nitel aşamayı temel alarak ismini Maoist Komünist Partisi (MKP) olarak değiştirdiğini dünya kamuoyuna deklare" etmiştir.
Almanya'nın Etville am Rhein kentinde düzenlenen "uluslararası sempozyum"da yapılan açıklamaya göre, TKP(ML)'nin TİKKO (Türkiye İşçi-Köylü Kurtuluş Ordusu) örgütlenmesinin adı Halk Kurtuluş Ordusu (HKO) olarak değiştirilmiştir.
Böylece DHKP-C ve MLKP'den sonra ülkesel, bölgesel, ulusal vb. sıfata sahip olmayan bir sol örgütlenme daha ortaya çıkmıştır. Bu "yeniliği" şöyle açıklamaktadırlar: "Parti isimlendirmesinde siyasal coğrafyayı belirtme elbette ki yanlış değildir, ancak mutlak da değildir. Kongremiz, bizimki gibi çok uluslu ve ezen ulus burjuvazisi ile ezilen ulus burjuvazisi arasındaki çelişkinin başlıca çelişkilerden biri olduğu bir siyasal coğrafyada Kürt, Türk ve çeşitli milliyetlerden proletaryanın ortak öncü müfrezesinin ismini de bu özgünlükten dolayı, yani herhangi bir ulusu çağrıştıracak siyasal coğrafya adını kullanmamayı tercih etmiştir. Aslolan çeşitli uluslardan ve azınlıklardan proletaryanın ortak bayrağı olan Maoizm'i vurgulamaktır." (abç) Görüldüğü gibi, yeni parti, parti isimlerindeki "siyasal coğrafya belirtme"yi "yanlış" bulmamaktadır. Ancak kendileri "bir siyasal coğrafyada" "herhangi bir ulusu çağrıştıracak siyasal coğrafya adını kullanmamayı tercih etmiş"lerdir. Böylece Marksizm-Leninizm (ve kendileri için "Maoizm") "siyasal coğrafya"ya göre değişen bir "tercih" konusuyla tanışmıştır.
Herşeyden önce "siyasal coğrafya" deyiminin Marksist-Leninist (ve hatta "Maoist") yazında kullanılan bir kavram olmadığının altı çizilmelidir.
"Siyasal coğrafya" deyimi, "üstünde güneş batmayan" İngiliz emperyalizminin eski-sömürgecilik döneminde geliştirdiği bir kavramdır.[2*] Bu kavram, gerçek ulusal devletin bulunmadığı imparatorlukların yönetimi için geliştirilmiştir. Bu yönüyle "siyasal coğrafya", birden çok ülkeyi, ulusal devleti kapsayabilen bir bölgeyi ele alır. Örneğin "siyasal coğrafya", ülkemiz gibi sınır aşan sulara sahip bir ülkede, bölgesel siyasal yapıların, olayların ve gelişmelerin incelenmesi anlamına gelir, dolayısıyla jeo-politik kavramıyla anlamdaştır. "Siyasal coğrafya" kavramını ülkemizde yaygınlaştırmaya çalışan ise TÜSİAD'tır. 2001 yılında okullarda ders kitabı olarak okutulması için hazırlanmış olan TÜSİAD'ın "coğrafya" kitabı, bir bütün olarak "siyasal coğrafya" kavrayışıyla yazılmıştır. Bu yönüyle, "siyasal coğrafya", "bölgesel bir güç" oluşturmanın düşünsel ve yöntemsel ön girişidir.
Herkesin ("Maoistler" de) bilmesi gerekir ki, "bu coğrafya" deyişi ile "siyasal coğrafya" deyişi bir ve aynı değildir. Birincisi, toprak olarak bir bölgeyi isimlendirmeden belirtmek için kullanılan legalizmin "ezop" dilinden türettiği "amorf" bir sözcüktür, diğeri siyasal oluşumları içeren bölgeyi kapsar. Bu nedenle "siyasal coğrafyamızda" anlamında kullanılan deyim, sadece kendi devletine sahip olmayan ulus ve ulusal-toplulukları değil, bölgedeki varolan ulusal devletleri de kapsar. Özcesi, yeni Maoist partinin "parti isimlendirmesinde siyasal coğrafyayı belirtme"den çıkan sonuç, bölgenin belirtilmesidir. Ki açıklamalarında sürekli yeniledikleri Türkiye ve Kuzey Kürdistan ifadeleriyle, bölgeselliği esas aldıkları da açıktır.
İşte bu açıdan ele alındığında "parti isimlendirmesinde elbette ki yanlış değildir" denilen "siyasal coğrafya belirtme"nin, Anadolu, Orta-Doğu, Mezopotamya vb. coğrafi bölgeden başka bir anlamı yoktur.
Komünist Manifesto'nun "öz olarak olmasa bile, biçim olarak, proletaryanın burjuvaziyle savaşımı ilkin ulusal bir savaşımdır. Her ülkenin proletaryası, elbette, her şeyden önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır" belirlemesi ise, homojen ya da çokuluslu bir ülkenin siyasal bütünlüğünü esas alır. Doğal olarak, Marksist-Leninistler, sınırları belirlenmiş bir ülkeyi esas alırlar ve kendi faaliyet alanlarını belirtmek için de bu ülkenin adına isimlerinde yer verirler.
Bu, aynı zamanda, her ülkenin Marksist-Leninist partilerinin bir diğer ülkenin partisinin iç işlerine karışmaması ilkesinin de ayrılmaz bir parçasıdır.
"Tercih" meselesi ise, bugün egemen olan küçük-burjuva anlayış sahipleri dışında anlaşılabilir bir şey değildir. Bir şeyi "tercih" etmek (seçmek) keyfiyettir, özneldir. Günlük yaşantıda binlerce, onbinlerce kez kullanılan ve yeniden üretilen "bireysellik"in dışavurumundan başka birşey değildir.
Proletarya partilerinin isimleri konusunda temel belirlemeler, her zaman olduğu gibi, Marks, Engels ve Lenin'in yazılarında bulunmaktadır.
Lenin, 1917'de RSDİP'in adının değiştirilmesi gerektiği konusundaki tezlerinde, esas olarak "sosyal-demokrat" tanımının yerine "komünist" tanımının konulması gerektiğini belirtir. Burada partinin hangi ülkeye ait olduğuna ilişkin isimlendirme konusunda herhangi bir tartışma yoktur.
Rusça Rossiiskaia Sotsial-Demokraticheskaia Rabochaia Partiia olan RSDİP'in adı 6 Mart 1918'de toplanan 7. Parti Kongresi'nde Rossiiskaia Kommunisticheskaia Partiia (Bolsevikov) [RKP (B)] olarak değiştirilmiştir. Burada yer alan "Rossiiskai" Türkçe'de Rusya anlamına gelmektedir ve üstelik "rusların yaşadığı Rusya" anlamındaki "Russkaia" yerine "çarlık topraklarının bütününü kapsayan Rusya" anlamında "Rossiskaia" kullanılmaktadır.
Öte yandan III. Enternasyonal'in 1920 tarihli tüzüğünün 3. maddesinde "Komünist Enternasyonal'e üye olan tüm partiler, '.... ülkenin komünist partisi (Komünist Enternasyonal'in Seksiyonu)' adını taşır" belirlemesi bulunur. Aynı ifade Komintern'e katılmanın "21 koşulu"nda da yer alır.
Görüldüğü gibi, partilerin adında faaliyet yürüttükleri ülkenin adının yer almasında, ülkenin tek uluslu ya da çokuluslu bir ülke olması gözönüne alınmamaktadır. Çarlık Rusya'sı gibi "çok uluslu ve ezen ulus burjuvazisi ile ezilen ulus burjuvazisi arasındaki çelişkinin başlıca çelişkilerden biri olduğu bir siyasal coğrafyada" "bu özgünlükten dolayı, yani herhangi bir ulusu çağrıştıracak ad kullanmama" kaygısı duyulmamıştır. Dolayısıyla öznel bir "tercih" konusu da söz konusu değildir. Böyle bir kaygı duyanlar ve "tercih"lerini buna bağlı olarak yapanlar, öncelikle tarihsel olarak dünya komünist hareketinin neden böyle bir "tercih"te bulunmadığını da ortaya koymak zorundadırlar.
İşte kent küçük-burjuvazisinin "ulusu aşan" kozmopolit ideolojik hegemonyasının "Maoist" yeni partideki yansıları böyle ortaya çıkmaktadır. "Bilindiği gibi, Partimizin politik önderliği altındaki Ordumuzun ismi Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) idi. Proletarya önderliğinde işçi-köylü temel ittifakı devrimci ittifaklar siyasetimizin temel eksenidir. Bu temel üzerinde, küçük burjuvazi ve milli burjuvazinin sol kanadı ile birlikte Halkın Birleşik Cephesi siyasetimizin bileşenleridir. Dolayısıyla, devrimci ordumuz sadece işçi ve köylüleri değil, halkın diğer güçlerini de kapsayacaktır. Bu bilinçle ordumuzun ismi Halk Kurtuluş Ordusu (HKO) olarak değiştirildi." (abç) Otuz yıllık TİKKO, ülkemizde küçük-burjuvazinin (ve de "milli burjuvazinin sol kanadı"nın) varlığını 2002 yılının sonlarında keşfetmiştir. Burada akla gelen soru, otuz yıldır küçük-burjuvazinin varlığı nasıl unutulmuştur? İbrahim Kaypakkaya bu konuda hata mı yapmıştır? Yoksa, 1972-73 döneminde THKO fiilen varolduğu için mi TİKKO adı kullanılmak zorunda kalınmıştır?
Şüphesiz bu ve benzeri soruların yanıtı zaman içinde yeni parti tarafından teorik çalışma ürünleri olarak ortaya konulacaktır. Ancak bugün onların sorunu başkadır: "Bizimki gibi ülkelerde, küçük burjuvazi yaygın bir şekilde örgütsel olarak partiye katılırken bu sınıftan insanların ideolojik dönüşümünü sağlamak, ideolojik olarak partiye katmak, parti önderliğinin görevidir." (abç) İşte "Maoist" Komünist Partisi'nin proleter niteliği!
Oysa ki, bugüne kadar devrimciler, proletarya partisine katılan küçük-burjuvalardan söz ederlerdi. Ve üstelik partiye katılan bu unsurlar için "küçük-burjuva kökenli" tanımı kullanılırdı. Dolayısıyla proletarya partisi içinde proletarya ideolojisini kabul edenler arasında sınıfsal köken ayrımı yapılmaz - diye bilinirdi. Ama ne yazık ki, 1980 sonrasında "köprünün altından çok su akmıştır"! Artık "Maoist Komünist" Partiye "yaygın bir şekilde" küçük-burjuvazi katılmaktadır. Doğal olarak bu kadar yaygın katılımın olduğu yerde, örgüt isimlerinin de onları kapsayacak şekilde değiştirilmesi gerekmektedir. Bu, sadece TİKKO adında değil, doğrudan parti adında da değişiklik yapılmasını gerektirir. Ne de olsa, küçük-burjuvazi, sınıf olarak kendilerine katılmaktadır!
Üstelik, karşı karşıya kaldıkları sorun bu kadar da değildir. Bu küçük-burjuvazi, sınıf olarak "Maoist" partiye katılmakla kalmamakta, bir de "örgütsel olarak partiye katılmakta"dır.
Şimdi kendileri ve herkes sormak zorundadır, bir sınıf (küçük-burjuvazi) "örgütsel olarak" bir partiye nasıl katılır?
Burada denilebilir ki, bu bir "kalem sürçmesi"dir, "sürçü lisan"dır! Ama "uluslararası sempozyum" düzenleyenlerin, otuz yıllık "stratejik önderlik boşluğunu" doldurmaya soyunanların, I. Kongre kararlarını alelacele, çalakalem yazdıklarını düşünmek de haksızlık değil midir?
Görülen odur ki, yeni "maoist" partide kent küçük-burjuvazisi sadece ideolojik olarak değil, aynı zamanda fiili güç olarak da etkin bir konumda bulunmaktadır.
Yine de biz halk saflarında gördüğümüz ve özde proletaryanın dünya görüşünü benimsemiş olduğuna inandığımız bu yeni "maoist" partinin I. Kongre açıklamalarını okumayı sürdürelim: "Partimiz Maoist Komünist Partisi, TKP(ML)'nin ideolojik, siyasi ve örgütsel devamı ve onu yaratan Maoizm'in Türkiye-Kuzey Kürdistan'daki en üst düzeydeki temsilcisi, Kaypakkaya Güzergahı'nın kararlı savunucusu ve takipçisidir.
Komünizm, nihai amacımızdır. Parti olarak kuruluşumuzdan itibaren bu amacımızı ve bu amaca nasıl ulaşacağımıza ilişkin görüşlerimizi bugüne kadar açıkça beyan ettik. Bugüne kadar savunduğumuz gibi, devlet zorla yıkılacaktır. Bu, devrimimizin evrensel kanunudur. Partimiz, sınıfsız toplum için mücadele ediyor." (abç) Evet, nihai amacı komünizm olan bir parti "devleti zorla yıkmak"tan sözetmektedir.
Oysa Marksist-Leninistler, her zaman "devletin zorla yıkılması"ndan söz eden anarşistlerden kendilerini ayırmışlardır. Sınıfsız topluma giden yolda "devlet" "zorla yıkılmaz", Engels'in deyişiyle, "söner". Lenin, Devlet ve Devrim'de bu konuyu şöyle açıklar: "Engels burada, proletarya devrimiyle burjuvazinin devletinin 'ortadan kaldırılma'sından sözeder; oysa 'sönme' üzerine söylediği şeyler, sosyalist devrimden sonra, proleter devletten ne kalmışsa onunla ilgilidir. Engels'e göre, burjuva devlet 'sönmez'; devrim sırasında proletarya tarafından 'ortadan kaldırılır'. Bu devrimden sonra sönen şey, proleter devlet, başka bir deyişle, bir yarı-devlettir...
Burjuva devlet, proleter devlete (proletarya diktatorasına) yerini 'sönme' yoluyla değil, genel kural olarak, ancak ve ancak zora dayanan bir devrimle bırakabilir."[3*] "Zora dayanan devrim olmaksızın, burjuva devlet yerine proleter devleti geçirmek olanaksızdır. Proleter devletin kaldırılması, yani tüm devletin kaldırılması ise, ancak 'sönme' yoluyla olanaklıdır."[4*] Görüldüğü gibi, diyalektikçi Engels ve Lenin, devlet sorununu, bizim yerli "maoist" ler gibi, çalakalem ele almazlar.
I. Kongresini yapmış, "uluslararası sempozyum"la kongre sonuçlarını duyuran bir "maoist komünist" partisinin Marksizm-Leninizmin en temel belirlemeleri karşısında daha ciddi ve tutarlı açıklamalar yapmasını, en azından anarşistlerin devletin zorla yıkılması teorilerinden farklı olduklarını ortaya koymalarını beklemek herkesin hakkıdır. Aksi halde, anarşizmin bir küçük-burjuva anlayış olduğunu bilen herkes, "maoist komünist" partisinin tümüyle küçük-burjuvazinin eline geçtiğini düşünmeden edemeyecektir.
Ancak bu eklektizm, baştan savmacılık bunlarla sınırlı değildir. "Marksizm-Leninizm-Maoizm, enternasyonal proletaryanın komünizm yürüyüşünün ortak-evrensel ideolojisidir. Herhangi bir ülkede tek başına komünizme ulaşılamaz. Dünyanın üçte ikisinde sosyalizmin kesin zaferi sağlanmadan dünya çapında komünizme geçişten söz edilemez." (abç) Burada öncelikle ne söylendiğinden çok, neden söylendiğinin bilinmesi gerekmektedir. Deniliyor ki, "bir ülkede tek başına komünizme ulaşılamaz". Bugüne kadar dünya komünist hareketi içinde "tek ülkede" komünizme ulaşılabileceğini iddia eden ya da bunun olanaklı olduğunu söyleyen hiç kimse ve parti ortaya çıkmamıştır. Varolan tek büyük tartışma ise, "tek ülkede sosyalizmin inşaası" ve "tek ülkede sosyalizmin kesin zaferi" tartışmasıdır. Bu tartışmanın bir tarafı Stalin iken, diğer tarafı Troçki olmuştur. Mao Zedung'un bu konudaki değerlendirmesi ise, "kapitalizme geriye dönüş olanaklı mıdır?" noktasında toplanmıştır. Bu da, ağırlıklı olarak SBKP revizyonizmine karşı yöneltilmiş eleştirilerin temelini oluşturmuştur.
1964 yılında SBKP revizyonizminin Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin inşasının tamamlandığı, dolayısıyla artık komünizme (ekonomik olarak) geçiş koşullarına girildiğini iddia etmesi üzerine ÇKP ile aralarında başlayan tartışma ve polemikler, giderek "sovyet sosyal-emperyalizmi" teorisine ulaşmıştır.
İşte yeni "maoist" partinin "herhangi bir ülkede tek başına komünizme ulaşılamaz" tezlerinin tarihsel arka planı bunlardır. Ama bu tarihsel arka planda oluşan ve kendilerine isim olarak aldıkları "maoizm"in en temel konusunda bile, baştan savmacılığı sürdürmektedirler. Onlara göre, dünyanın 2/3' ünde sosyalizmin kesin zafer kazanmasıyla dünya çapında "komünizme geçiş" olanaklı görülmektedir. Böyle olunca sormak gerekmektedir: Burada sözü edilen "dünyanın 2/3'ü", dünya nüfusuna göre mi, yoksa coğrafi ölçüye göre mi belirlenmektedir? Bu aritmetiksel sayının esneme noktaları yok mudur? Örneğin 2/3'de değil de, 3/4'de "sosyalizmin kesin zaferi" neden gerekli olmasın? 2/3, yüzde hesabıyla %66,6666 olduğuna göre, acaba, %66 yeterli olamaz mı?
Şüphesiz, bu son satırları okuyan okuyucu bizim dalga geçtiğimizi düşünecektir. Hayır! Bizim böyle bir düşüncemiz bulunmamaktadır. Ortaya çıkan "eğlenceli" durumun sorumlusu bizzat kendileridir. Mao'nun şu ya da bu yazısından alıntı yaparak 2/3 gerekirlilikten söz edebilirlerse de, ortaya çıkan aritmetiksel ve "coğrafi" sorunu yanıtlamak zorundadırlar. Kendisini "uluslararası sempozyum"la tanıtan "ciddi" bir partiden bunları beklemek herkesin hakkıdır. "Proletarya diktatörlüğü; işçi sınıfı önderliğinde işçi-köylü temel ittifakına dayanır."[5*] Aynı konuda Stalin ise şöyle yazmaktadır: "Proletarya diktatörlüğü, ittifakın yönetici gücünün proletarya olması koşuluyla, sermayenin devrilmesi, sosyalizmin kesin zaferi için proletarya sınıfıyla köylülüğün emekçi kitlelerinin ittifakıdır."[6*] Lenin'in "İki Taktik"te ortaya koyduğu gibi, "işçi-köylü ittifakı"na dayanan iktidarın adı "işçilerin ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü"dür. Stalin'in ifade ettiği proletarya ile "köylülüğün emekçi kitlelerinin ittifakı" ise, tarım proletaryası ve yoksul köylülükle kurulan bir ittifaktır. Marksizm-Leninizmle az çok tanışıklığı olan her kişinin başlangıçta bildiği bu gerçekler, ne yazık ki, "maoist komünist" partisinin I. Kongresinde "gözden kaçmış" görünmektedir.
Yeni "maoist komünist" partinin açıklamaları, geleceğin sorunlarına getirdikleri "açıklık"tan sonra, günümüze gelmektedirler. "Geçmiş yıllara oranla, geçici bir gerilik gösteren emperyalist-kapitalist ülkelerde ki proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki bugün yerini sert mücadelelere bırakmıştır."(abç) Evet, kongre bildirisini basıma hazırlayanların yazım hatası yoksa, proletarya-burjuvazi çelişkisi ("geçmiş yıllara oranla") "yerini sert mücadelelere bırakmıştır" denilmektedir. İşte bir kez daha baştan savma, sözün nereye gittiğini bilmeden salt birşeyler söylemiş olmak için söyleme çabasının bir ürünüyle daha karşı karşıyayız. Diyalektikten az çok haberi olan ya da Mao Zedung' un "Teori ve Pratik"ini okuyan herkesin çok iyi bileceği gibi, bir çelişki yerini ("sert" olsun olmasın) "mücadeleye" bırakmaz, olsa olsa bu mücadeleyi doğurur.
Burada "maoist komünist" partisinin genel bir eleştirisini yapmak durumunda değiliz. Ortaya koymaya çalıştığımız, küçük-burjuva ideolojisinin yaşamın her alanını olduğu kadar, "maoist" kesimleri de etkisi altına aldığını göstermektir. Ancak kendilerini ciddi bir parti olarak yeniden örgütleyen bir hareketin, alelacele hazırlanan kongreyle, belgelerle bu etkiden kurtulması da olanaksızdır. Bu küçük-burjuva anlayış, çok iyi yaptıklarını, çok iyi düşündüklerini, çok doğru kararlar aldıklarını zannettikleri her yerde, kendilerini akıl almaz sonuçlarla karşı karşıya getirmiştir. "Kardelen harekatı"na ilişkin yaptıkları "özeleştiri" bunlardan biridir: "İlkesel olarak düşülen hatanın kendisi karşı-devrimci hücre elemanlarına sorgulama ve soruşturma sürecinde 'devrimci şiddet' adı altında işkence yapılmasıdır.
Ne adına yapılırsa yapılsın bir kişiye kötü muamele, psikolojik baskı, insani onurunu zedeleme, hakaret, küfür ve fiziki şiddet, vb. yöntemler uygulamak işkencedir ve insanlık suçudur." (abç) Şimdi şöyle sorulacaktır: Eğer bir "insanlık suçu" işlendiğini saptıyorsanız, böyle bir suçun mazereti, hafifletici sebebi ve zaman aşımı olmayacağını da kabul ediyorsunuzdur. Peki, bu durumda "insanlık suçu"nu işleyenlere karşı ne yapacaksınız? "Dünya halklarından özür dilemek"le bu sorunun üstünün örtülemeyeceği de açıktır.
İşte "insanlık onuru işkenceyi yenecektir"le başlayan küçük-burjuva hümanizminin geldiği yer böylesine açmazlar oluşturmaktadır.
Şu kadarını söyleyelim ki, işkence, kim tarafından ve hangi amaçlarla yapılırsa yapılsın insanlığa karşı işlenmiş bir suç oluşturur. Bu doğrudur. Ancak, bu suçu işleyenler, cezalandırılmadan kalacaklarsa, böyle bir suçtan söz etmek boş konuşmakla özdeştir. Biz, burada suçları işleyenlerin, suçun niteliğine uygun olarak cezalandırılmalarından söz etmiyoruz. Hayır! Biz, ister "Kardelen harekatı"nda, ister başka yerlerde devrimcilik adına yapılmış olan işkence olaylarının küçük-burjuva ideolojisine dayanan köklere sahip olduğunu söylüyoruz.
Yeni "maoist komünist" partinin devrim stratejisi konusunda ortaya koydukları da, "soyut teorik" konulardan çok farklı değildir. "Her gerilla savaşı, Halk Savaşı değildir. Her silahlı eylem veya silahlı mücadele de Halk Savaşı değildir. Yine halkın katıldığı, halkın verdiği her savaş da Halk Savaşı değildir.
Gerilla bölgelerinde yoğunlaşarak yaygınlaşma, kitleleri örgütleme ve silahlandırma ve kızıl siyasi iktidarlar politikası ile başından itibaren kitleleri değiştirip dönüştürme Halk Savaşı'nın tüm aşamaları boyunca temel olandır. Stratejik Savunma Döneminde temel mücadele biçimi olan Köylü Gerilla Savaşını kumanda eden de bu siyasettir...
Yoğunlaşma, kitlelerin Parti önderliğinde örgütlenmesi ve silahlandırılması, adım adım iktidarlaştırılmasıdır. Bunun somut biçimleri, somut mücadele ve örgüt biçimleri doğru tespit edilmek durumundadır. Bu derinlik, devrimin kitlelerin eseri olacağı noktasında Maoist bilinç berraklığı ve net bir iktidar perspektifi olmayınca, devrimci durumun sürekli varolduğu bir ülkede sürekliliği sağlanmış gerilla savaşının dahi hiç bir şekilde başarı ve zafere işaret etmediği görülmüştür. Çünkü bu, adına halk savaşı dense de halkın savaşı olmamış, halk adına yani, öncü savaşı olmuştur." (abç) Sürekli yinelediğimiz gibi, ülkemiz solunda egemen olan ideolojisizleşme ve devrimci teoriden kopuş, kaçınılmaz olarak küçük-burjuva ideolojisi tarafından Marksist-Leninst kavramların içeriğinin boşaltılmasıyla birlikte gelişmiştir. Bu durum, yukarda aktardığımız "maoist" sözlerde de bir kez daha görülmektedir. Konuya nereden girilirse girilsin, karşılaşılan bir ve aynıdır: İçeriği olmayan ve oradan buradan alınmış (eklektik) kavramlar.
Devrim mücadelesinin en temel belirlemelerinden başlarsak, "devrimin kitlelerin eseri olacağı noktasında Maoist bilinç" daha ilk anda boşluğa düşer. "Devrim kitlelerin eseri olacaktır" belirlemesinin Marks'a ait olduğunu bilmeyen yoktur. İkinci olarak, "devrimci durumun sürekli varolduğu bir ülke" saptaması hiç de "maoist" nitelikte görünmemektedir. Çünkü birkaç satır aşağıda şöyle denilmektedir: "İlk örgütsel yenilgimizi objektif ve subjektif koşullar hazır değilken saldırı taktiğine girişerek aldık. Bunlar, tek tek silahlı eylemler, tek tek gerilla eylemleriydi. Devrimci durum aleyhimizeyken izlediğimiz sol taktik politikalar partiyi örgütsel yenilgiye götürdü." (abç) Şimdi durup düşünmek gerekmektedir. Bir ülkede (tabii artık "siyasal coğrafyada" demek gerekmektedir) devrimci durum sürekli varken, aynı devrimci durumun "aleyhte" olması nasıl bir şeydir? Kendilerine göre "ilk örgütsel yenilgi"nin nedeni de ancak bunun açıklanmasıyla anlaşılabilir olacaktır.
Hayır! Ortada ne bağdaştırılacak bir şey, ne de açıklanacak bir şey vardır.
"Devrimci durum", tüm Marksist-Leninistlerin (ve hatta "maoistler"in) çok iyi bildiği gibi, Lenin tarafından açık biçimde tanımlanmıştır: "Bir devrim durumu olmadan devrimin mümkün olamayacağı Marksistler için tartışma götürmez bir gerçektir. Ayrıca, her devrim durumu da devrime götürmez. Genel olarak, bir devrim durumunun belirtileri nelerdir? Şu üç önemli belirtiyi ileri sürersek, her halde yanılmış olmayız:
1) Egemen sınıflar için değişikliğe gitmeden egemenliği sürdürmek mümkün olmazsa; 'üst sınıflar' arasında şu ya da bu biçimde bir buhran, egemen sınıfın politikasında baskı altındaki sınıfların hoşnutsuzluğuna ve parlamalarına yolaçacak bir çatlamaya götüren bir buhran ortaya çıkarsa. Bir devrimin olabilmesi için, genellikle 'alt sınıfların eski biçimde yaşamak istememeleri' yeterli değildir. 'Üst sınıfların eski biçimde yaşayamayacak durumda' bulunması da gereklidir.
2) Baskı altındaki sınıfların sıkıntısı ve ihtiyacı, olağandan daha öteye varmışsa.
3) Yukardaki nedenlerin bir sonucu olarak, 'barış' zamanında kendilerinin soyulmasına hiç ses çıkarmadan razı olan, ama sıkıntılı zamanlarda hem buhranın her türlü koşullarında, hem de bizzat 'üst sınıflar' tarafından bağımsız tarihi eyleme itilen yığınların etkinliğinde önemli bir artış varsa.
İradenin dışındaki bu nesnel değişiklikler olmaksızın, yalnız tek tek gruplar ve partiler değil, tek tek sınıflar da, genel kural olarak, devrim yapamazlar. Bu nesnel değişikliklerin hepsine birden devrim durumu denir."[7*] Görüleceği gibi, devrimci durum, "lehte-aleyhte" durumları kapsamaz. Marksist-Leninist yazında "lehte-aleyhte" olarak değerlendirilen konular ise güçler dengesine ilişkindir.
Böylece yeni "maoist komünist" partisinin devrim stratejisine ilişkin görüşlerinin de eklektik olduğu açığa çıkmaktadır. Kendi ifadeleriyle, otuz yıllık tarihlerinde "sürekliliği sağlanmış gerilla savaşının bile" "öncü savaşı" olduğu söylenirken, hem kendi eklektizmlerini, hem de gerçeği ifade etmiş olmaktadırlar.[8*] Ve sonunda "Trabzon"a gelinmiştir: "Öncü savaşı, devrimci durumun varolduğu veya yüksek olduğu koşullarda halkta çok güzel duygular yaratır, kurtarıcı, öncü ve kahraman olarak gördüklerine hayranlık duyguları uyandırabilir, ama bu mücadele halkın ideolojik ve politik bilincinin dönüşmesine yetmez; halkın kendi savaş pratiği içerisinde öz güven ve cüretle, uzun süreli ve sabırlı bir şekilde içerisinde dönüşerek ve dönüştürerek kendi iktidarını dişle tırnakla kurmaya götürmez. Başarıları geçici olur. Halkın öncüye güvenmesi iyidir. Ancak halk öncüye bir kurtarıcı olarak değil, önder olarak güvenmelidir. Halk, öncelikle kendi gücüne güvenmelidir. Kültür devrimleri bunu öğretiyor. Gerçek güç, gerçek politik güç, tarihin öznesi, halktır, bir avuç öncü değil. " (abç) Daha düne kadar küçük-burjuva maceracılığı olarak tanımladıkları "Öncü Savaşı" nı, bugün tam bir pragmatist yaklaşımla değerlendirmektedirler: Öncü Savaşı, iyidir, hoştur, ama "yetmez"!
Bunların ciddi bir değerlendirme olduğunu, belirli bir bakış açısına, tahlile dayandığını söylemek, "Trabzon"a gelinse de, pek olanaklı değildir. Ama yine de, yapılan açıklamayı okumayı sürdürmekte yarar vardır: "Halk Savaşı halkı silahlandırmalı, halkı ideolojik ve politik önderliğiyle donatarak savaştırmalı ve ordulaştırmalıdır. Ne için savaştığını bilen ve bu bilinç gelişimi ile diyalektik ilişki içinde savaşı yükselten halk sadece askeri olarak değil ideolojik, politik ve kültürel olarak da devrim sürecinden geçecektir. Basitten karmaşığa, zayıftan güçlüye, küçükten büyüğe parça parça gelişerek iktidarlaşacaktır. Bu iktidarın özü proletarya diktatörlüğüdür. Proletarya diktatörlüğü halk adına partinin veya proletarya adına partinin diktatörlüğü değildir.
Politik yaşama canlı katılmayan proletarya ve halk gerçekten iktidar değil demektir. Bu durumda geriye dönüşler kaçınılmazdır. Maoizm rehberliğinde stratejik önderlik kavrayışı budur. Öncü savaşını içeren, halk adına veya proletarya adına iktidarı belirsiz ve soyut bir planla ele geçirmeye çalışan iyi niyetli stratejilerMaoizmden sapmadır. Sol oportünizmdir. Halkın geniş kesimleriyle birleşme prensibinden sapmadır. Bu çizgi olası bir devrimi, proletarya diktatörlüğüne götürmez." (abç) Evet, "öncü savaşını içeren ... iyi niyetli stratejiler Maoizmden sapmadır". Bunda tartışılabilecek hiç bir yan yoktur. Zaten bu nedenledir ki, Öncü Savaşını savunan örgütler, hiç bir zaman kendilerini "maoist" olarak tanımlamamışlardır. Ancak anlaşılmayan yan, Öncü Savaşının devrimi "proletarya diktatörlüğüne götürmez" olduğu iddiasıdır.
Bilebildiğimiz kadarıyla, bu arkadaşlar, ülkemizdeki baş çelişkiyi feodalizm ile köylülük arasında saptadıklarından önümüzdeki devrimci aşamanın "Yeni Demokratik Devrim" olduğunu savunurlar. Öyle ki, yeni partinin yeni programının 138. paragrafında "Yeni Demokratik Devrim sonucunda kurulan demokratik halk diktatörlüğü proletarya diktatörlüğünün hazırlanışı iken, proletarya diktatörlüğü de bu devrim ve iktidarın mantıksal sonucudur" denilmektedir. Bu belirlemelerine göre, "iyi niyetli stratejiler"in, "Yeni Demokratik Devrim" sonrasında "proletarya diktatörlüğüne" gitmek için Öncü Savaşı verileceğini düşünüyorlar olmaları gerekir. Böyle bir şeyi kendi içlerinde "maoizmden sapma"ların bile düşündüğünü sanmadığımız gibi, hiç kimsenin ele geçirdiği kendi iktidarına karşı ("Yeni Demokratik Devrim"ci iktidara karşı) gerilla savaşı, Öncü Savaşı yürütmeyi düşünecek kadar (deyimi mazur görün) ruh hastası olduğu da söylenemez.
Buraya kadar gördüğümüz gibi, yeni "maoist komünist" partisi, sürekli birbiriyle çelişen, Marksist-Leninist teoriye ters düşen, eklektik ve baştan savmacı bir yaklaşım içindedir. Önsel olarak içinde bulundukları örgütsel sorunları olgusal düzeyde saptayabilmiş olsalar bile, ideolojik bakış açılarındaki çelişkiler, bunları doğru biçimde değerlendirmekten uzaklaştırmaktadır.
TKP (ML) örgütlenmesinin kuruluşundan itibaren içinde taşıdığı çelişkiyi 1975 yılında Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'de şöyle ortaya koymuştuk: "TİKKO, emperyalizmin III. bunalım dönemini ve bu dönemin özelliklerinin politikleşmiş askeri savaşta meydana getirdiği değişimleri (Öncü Savaşı), silahlı gücün ve kitle örgütlenmesinin savaşın başlangıcından itibaren diyalektik bir bütün içinde birlikte gelişmesi gerektiğini anlamamıştır...
Çin Devrimini kopye etmek ve pratik içinde zorunlu olarak III. bunalım döneminin bazı özelliklerini fark etmek TİKKO'nun görüşlerine tam bir karışıklık kazandırmıştır..." Evet, devrim stratejisi konusunda ortaya koydukları çelişik görüşlerin temelinde bunlar yatmaktadır. Bir de buna, 1980 sonrasında yaşanan depolitizasyon ve soldaki ideolojisizleşmenin getirmiş olduğu "kültürel" sorunlar eklendiğinde, işin içinden çıkamaz hale gelmişlerdir. Bunları çözmeden, yaptıkları "stratejik savaş planı" ve "temkinli ilerleme taktiği"nin de bir işe yaramayacağını bugünden söyleyebiliriz. Sorunun özünün dünya görüşünde, "maoizm" belirlemesinde yattığını, umarız, bir gün göreceklerdir.[9*]
[1*]Devrimci Demokrasi, Sayı 9, 16 -31 Ocak 2003 ve Maoist Komünist Partisi 1 Nolu Basın Açıklaması. Aksi belirtilmedikçe, tüm alıntılar aynı yerdendir. [2*] Coğrafya, herşeyden önce bir bilim dalıdır. Dolayısıyla "siyasal coğrafya" da, siyasal olarak belli bir toprak parçasını (bölgenin) inceleyen bilim dalı olarak tanımlanmaktadır. Harold J. Mackinder 1887 tarihinde Britanya Kraliyet Coğrafya Derneği'nin bir toplantısında sunduğu bir tebliğde şöyle diyordu: "Coğrafya nedir? Bir coğrafya derneğine hitap ederken böyle bir soru sorulabilir. Lakin bu sorunun sorulma zamanı gelmiştir ve cevabı şimdi verilmelidir. Ben coğrafyanın başlıca işlevi toplum içindeki insan ile bölgesel olarak değişen çevresi arasındaki etkileşimi inceleyen bir bilim dalıdır diye tanımlanmasını teklif ediyorum... Etkileşim incelenmeden önce etkileşim halinde olan unsurlar tahlil edilmelidir. Bu unsurlardan biri değişen çevredir. Bunun incelenmesi fiziki coğrafyanın işidir. Fiziki coğrafyanın temelleri üzerine inşa edilmemiş bir siyasi coğrafyanın mantığı olamaz. Coğrafya, bu etkileşimi inceleyen bilimsel bir disiplin olarak ele alınmalıdır." Böylece coğrafya, siyasal coğrafya olarak, İngiliz imparatorluğunun dış politikalarının temel unsuru haline gelmiştir. [3*] Lenin, Devlet ve Devrim, s. 28-29, Aralık 1978. [4*] Lenin, Devlet ve Devrim, s. 34, Aralık 1978. [5*] Maoist Komünist Parti Programı, 139. madde. [6*] Stalin, Leninizmin İlkeleri, s. 127, Dördüncü Baskı. [7*] Lenin: Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky, s: 14-15, Bilim ve Sosyalizm Yay., İkinci Baskı. [8*] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz: THKP-C/HDÖ, Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I (1975) [9*] Eski bir parti yeni bir isimle ve yeni program, strateji ve taktikle ortaya çıkarken, daha söylenecek çok söz vardır. Örneğin, "Kadınların Gerçek Kurtuluşu Komünizmle Olacaktır" alt başlıklı bölümde "Kadın ve erkek komünistlerin ilişkisi"ne getirdikleri "çözümlemeler" ve saptamalar başlı başına bir irdeleme konusu olacak kadar "yenilik" içermektedir. Bu bölümde altı tümüyle çizilerek şöyle söylemektedirler: "Kadın ve erkek komünistlerin ilişkisi, komünistlerin özgür insan ilişkileri bilincinin en billur biçimi ve modeli olabilmelidir. Kaldı ki, salt cinsellik üzerinde yükselen birlikte yaşamın, siyasi paylaşım ve üretimin olmadığı bir 'evlilik' ilişkisi ne yürür, ne de devrimci bir ilişkiyi geliştirir. Tam tersine bu tür ilişkiler kişileri daha da geriletir. Böylesi evlilik ilişkileri düzen içidir, burjuva feodal insan ilişkilerini yeniden üretir. Profesyonel devrimci veya gerilla da olsalar, siyasi ve örgütsel konum bakımdan aralarında ciddi boyutta farklar olan kişilerin 'evlilik' ilişkisi de eşitlerin özgür ilişkisi olamaz. Bu ilişki, özellikle de kadının aleyhine modern köleliği, bağımlılığı pekiştirir. Erkeğin lehine kadın üzerinde siyasi iktidar ilişkisini güçlendirir."