Küçük-burjuvazi “ilginç” bir sınıftır. Sürekli altını çizdiğimiz gibi, küçük-burjuvazi, büyük burjuvaziyle, yani kapitalist sınıf ile işçi sınıfı, yani proletarya arasında yer alan, nicelik olarak nüfusun çoğunluğunu oluşturan, ama kaçınılmaz olarak proleterleşmek zorunda kalan geçici bir ara sınıftır. Kimilerinin “ortadirek”, kimilerinin “orta sınıf” adını verdiği bu sınıf, geçici ve ara sınıf olma özelliğiyle her zaman proleterleşme korkusu içinde yaşar. Onun proleterleşme korkusu, proletaryayı “ayaktakımı” olarak aşağılamasında ifadesini bulan sosyo-psikolojik ve patalojik davranışlara yol açar. Küçük sermayesiyle, kimi zaman tüccar, esnaf, zanaatkar olarak, kimi zaman organize sanayi bölgesi patronu olarak karşımıza çıkar. Bunlar kent küçük-burjuvazisini oluştururlar.
Ancak küçük-burjuvazinin asıl “kütlesi” kırsal alanlardadır. Az ve küçük toprak sahibi köylüler kır küçük-burjuvazisini oluştururlar. Demokratik devrimin tamamlanmadığı bir ülkede bu kır küçük-burjuvazisi büyük ölçüde feodal ilişkiler içinde varlığını sürdürür. Anadolu kasabalarında kent ve kır küçük-burjuvazisi köylü-esnaf-tüccar ilişkisi olarak belirginleşir.
Kır küçük-burjuvazisinin kaderi (küçük köylü) yoksullaşmak ve mülksüzleşmektir. Yoksullaştıkça kentlere göç ederek yedek sanayi ordusunun bir neferi haline gelirler. Kent küçük-burjuvazisi ise, “kahraman bakkal süper marketlere karşı” ne denli direniş gösterirse göstersin, nihayetinde işini sürdüremez hale gelerek yedek sanayi ordusunun neferi olur. Ancak ülkede gelişen kapitalizm kendi iç dinamiği ile gelişmediğinden, ülkede gerçek bir sanayi yoktur. Dolayısıyla onların yedek sanayi ordusu neferi haline gelmeleri sanayide istihdam edilmeleri sonucunu doğurmaz. Kaçınılmaz olarak hizmetler sektöründe konjonktürel işlerde çalışarak, “yoksulluk sınırında” yaşamlarını sürdürmeye zorlanırlar. Büyük ölçüde hizmetler sektöründe istihdam edildiklerinden, yoksullaşmaları ve mülksüzleşmeleri, sözcüğün gerçek ve tam anlamıyla proleterleşmeleriyle sonuçlanmaz. Bu nedenle, yedek sanayi ordusunun neferi olan kent ve kır küçük-burjuvazisi, proleterleşemediği için eski geleneksel sınıf tutumunu sürdürür. Bir yanıyla “emekçi”dir, diğer yanıyla su katılmamış kent ve kır küçük-burjuvasıdır. Onu “ilginç” kılan da bu ikili özelliğidir. Kendisini her zaman küçük köylü, küçük esnaf, küçük tüccar olarak gördüğünden, maddi varlık koşulları ile bilinci arasında derin bir uçurum vardır.
Bu sınıfın aydınları da “eksantrik” kişilerden oluşur. Temsil ettiği ve çıkarlarını ideolojileştirdiği kendi sınıfından daha çok, kendi sınıfının olmak istediği, özendiği sınıfın, yani büyük burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder. Sınıfsal kökeninin ikili karakterine uygun olarak da, bir yandan büyük burjuvazinin çıkarlarına hizmet ederken, diğer yandan kendi sınıfının çıkarlarına sahip çıkar. Büyük burjuvazinin çıkarlarına hizmet ettiği ve edebildiği sürece orta-üst gelir düzeyinde bir yaşam sürdürür. Kendi sınıfının çıkarlarına yöneldiği oranda da bu yaşam “standardını” hızla yitirir. Çünkü kendi sınıfı, sürekli yoksullaşma ve mülksüzleşme süreci içindedir, “sürekli kaybeden” bir sınıftır. Bu nedenle de küçük-burjuva aydını, büyük burjuvaziden uzaklaştığı ölçüde, “sürekli kaybeden”ler safında yer alır.
Son yirmi yılda “globalizm” propagandasının etkisi altına giren küçük-burjuva aydını, “globalleşen dünya”nın kendi sınıfının “makus talihine” son vereceği umuduyla, yerellikten “globalliğe”, ulusallıktan kozmopolitizme kaymıştır. AB pazarlarının cazibesine kapılarak hızlı bir AB yandaşı olan bu aydın tabaka, AB’nin tarım ve küçük yatırımcıyı destekleme fonlarıyla sınıfının durumunun düzeleceğini ummuştur. AKP’nin ilk dönemindeki AB’ci söylemleriyle hızlı birer AKP’li olan bu aydın tabaka, bunun gerçekleşmediğini gördüğü ölçüde de, AB’den uzaklaşmış ve “ulusalcı” söylemleri benimsemiştir. Ancak AKP’yle birlikte ithalata dayalı iç ticaretteki gelişmeler karşısında yeniden AKP’ci olan bu tabaka, AKP’nin “biat” ilişkileri içinde barınamadığından bir kez daha “ulusalcı” söyleme geri dönmüştür.
Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, küçük-burjuva sınıfı gibi, bu sınıfın aydını da homojen değildir. İçlerinde, aydın olmanın “muhalif olma” olduğu ideolojisiyle iktidara muhalif olan aydınlar olduğu gibi, kendi öz sınıfının sürekli iktidar tarafından dışlanması karşısında “muhalif” olan aydınlar da vardır. İyi bir hasat sonucu geliri arttığı için “mutlu ve umutlu” olan, ama kötü bir hasat sonucu yoksullaşan ve hatta mülksüzleşen, “karamsarlaşan”, endişeye kapılan kır küçük-burjuvası gibi, küçük-burjuva aydını da “umut” ile “umutsuzluk”, “iyimserlik” ile “kötümserlik” arasında gidip gelir. “Umutsuzluğa” kapıldığı zamanlarda hızla “anarşist” kesilen bu aydın tipi, “umutlu” olduğu zamanlarda su katılmamış bir “liberal-demokrat” olarak sahneye çıkar.
Küçük-burjuva aydınının en büyük açmazı ise, kendi sınıfının ne olduğu ve hangi özelliklere sahip olduğu konusunda en küçük bir “fikre” sahip olmamasıdır. Eğitim görmüş birey olarak, eğitimsiz ya da az eğitimli kır küçük-burjuvazisini kendisiyle özdeşleştirmez. Esnaf ve tüccar olarak kent küçük-burjuvazisini ise, fazla sıradan, çıkarcı, üçkağıtçı olarak gördüğünden, onların aydını olmaktan utanç duyar. Büyük burjuvaziye hizmet etmese de, kendisini bu sınıfın “rafine” kesimlerine daha yakın hisseder. Bu nedenle, bu “rafine” kesimin düzenlediği sergilerde, bianallerde, resitallerde boy gösterir.
Bir de “sol” küçük-burjuva aydınları vardır. Bunlar, sınıfın ve bu sınıfın aydınlarının genel özelliklerini bünyelerinde barındırmakla birlikte, “solcu” olmaları nedeniyle, kendilerini “proletaryanın aydını” olarak düşünürler. Böyle düşündükleri sürece marksizmi savunurlar, marksist dil ve terminolojiyi kullanırlar. “Proleter aydın” olmanın “out” olduğu dönemlerde ise, kendilerini daha belirsiz bir sıfatla, “emekçi halktan yana” aydın olarak tanımlarlar. Artık “emekçi halkın” hizmetindedir, tüm bilgisini ve hünerini “emekçi halkın lehine” kullanacaktır.
Ancak olaylar ve süreçler, ne “saf” küçük-burjuva aydınının, ne de “sol” küçük-burjuva aydınının istediği ve beklediği gibi gelişmez. İşte o andan itibaren küçük-burjuva aydını “karamsarlaşır”, “aydınlık gelecek”ten, “emekçi halk”tan “umudunu” keser. Bu durumda, büyük bölümü pasifize olurken, küçük bir bölümü “anarşizme” kayar. Ancak bu küçük-burjuva aydınlarının “anarşizmi”, “batsın bu dünya” arabesk söyleminin ötesine geçemeyen aristokrat bir anarşizmdir. Her aristokrat gibi, her şeye yukardan, “kuşbakışı” bakar. “Aydın”ın görevinin “halkı”, “emekçi halkı” aydınlatmak olduğuna inandığından, düşüncesiz eyleme karşıdır, ama kendileri için eylemsiz düşüncenin ateşli bir savunucusudur.
Yine de bu aydınların hakkını yememek gerekir. Zaman zaman kendilerini “küçük kara balık” gibi görürler. Yine de küçük “kara ördek” olarak sürekli dışlandıklarını, çaresiz kaldıklarını düşünürler. Çoğu zaman bağırabildikleri kadar bağırırlar, herkesi “kurşun eritmeye” çağırırlar. Her kitlesel eylemle umutlanırlar, her kitlesel eylem sonrasında somut bir şey elde edilmediğini gördükçe yeniden umutsuzluğa kapılırlar. İşte böylesine umutsuzluğa kapıldıkları zamanlarda akıllarına “parlak” fikirler gelir.
Aşağıdaki sözler böylesi bir umutsuzluğun açık bir örneğidir: “50 mühendis ve teknisyen öleceklerini bile bile nükleer santrala girdiler. Günlerdir oradalar. Önce memleketlerini, sonra da insanlığı nükleer sızıntıdan korumak için ellerinden geleni yapıyorlar. Japonya onlara kamikaze ismini taktı. Çünkü ölüme gidiyorlar. Bir mucize bile olmayacak onlar için. En kesin anlamıyla memleketleri için ölüyorlar. Memleketlerini kurtarmak için...
Haberi duyduğum andan beri aynı soru var aklımda:
Türkiye’yi kurtarır mıydık? Elli kişi bulup ölüme gider miydik? Binlerce gencin vatanını korumak başlığı altında can verdiği bir ülkede bu soruyu sormak garip mi? Değil. Çünkü ortada bir ‘düşman’ olduğunda ölmek daha kolay anlaşılır şeydir insanlar için. Çünkü öldürülmek ihtimali vardır. Üstelik çoğu kişiye göre toprak, insandan daha kutsaldır. Peki toprak için olmasa ve seni korkudan, öfkeden delirtecek bir düşman da bulunmasa... Elli kişi bulabilir miydik bu memleket için canını verecek?...
Ahmet ile Nedim’in tutukluluk hallerine yaptıkları itiraz reddedilmiş. Daha önce de söylediğim gibi, ‘Artık bunu da yapamazlar’ dediğiniz her şeyi yapacaklar. Adaleti son damlasına kadar...
Artık hiç ama hiç adil olamayacağını düşündüğün bir ülkeyi kurtarmak için ölecek elli kişi bulabilir miydik acaba?” (Ece Temelkuran, Türkiye’yi Kurtarır mıydın?, Habertürk, 19 Mart 2011.) Yazar sözlerini, “Bu soruyu sormak bile çok acıklı” diyerek bitirir.
Evet, bu soruyu sormak “çok acıklı”, ama bir o kadar da umutsuzluğun ifadesidir. Üstelik aynı yazar, 9 Mart günü “Vakit Geldi” yazısında (bu yazı internette “tıklama rekoru” kırmış), “iktidar koltuklarında oturanlar biliyorlar: Koltukları havada duruyor, onların omuzlarında. Kıpırdasalar düşerler. Delikanlılığın, kabadayılığın, bitirimliğin sınırı da buraya kadar işte.” diye yazabilmişken..
“50 kişi”, yazıyla “elli kişi”, büyük harflerle “ELLİ KİŞİ” ARANIYOR! … Memleketi kurtarmak için ölecek, ölümü göze alacak “elli kişi”! “Elli” serdengeçti!
Abdülhamit “han”ın zulmüne karşı Namık Kemal’in umutsuzca söylediği gibi, “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini/Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?”
Entelektüel baylar ve bayanlar! Değerli ve sayın aydın beyler ve hanımlar!
Ne çabuk unuttunuz, bu ülkenin yakın tarihinde ülkenin yazgısını değiştirmek için on’larca, yüzlerce, binlerce devrimcinin ölümüne mücadele ettiği, yaşamlarını hiç çekinmeden bu ülke için feda ettiklerini. Yüzbinlerce insan, ölümü, işkenceyi göze alarak, silah elde bağımsız ve demokratik bir ülke için savaşmışlardır. Üstelik bunu yaparken, oportünistler tarafından “silahlı propagandayı temel çarpışma biçimi alarak öncü savaşını sürdüren devrimci örgütlerin mücadelesine, ‘bu bir avuç adamın, hakim sınıflarla düellosudur. Bu anarşizmin, narodnizmin çizgisidir, Lenin’de böyle bir çarpışma biçimi yoktur. Sorunu bu şekilde ele alış, her şeye silahın ucundan bakmaktır... vs...’” denilerek suçlanmışlardır.
Ne çabuk unuttunuz, Mahirleri, Denizleri, İbrahimleri…
Belki bazı “aydınlar” için devrimci olmak, “yak bir birinci, ol devrimci” türünden bir komikliktir hala. Belki çağdışı kalmış dogmatik ve fanatiklerin işidir devrimcilik. Ama anımsamalısınız ki, bu ülkenin tek gerçek gelecek umudu onlardı ve yine onlar olacaktır.
Küçük-burjuvazinin ve onun aydınının bakış açısından bakıldığında, devrimcilik, bir avuç (“elli kişi”!) serdengeçtinin işi olarak “algı”lanabilir. Belki umutsuzluğa kapılmış “sol” aydın, içinde yaşanılan süreçte kitlelerin tepkisizliğine, apolitikliğine bakarak, yakın tarihimizin “bir avuç devrimcisinin” düzeni nasıl sarstığını, yıkım noktasına nasıl yaklaştırdığını anımsayarak geçmişe özlem duyabilir. Hatta bir adım öteye geçerek, bugün yine “bir avuç devrimcinin” ülkenin yazgısını bir kez daha değiştirebileceğini düşünebilir. Ama bilmelidirler ki, devrimciler, korku ve endişe içinde olan, umutsuzluğa kapılmış birilerinin “silah başına” çağıracağı “emir erleri” değillerdir.
O aydınlar ki, onlarca yıldır, “her türlü şiddete karşıyız” diyerek, soldaki pasifistleri, legalistleri övgülere boğarak, silahlı devrimci mücadeleyi değersizleştirmeye çabalamışlardır. Şimdi “elli kişi”yi, elli devrimciyi, “Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?” dermişcesine “silah başına” çağırma ihtiyacı duymaktadırlar.
Evet, herkes kendince çağrıda bulunabilir. Burası “demokratik” bir ülke! Ama ne yazık ki, devletin siyasal zoruyla yok edilen ve “sol aydınlar”ın, “eskimiş marksistler”in karşı-devrimci propagandasıyla,yalanlarıyla “itibarsızlaştırılan” devrimci mücadele öylesine kolayca, bir çağırıyla bir baştan yeniden inşa edilemez. Eğer bu ülkede sol bir aydın, “ölümü göze alacak elli kişi bulabilir miyiz” diye soruyorsa, her şeyden önce devrimciliğin nasıl “itibarsızlaştırıldığını” sorgulamak zorundadır.
Bugün “bu ülke için” ölümü göze alacak “elli insan”dan söz edilebiliyorsa, bu ülkenin geleceğinin, kurtuluşunun devrimde olduğu açıkça ve korkmadan söylenmelidir. Ve gerçek aydın, böylesi ölümüne bir mücadeleye gücü oranında katkıda bulunmayı ve gerektiğinde bunun için bir “bedel” ödemeyi göze alabilmelidir.[1*] İşte devrimci aydın ile küçük-burjuva “solcu” aydınını birbirinden ayıran temel ölçüt budur.
Bu olmadığı sürece, basit, sıradan, ikircikli ve tutarsız bir küçük-burjuva aydını olarak mırıldanmaktan, homurdanmaktan başka seçenekleri yoktur.
Bir kez daha yineliyoruz: Bu ülkede öylesine on yıllar geçmiştir ki, ölümü göze alacak değil elli kişi, beş kişi bile bulmak hiç de kolay değildir. Gün, devrimcilerin günüdür, ama ne yazık ki, devrimcilik, “soyut gelecek için somut bugünden vazgeçmeyi” gerektirir. Eğer aydın olarak, siz, kendiniz, “soyut gelecek için somut bugünden vazgeçemiyor”sanız, elli kişi değil, elli bin kişi bile sizi saklanacağınız korku çukurundan çıkarmaya yetmeyecektir.
“Merak etmeyin, ordu yok”, ama devrimciler, “zümrüdü anka kuşu” gibi kendi küllerinden yeniden doğarlar. Zorlu, acılı bir doğumdur bu. Ve bilinmelidir ki, devrimciler, bu süreçte otuz yılın yarattığı tüm tahribata rağmen, “bir avuç” ölümü göze almış devrimcinin deneyimiyle biçimlenmiş ve olgunlaşmış devrimci teoriyle kendi yollarını aydınlatmayı başaracaklardır.[2*]
[1*] Ece Temelkuran’ın 26 Mart 2011 tarihli “Öyle Kolay Değil” başlıklı yazısına bir okuyucunun yaptığı “yorum”da şöyle deniliyor: “Ya yeni bir yol bulunacak, ya da yeni bir yol yapılacak. Bunun öncülüğünü sizin gibi aydın insanlar yapmalı. Devrimci, ilerici, demokrat, çağdaş insanlar arkanızdan gelecektir.”
Okuyucu, bu aydınların büyük büyük sözlerine bakıp, çok safiyane duygularla onların “öncü” olması gerektiği sonucunu çıkarmıştır. Anlayamadığı ise, bu küçük-burjuva aydınlarının “ölümüne” bir mücadeleye öncülük edemeyecekleri ve devrimcilerin de bu küçük-burjuva aydınlarının kuyruğuna takılmayacak kadar deneyim sahibi olduklarıdır. [2*] Önce 12 Eylül askeri terörünün yarattığı korku ve yılgınlık, ardından Sovyetler Birliği’nin dağıtılmışlığıyla ortaya çıkan moral bozukluğu ve ideolojisizleşme ve nihayetinde “globalizm” propagandası sürecinde pek çok “marksist”, “solcu” küçük-burjuva aydını saf değiştirmiş, uluslararası tekelci sermayenin hizmetine girmiştir. AKP iktidarıyla birlikte bu dönek küçük-burjuva aydınları karşı-devrimci, anti-marksist bir konuma geçerken, bir avuç sol ve marksist aydın ayakta kalabilmiştir. Bu ortamda ve bu hava içinde biçimlenen 12 Eylül sonrası yeni kuşaktan ise, çok az sol ve marksist aydın çıkmıştır. Birkaç yeni marksist aydını bir tarafa bırakacak olursak, bu yeni sol aydınlar, büyük ölçüde marksizm-leninizmden uzak, bir ölçüde “marksizm sempatizanı” denilebilecek dürüst ve namuslu (vicdan sahibi) aydınlar olarak varolmaya çalışmaktadırlar. E. Temelkuran bu aydınlardan birisidir. Şüphesiz böylesine sol aydınların bir avuç kaldığı bir dönemde “eleştiri oklarını” bunlara yöneltmek, ideolojik olarak olmasa da “siyaseten”, “ittifaklar politikası” açısından yanlış görülebilir. Bizim bu aydınlar karşısındaki tavrımızı belirleyen, “hem dostluk, hem mücadele” ilkesidir. Ortak düşmana karşı mücadelede onlar bizim dostlarımızdır; eleştirilerimiz bu dostluğu pekiştirmek ve sağlam bir temele oturtmaya yöneliktir. Ama söz konusu olan marksizm-leninizm ve proletaryanın devrimci mücadelesi olduğunda, bu aydınların yarattığı ve yaratacağı yanılsamalara karşı mücadele etmek de bizlerin görevidir.