“Yaratılanı” ondan dolayı sevdiğimiz varsayılan “yaratan” AKP’yi yarattı. AKP’nin yedinci kaburga kemiğinden Recep Tayyip Erdoğan’ı ona baş yaptı.
“Yaratan”ın “yürü ya kulum” demesiyle AKP ve başı Recep Tayyip Erdoğan iktidar oldu. Böylece “muhafazakar demokratlar”ın on yıllık iktidarı başladı. “Yaratılan” öylesine “demokrat”tı ki, “muhafazakar”lığı bir yana, “takiyye sanatı”ndaki ustalığı bile bir yana konuldu. Çalmaya başladıklarında bile “helal olsun, çalıyorlar, ama yapıyorlar” denildi.
“Yaratılan”, gel zaman, git zaman, çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa ulaştılar. Hem iktidar oldular, hem muktedir oldular. Napolyon’un, “ortaçağı top bitirdi, modern çağı mürekkep bitirecektir” sözünü hiç ama hiç unutmadılar. “Muktedir” olmaya başlar başlamaz, ilk işleri “medya” oldu. “Medya” dünyasına “yandaş medya” kavramını hediye ettiler. Ekonomik güçle ve zorla “medya”yı denetime aldılar.
Günler, aylar ve yıllar geçtikçe, “medya”yı kontrol etmenin envai tür yolunu ve yöntemini buldular. “Medya” patronlarına neyi yap dedilerse hepsi yapıldı. “Mert”ler “namert” ilan edilirken, “güven”ler kapıdışarı edildi. Nice “koç yiğitler” “medya” dünyasında yere serildi, “ekmek teknesi”ni yitirdi. “Kentsel dönüşüm” projesi kapsamında “medya” temizlenmeye başladı. Nice anlı ve şanlı küçük-burjuva “köşe” yazarı kapı önüne konulduktan sonra, görüntüsüyle, sözüyle, başıyla, kaşıyla “muhalifmiş gibi” davrananlara sıra geldi. Büşra Ersanlı gibi bu kategoriye girmeyenler de bir biçimde “derdest” edildi. “İki cami arasında beynamaz” olanlar yavaşça “köşe”lerine çekildiler. Ece Temelkuran gibi “vuruşa vuruşa” geri çekilenleri sessiz-sedasız ortalıktan çekilenler izledi.
“Medya dönüşümü” geliştikçe, ünlü küçük-burjuva yazarların aklı yavaş yavaş çalışmaya başladı. Şarkıcısından türkücüsüne, prof.’undan dr.’sine, kadınından erkeğine, her türden ve her cinsten pek çok küçük-burjuva “yetmez, ama evet”çiler tayfasına gönüllü yazıldı. Böylece “hem nalına hem mıhına” vuranlar, “ne şiş yansın, ne kebap” diyenler çoğaldı. Kimi “Radikal”ler “Taraf”la-şırken, kimisi “tarafsız”laştı. Böylece “Radi-kal”in “ezber bozan”ları bir yana itildi ve Radikal’in de tirajı yerlerde sürünmeye başladı.
Tüm bu gelişmeler içinde yepyeni bir “medya kuşağı” ortaya çıktı. Hiç kimsenin yeri ve “köşesi” “baki” ve “beki” değildi. “Akif olan anlar” diyerek yepyeni “medya komiserleri” ortaya çıktı.
Yine de “yaratılan”ın “demokratmış gibi” görünmeye ihtiyacı oldukça, “medya”da yeni mevkiler “demokrat küçük-burjuva”lara dağıtıldı.
Hürriyet’in başına “berber”,
Milli-yet’in başına “sazak” getirildi.
“Medya”dan atılan, dışlanan, bertaraf edilen her “ünlü”nün yerine “ünsüz”ler arasından yeni “ünlü”ler yaratıldı. Bu “ünsüz”ler, başlarına “taş” yağacağını bilseler de, önce “demokrat” göründüler. Yalçın Küçük’ten “feyz” alarak, Soner Yalçın’ın yanında “staj” yaparak yükselmeyi düşleyen Aslı Aydıntaşbaş gibileri, bu halleri gördükten sonra, “halkını katleden Beşar Esad”a karşı Recep Tayyip Erdoğan’ın cihadında “demokrat ve ilerici yandaşı” olarak sahneye çıktılar.
“Biat” etmeden de “yaratılana” aidiyet olabileceğini düşünenler, bir zamanlar ne olduklarını unutturarak ve unutarak saf değiştirdiler. Halil Ergün gibi, bir zamanların “hızlı solcusu” TRT’den bir dizi kapmak için “döner”leşirken, “yetmez, ama evet” diyenler de homurdanmaya başladılar. Mehmet Altan Star gazetesinden kovulunca, Ahmet Altan’ın “dili” keskinleştikçe, “El Beşar! Dakka dukka” diyenler, A. Aydıntaşbaş gibiler, yüzlerindeki “demokrat” makyajını daha fazla silmeye başladılar.
“Medya dönüşüm projesi” yıllar öncesinden başlamış olsa da, KCK davasından Prof. Dr. Büşra Ersanlı’nın “içeriye” alınması bir çeşit “milad” oluşturdu.
12 Şubat 2007’de AKP’nin “amiral gazetesi”
Yeni Şafak’ta, Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı ünvanıyla yazdığı yazıda, AKP’nin “cumhuriyet tarihinin gelmiş geçmiş en demokratik hükümeti” olduğunu yazan Prof. Dr. Büşra Ersanlı, KCK davasından 8,5 ay sonra Ahmet Davutoğlu’nun “kefaleti”yle çıktıktan sonra, “Pişmanım bundan. Çünkü algılayamadım. Çünkü ifade özgürlüğü ile doğrudan bağlı olan beni bile tutukladılar. Yani şaşırdım” diyebildi. Ama Büşra Ersan-lı’nın “pişman” olmadan önceki yıllarda AKP “yandaşı”, “yetmez, ama evet”çi oluşu da birden unutuldu.
Görüldü ki, yapılmış olanlar bir çırpıda bir yana atılıveriyordu. Yeni “ikbal avcıları” için hala bir yol vardı.
Yolları bir zamanlar ABD’den geçmiş kimi küçük “gazeteciler” için bu “ikbal yolu” yepyeni kapılar açıyordu. Metehan Demir gibi, Hava Harp Okulu mezunu, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon tarafından özel olarak eğitilmiş, İngiliz Savunma Akademisi’nde “Strateji, Diplomasi ve Savaş Taktiklerinin Günümüz Yöntemlerine Uyarlanması” konusunda yüksek lisans yapmış “dış politika uzmanı” Hürriyet gazetesinin Ankara Temsilciliği “görevi”ni ifa ederken, Aslı Aydıntaşbaş gibi, “Rabırt Kolej” mezunu, New York Üniversitesi’nde gazetecilik okumuş ve Ortadoğu üzerine yüksek lisansını yapmış “dış politika uzmanı” Suriye’ye yönelik “kontra savaşı”nın baş destekçisi olanların “yıldızı” parlamıştır. Bu yeni ve “parlak” yıldızlar, bir zamanların “yetmez, ama evet”çilerin, “
Ra-dikal”cilerin, “
Taraf”çıların boşalttıkları yerleri doldurmaya koyulmuşlardır.
Bu arada, eski “solcu”, 1994 yerel seçimlerinde SHP adına Beyoğlu’ndan, 1999 yerel seçimlerinden de yine Beyoğlu’ndan CHP adına başkan adayı ve 1973 tarihli THKP-C davası sanığı Mustafa Alabora’nın “evvelden ebediyete” dostu olan Halil Ergün, “Başbakanı seviyorum ve geçen seçimde oyumu AKP’ye verdim” diyerek, “döner”cilik yarışında birinciliğe aday olduğunu ortaya koydu.
Tam bu sırada
Birgün olayı patlak verdi.
“Ulusalcı” ya da “solcu” gazetelerin tirajlarında meydana gelen patlamadan esinlenen, ama asıl olarak
Radikal gazetesinin düşüşü ve giderek “yazılı medya”dan silinmeye yönelmesi üzerine, biraz tiraj artırmak için, biraz
Radikal’in bitişiyle ortaya çıkacak “boşluğu” doldurmak için
Birgün gazetesi harekete geçti.
Ertuğrul Mavioğlu adlı kişinin “eğitmen”-liğinde, Ahmet Şık, Ece Temelkuran, Banu Güven, Yıldırım Türker ve Nuray Mert “trans-ferleri”yle tiraj yarışında “ben de varım” diye yola çıkmaya hazırlanan
Birgün’ün yeni “transferler”e ilişkin “reklamı” birden ortalığı karıştırdı.
“Reklam” olabildiğince basitti. Recep Tayyip Erdoğan’ın “sansür”üne karşı yeni “transferler”in “muhalif” ve “mağdur” adları öne çıkartılmıştı. Ama beklenen olmadı. Recep Tayyip Erdoğan’ın doğrudan müdahalesiyle “medya”dan dışlanan ve işlerine son verilen Birgün’ün “transferleri” birden bağırmaya başladılar.
Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim meydanlarında “namert” ilan ettiği Nuray Mert, “Bana danışılmadan yapılmış bir iştir. Lanse ediliş şeklini tasvip etmiyorum. Ortada netleşmemiş bir durum varken emrivaki diye nitelendiriyorum bu durumu. Çok yadırgadım. Bu anlayışta olan gazete ve ekiple devam etmek istemiyorum” diye ortaya çıktı.
Radikal gazetesindeki “köşe”sinden olan Yıldırım Türker, “Bugün
Birgün Gaze-tesi’nde dev Erdoğan fotoğrafının gözlerini örten kara bantın üstündeki isimlerden Türker ile bir ilişkim yoktur. Hayatım boyunca kendimi kimsenin gözüne kara bant olma işleviyle tanımlamadım. Tanımlanmasına da izin verecek değilim. Pek dahiyane bulunduğu anlaşılan bu tanıtım faaliyeti için ne demeli? ‘Deve cilvesi’ mi yoksa ‘Reklamcıdan al haberi’ mi? Her halükarda bu erken uyarı için belki de müteşekkir olmalıyım” diyerek,
Birgün “macerası”nın başlamadan bittiğini ilan etti.
NTV’nin “popüler demokrat” sunucusu ve katıldığı toplantılarda Arap ülkelerinin Recep Tayyip Erdoğan’ı “örnek” almaması konusunda uyarılar yapan Banu Güven, “
Bir-gün’ün ilanından yeni haberdar oldum. Bizim işimiz gözleri açmak. Gazeteci olarak derdimiz, sadece başbakana muhalefet değildir. Olmadı...
Birgün’de adımın geçtiği ilandan bugün haberdar olmam da kabul edilemez” diyerek “muhalefet şerhi” düştü.
Ece Temelkuran ve Ahmet Şık’ın “yatıştırıcı” ve “orta bulucu” açıklamalarına rağmen,
Birgün’ün “reklam krizi”, başlamadan biten bir “atak” halini aldı.
“Olay”ın yorumları da muhtelif oldu. Kimilerine göre,
Birgün “reklamı” Recep Tayyip Erdoğan’ı “çok, ama çok” kızdıracaktı. Bu da “adı geçen”lerin “Zeus’un şimşeklerini” üstüne çekerek, onlara “yaşamı dar” eyleyecekti. Dolayısıyla yeni “transferler”in “reklam”a “tepkisi”nin arka planında bu “Zeus’un şimşekleri”ni üzerlerine çekmemek yatıyordu.
Kimilerine göre, “reklam”, Recep Tayyip Erdoğan’ın gözüne bant çekerek “amacı”nı ve “haddini” aşmıştı. Üstüne üstlük “trans-ferler”in böyle bir “reklam”dan “haberleri bile yoktu”. Dolayısıyla “nezaket” kuralı çiğnenmişti. Yeni “transferler”in böyle bir “nezaketsizlik” karşısında gösterdikleri “tepki” doğaldı!
Bir başkalarına göre ise,
Birgün “militan gazetecilik” yapıyordu ve yeni “transferler”in “tepkisi” de bu “militan gazetecilik”in bir ürünüydü!
Oysa “olay” çok basit ve yalın bir “tanıtım ve duyuru”dan başka bir şey değildi. “Medya”da, yazılı ve görsel “medya”da ve politikada egemen olan “popülizm”in bir “tezahürü”ydü. Amaç, “dikkat çekmek” ve “ürünü satmak”tan ibaretti. Ama “ürün”, “reklam”a karşı çıkmıştı. Çünkü “ürün”, yani yeni “transferler” kendilerinin “mağduri-yet”lerine yol açan Recep Tayyip Erdoğan’a karşı “konumlandırılmak”tan kaygıya kapılmıştı. “Tepki” denilen şeyler, bu kaygının dışavurumlarından başka bir şey değildi.
Bütün bunlar, Yiğit Bulut’tan Oya Bay-dar’a, “yes, annem”cilerden “yetmez, ama evet”çilere, Büşra Ersanlı’dan Halil Ergün’e ve nihayetinde “mağdur demokratlar” Nuray Mert, Yıldırım Türker, Banu Güven gibilere kadar küçük-burjuva “muhalif aydın-lar”ın korku ve sefaleti nereden kaynaklanıyor?
Şüphesiz, 1990’larda “ideolojiler”in “öldüğü” ilan edilindiğinde, tüm “solcu” ve “demokrat” “aydınlar” rahat bir soluk aldılar. Artık “bir” ideolojiye uygun davranmak zorunda değillerdi. “Serbest piyasa ekonomisi” neyi gerektiriyorsa onu yapabileceklerdi. Canları istediği gibi, keyiflerince yazabilecekler, “düşünce” üretebilecekler ve “somut bugün”ü yaşayabileceklerdi. Ezelden ebede “hür doğmuş ve hür yaşamış”, kendilerine “zincir” vuracak “herşeye” karşı çıkmış, bireysel anarşizmi “özgürlük” olarak tanımlamış küçük-burjuva aydınları için yepyeni bir “çağ” başlamıştı. “Ölmüş” ve tabutuna milyarlarca çivi çakılmış “o malum ideoloji”den kurtulmuşlardı. 90’ların sonlarından itibaren bu “çağ”ın nimetlerinden bolca ve çokça yararlandılar.
Alman sosyal-demokratlarının “
Edelanarchismus”, Lenin’in “aristokrat anarşizm” olarak tanımladığı bu küçük-burjuva “anarşist” bireylerin “mutlu ve güzel” günleri, başka bir “ideoloji”nin, dinci ideolojinin iktidar oluşuyla bitmeye yöneldi. Sınıfları, yani küçük-burjuvazi “cümbül cemaat” bu dinci ideolojinin iktidarından yana tavır alınca, bir süre bocaladılar. Saf değiştirmekte tereddüt ettiler. Giderek dinci ideolojinin baskısı yoğunlaştı ve kendilerinin yaşam tarzlarını “tehdit” eder hale geldi.
Bu durumda, kimileri çareyi ve çözümü “saf değiştirmek”te buldu. Kimileri ise, kimi zaman “etik” nedenlerle, kimi zaman öngörüsüzlükleriyle “direnme”yi seçtiler. “Mert” göründüler, ama “namert” ilan edildiler, işsiz kaldılar. Yeterince “dünyalıkları” olduğundan “maddiyat” fazlaca önemli olmadı. Gelin görün ki, artık eskisi gibi “her düğünde gelin-damat, her cenazede ölü” değillerdi. Giderek unutulmaya başlandılar.
Ve büyük çoğunluğu aslına rücu ettiler, köklerine geri döndüler, küçük-burjuva aydını olduklarını anımsadılar.
Küçük-burjuva aydını, tıpkı kendi sınıfı gibi bir arada-bir derede kaldığından, sürekli yalpalar. Bu da onun ünlü “kaypaklığı”nın gerçekliğidir.
Ama küçük-burjuva aydını, bu korkularını ve kaypaklığını kendi “entelektüel” bilgisiyle gizlemekte çok başarılıdır. Ağzı laf yapar, eli kalem tutar. Mürekkep yalamış bir kişi olarak, dili ve kalemi kıvraktır. Bu kıvraklığı sayesinde de, her türlü belirleyici ve kararlaştırıcı konularda ve aşamalarda kolayca kendisine bir çıkış yolu bulur, “kıvrak” zekasıyla övünür ve övülür.
En tipik küçük-burjuva aydını ise, kendisini “solcu” olarak tanımlayan, bir zamanlar “biz devrimi sevmiştik” diye konuşan tiptir. Zaman zaman bu “solculuk”u değişik renklere bürünür. Kimi zaman marjinal bir marksist olarak sahneye çıkar, kimi zaman “sosyal-demokrat” olur. Devrimci mücadelenin geliştiği dönemlerde ise, “keskin” bir marksist-leninist ve hatta “maoist” olur.
Yine de sınıfsal özelliği onu her yerde ele verir. O, her düğünde gelin, her cenazede ölü olmak ister. Tüm gözler onun üzerinde olmalıdır, tüm projektörler ona dönmelidir. O ki, engin ve zengin “entelektüel” bilgisi ve zekasıyla herşeye layıktır! O, insanlara yol göstermek, akıl vermek için yaratılmıştır! Bir rastlantı sonucu geniş kesimler tarafından tanınır ve bilinir hale gelirse, artık onun için “karada ölüm” yok gibidir. Alkışlar ve övgüler canına can katar.
Öte yandan içinden çıktığı sınıf uyumcudur. Her ortama uyar, her gelişmeye uygun davranışlar geliştirir. Sıkıya ve sıkıntıya fazlaca gelemez. Ortamcı olduğu kadar eyyamcıdır da. En sıradan ve basit şeyleri abartmayı sever. Bu nedenle de “tez canlıdır”. Saman alevi gibi ateş alır ve söner. Ama her sıkıntıya düştüğünde büyük abisinin, yani kapitalist sınıfın sözünü dinler, onların gözüne girmeye çalışır.
Küçük-burjuva aydınının diğer bir tipik özelliği, kendisini “halk”la özdeşleştirmesi ve “halk” adına konuşma hakkına sahip olduğunu düşünmesidir. Bu nedenle kendi bireysel düşüncelerini kolayca “halklaştırır”, genelleştirir ve her şeye uyarlamaya çalışır. Eğer kafası karışık ise, herkesin kafasının karışık olduğunu ilan eder. Eğer depresyona girmişse, herkesin depresyonda olduğunu söyler. Aynı zamanda keskindir, marjinaldir, radikaldir. Uçlarda dolaşmayı sever ve sevdiği her şeyi en sert ve keskin biçimde savunmaya kalkar. Ne olduğu belirsiz “entelektüel zeka”sıyla her türlü zorluğun altından kalkacağına inanır. Öngörülerinin şaşmaz olduğunu düşünür.
O, güçlüden yanadır. Bir savaşta kimin kazanacağını önceden, ama herkesten önce saptayarak “pozisyon” alır. Aldığı “pozisyon”, her durumda savaşın galibinden yanadır.
İşte bu özellikleriyle küçük-burjuva aydını, sürekli yanlış ata oynar. Yanlış ata oynadığı açık seçik ortaya çıktığında bile, o, inatla doğru bir “pozisyon”da olduğunu söyler. Safında yer aldığı kesimin yenilmeye başladığını gördüğünde ise (“ilk” görenin hep kendisi olduğuna inanır), safları hızla terk eder. Bu terk edişini gizlemek için de bir yığın “mazeret” sıralar. Saf değiştirirken ve değiştirdiğinde de, olağanüstü bir pişkinlikle, kendisinin hep “eskisi” gibi olduğunu, hiç “değişmediğini” ileri sürer.
Bir kez saf değiştirdiğinde de, eski saflarına ve eski saflarda birlikte yer aldığı “yol-daş”larına karşı acımasızdır. Öylesine acımasızdır ki, ilk baştan itibaren o saflara düşman olanlar bile, onların bu acımasızlığı karşısında onu frenlemeye çalışırlar. Acımasızlık, açık bir düşmanlıkla özdeşleşir.
Bugün, AKP iktidarının on yıllık iktidarında bu küçük-burjuva aydınları bir kez daha aslına “rücu” eyledi. Ortaya çıkan tüm “keskin dönüşler” ve “saf” değiştirişler bunun ürünüdür. İki cami arasında “beynamaz” kalanları ise, olmadık şeylerle “maraza” çıkartarak “dönüş” koşullarını yaratmaya çalışmaktadırlar. Tek unuttukları, gözle görülmese de, elle tutulmasa da, “sopası” olmasa da, toplumların bir belleği olduğudur.