Biz devrimciler, sıkça küçük-burjuvaziden, küçük-burjuva aydınlarından söz ederiz. Karşılaştığımız her türlü bireysel olumsuzluğu “küçük-burjuvalık” olarak tanımlarız ve “küçük-burjuva zaafı”nın nelere yol açabileceğini konuşuruz.
En azından, düne kadar konuşurduk.
Küçük-burjuva aydınları ise, kendilerini her türlü olumsuzlukla, bencillikle, bireycilikle, özenmecilikle özdeşleştiren devrimcilere karşı içten içe düşmanlık duyguları beslerler.
En azından, hala besliyorlar.
Her ne kadar küçük-burjuvazinin sınıfsal özellikleri elle tutulur, gözle görülür biçimde ortaya konulsa da, kendi sınıf ilişkilerinin kendilerini bu duruma getirdiği açık seçik gösterilse de, küçük-burjuva aydınlarının devrimcilere karşı düşmanlıkları hiç değişmemiştir.
Küçük-burjuvazi, büyük burjuvaziyle, yani kapitalist sınıf ile işçi sınıfı, yani proletarya arasında yer alan, nicelik olarak nüfusun çoğunluğunu oluşturan, ama kaçınılmaz olarak proleterleşmek zorunda kalan geçici bir ara sınıftır. Kimilerinin “ortadirek”, kimilerinin “orta sınıf” adını verdiği bu küçük-burjuva sınıf, geçici ve ara sınıf olma özelliğiyle her zaman proleterleşme korkusu içinde yaşar. Onun proleterleşme korkusu, proletaryayı “ayaktakımı” olarak aşağılamasında ifadesini bulan sosyo-psikolojik ve patalojik davranışlara yol açar.
Küçük-burjuva aydını, kaçınılmaz olarak sınıfının ortadan kalkacağı korkusuyla burjuvazinin (kapitalistlerin) saflarında yer almak için yırtınır. Bir kez kapağı bu kapitalist sınıfın yanına atabilirse, artık hiçbir şeyden korkması gerekmeyecektir. Üstelik o proletarya denilen “ayaktakımı” durumuna düşmekten kurtulmuş da olacaktır. Bu nedenle içinden çıktığı toplumsal sınıfa, yani küçük-burjuvaziye kolayca ihanet eder.
Küçük-burjuva aydını, tıpkı kendi sınıfı gibi bir arada-bir derede kaldığından, sürekli yalpalar. Bu da onun ünlü “kaypaklığı”nın gerçekliğidir.
Ama küçük-burjuva aydını, bu korkularını ve kaypaklığını kendi “entelektüel” bilgisiyle gizlemekte çok başarılıdır. Ağzı laf yapar, eli kalem tutar. Mürekkep yalamış bir kişi olarak, dili ve kalemi kıvraktır. Bu kıvraklığı sayesinde de, her türlü belirleyici ve kararlaştırıcı konularda ve aşamalarda kolayca kendisine bir çıkış yolu bulur, “kıvrak” zekasıyla övünür ve övülür.
En tipik küçük-burjuva aydını ise, kendisini “solcu” olarak tanımlayan, bir zamanlar “biz devrimi sevmiştik” diye konuşan tiptir. Zaman zaman bu “solculuk”u değişik renklere bürünür. Kimi zaman marjinal bir marksist olarak sahneye çıkar, kimi zaman “sosyal-demokrat” olur. Devrimci mücadelenin geliştiği dönemlerde ise, “keskin” bir marksist-leninist ve hatta “maoist” olur.
Yine de sınıfsal özelliği onu her yerde ele verir. O, her düğünde gelin, her cenazede ölü olmak ister. Tüm gözler onun üzerinde olmalıdır, tüm projektörler ona dönmelidir. O ki, engin ve zengin “entelektüel” bilgisi ve zekasıyla herşeye layıktır! O, insanlara yol göstermek, akıl vermek için yaratılmıştır!
Bir rastlantı sonucu geniş kesimler tarafından tanınır ve bilinir hale gelirse, artık onun için “karada ölüm” yok gibidir. Alkışlar ve övgüler canına can katar.
Öte yandan içinden çıktığı sınıf uyumcudur. Her ortama uyar, her gelişmeye uygun davranışlar geliştirir. Sıkıya ve sıkıntıya fazlaca gelemez. Ortamcı olduğu kadar eyyamcıdır da. En sıradan ve basit şeyleri abartmayı sever. Bu nedenle de “tez canlıdır”. Saman alevi gibi ateş alır ve söner. Ama her sıkıntıya düştüğünde büyük abisinin, yani kapitalist sınıfın sözünü dinler, onların gözüne girmeye çalışır.
Küçük-burjuva aydınının diğer bir tipik özelliği, kendisini “halk”la özdeşleştirmesi ve “halk” adına konuşma hakkına sahip olduğunu düşünmesidir. Bu nedenle kendi bireysel düşüncelerini kolayca “halklaştırır”, genelleştirir ve her şeye uyarlamaya çalışır. Eğer kafası karışık ise, herkesin kafasının karışık olduğunu ilan eder. Eğer depresyona girmişse, herkesin depresyonda olduğunu söyler.
Aynı zamanda keskindir, marjinaldir, radikaldir. Uçlarda dolaşmayı sever ve sevdiği her şeyi en sert ve keskin biçimde savunmaya kalkar.
Ne olduğu belirsiz “entelektüel zeka”sıyla her türlü zorluğun altından kalkacağına inanır. Öngörülerinin şaşmaz olduğunu düşünür.
O, güçlüden yanadır. Bir savaşta kimin kazanacağını önceden, ama herkesten önce saptayarak “pozisyon” alır. Aldığı “pozisyon”, her durumda savaşın galibinden yanadır.
İşte bu özellikleriyle küçük-burjuva aydını, sürekli yanlış ata oynar. Yanlış ata oynadığı açık seçik ortaya çıktığında bile, o, inatla doğru bir “pozisyon”da olduğunu söyler. Safında yer aldığı kesimin yenilmeye başladığını gördüğünde ise (“ilk” görenin hep kendisi olduğuna inanır), safları hızla terk eder. Bu terk edişini gizlemek için de bir yığın “mazeret” sıralar.
Saf değiştirirken ve değiştirdiğinde de, olağanüstü bir pişkinlikle, kendisinin hep “eskisi” gibi olduğunu, hiç “değişmediğini” ileri sürer.
Bir kez saf değiştirdiğinde de, eski saflarına ve eski saflarda birlikte yer aldığı “yoldaş”larına karşı acımasızdır. Öylesine acımasızdır ki, ilk baştan itibaren o saflara düşman olanlar bile, onların bu acımasızlığı karşısında onu frenlemeye çalışırlar. Acımasızlık, açık bir düşmanlıkla özdeşleşir.
“Medya” dünyasında Hadi Uluengin gibileri bu tipin en zavallı örneğini oluştururlar. Şahin Alpay, Halil Berktay gibi “teorisyen” tipler ise, geçmişteki oportünist deneyimlerini egemenlerin hizmetine sunarlar. İçlerinde Oya Baydar gibi, “nedamet” getirmiş ve “nedamet” getirdiği oranda “pavyondaki namuslu kadın” rolünü oynayanlar da vardır.
Ancak bu tipler sadece marksist saflardan gelmezler. Kimi zaman Yiğit Bulut gibi, günün modasına, yükselen “değer”ine uygun olarak “ulusalcı” olanlar da vardır. Bu tipler, marksist bir geçmişe sahip olmadıkları için, “pavyon”a fedai olarak gönüllü yazıldıklarında, yine de “pavyon”un sahibi ve yöneticisiymiş gibi davranırlar.
Tüm bunların dışında ve bir dönem için bunlara “muhalif” olan “medyatik” küçük-burjuvalar vardır. Ülkemizin özgünlüğünde ortaya çıkan bu özel tipler, “solcu aile”nin özenle-bezenle büyüttüğü ve Behrengi’nin “Küçük Kara Balık” öyküsüyle yetiştirdiği çocuklardır. Hemen hepsi Behrengi’yle yetiştirilmiş ve 12 Eylül döneminde büyümüşlerdir. Genellikle reklamcılık alanında, sinema sektöründe çokça bulunan bu özel tiplerin bazıları, örneğin Ece Temelkuran gibileri “medya” dünyasında bir “köşe” sahibi olabilmişlerdir.
Behrengi öyküleriyle yetiştirildiklerinden, ortak özellikleri “solcu hümanizm”dir. Küçük-burjuva bireyciliği ve bencilliği, onların dilinde “kolektif insancıllık” şeklini alır. “Ben”den çok “biz”den söz ederler ve “biz”den söz ettikleri her yerde “ben”i genelleştirirler. Bu nedenle de, hem “solcu” olabilirler, hem de küçük-burjuva aydınların dünyasında itibar görürler.
Gerçekte bu özgün tipler, diğerleri gibi “dönme”ye gereksinme duymazlar. Her iki kesimi de “idare” edebildikleri için, zaten böyle bir şeye gereksinmeleri de yoktur. AKP’nin “medyatik” baskısının yoğunlaşmasıyla birlikte bu konumlarından da uzaklaşmaya başlamışlardır.
Ne olmuştur, nasıl olmuştur bilenmese de, Milliyet gazetesinin Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla “yandaş medya” haline getirilmesi kararı ve ardından Ertuğrul Özkök gibi her dönemin adamının istifaya zorlanmasıyla birlikte “medya”da bazı gelişmeler ortaya çıkmıştır. Bu gelişmelerin ilk işareti Yiğit Bulut tarafından gösterilmişse de, son gelişme Ece Temelkuran’ın açıkça yeni bir “kerteriz” alarak ortaya çıkışı olmuştur.
Önce sürekli “yayıncısı”, eski AKP Urfa milletvekili Faruk Bayrak’ın sahibi olduğu Everest’ten “Muz Sesleri” romanı yayınlandı. Ardından her kaset çıkaran popçu gibi, kanal kanal dolaşarak kitabının PR çalışmalarını yürüttü. Bolca fotoğraf çektirip, bolca röportaj yaptı. “Popüler kültür”ün simgelerinden olduğunu söylediği Hülya Avşar’ın programına bile çıkmaktan kaçınmadı.
Aydın Doğan’ın Fettullahçı “jokeri” Devrim Sevimay’la yaptığı röportajda şöyle konuşmaya başladı: “Biliyor musun, aslında bu kadar Ortadoğulu olduğumu bilmiyordum. Kaldı ki Türkiye’nin de Ortadoğulu olduğunu ama bunu henüz Türkiye’nin de bilmediğini düşünüyorum. Çünkü bu bir dünyanın güney yarımküresi hissi ve biz o histen, yani ‘ezilen tarafız’ hissinden kaçıp duruyoruz. Oysa gelip biraz Ortadoğu’da yaşansa bunun böyle olmadığı, Türkiye’nin de Ortadoğulu olduğu hemen anlaşılır.” (3 Ocak 2010) Ardından Radikal Kitap ekiyle yaptığı röportaj geldi: “Bir Türk olarak doğduğun gibi bir Patagonyalı olarak da doğmuş olabilirdin. O zaman neyle gurur duyacaktın? Ama sınıfsal kimlikten de kurtulmak lazım dersek eğer, bu hem çok zengin, hem iştah açıcı, hem de zor bir konu. Evet, ondan da kurtulmak gerektiğini düşünüyorum. Hiçbir sınıfa ait olmamayı becerebilsek keşke.” (8 Ocak 2010) Ve “İslam mı? O dediğin, sosyalizmdir!” başlıklı köşe yazısı çıka geldi: “Anlattım ki, kalbin matematiği bize ezberletmeye çalıştıkları gibi değil. Tek başımıza mutlu olmuyoruz. ‘Ben’ denen lanet yük yoruyor bizi. ‘Ben’ ancak ‘biz’ içinde eriyince mutlu oluyor...
Aynı sözleri televizyonda, Hülya Avşar’ın programında söylemiştim. O sırada Nihal telefonuma bir mesaj atmış: ‘Çok islami söylemlerin var yahu!’
Sonra açıklamış
‘Biz’de erimek, kalbin ancak adanarak, feda ederek mutlu olması... Bunlar Kurani mesajlar.’
Ben de cevap verdim: ‘Fena halde sosyalizmdir o!’...
Hep böyle düşündüm. Yeni olan ise, Beyrut serüveninden sonra mesela, İslami başkaldırı geleneğini, yerli isyan tarihini sosyalizmin kalbiyle buluşturmak derdim, merakım. Yakında belki de bu konuları konuşmaya başlamalıyız.” (Milliyet, 15 Ocak 2010) Ece Temelkuran’ın dönüşüm serüveninin ilk günleri bu sözlerle geçti. “Ilımlı islam”a karşı “islami başkaldırı geleneği”ne sığınarak, yani “ılımlı islam”ın karşısına Lübnan Hizbullahının “radikal islamcılığı”nı çıkartıyormuş “gibi” görünerek yeni bir “kerteriz” aldığını ilan etti. Üstelik Hülya Avşar’ın programında kendisine mesaj atan “Nihal”le, yani HaberTürk’ün türbanlı yazarı Nihal Bengisu Karaca’yla “islamın başkaldırı geleneğini... sosyalizmin kalbiyle buluşturmak derdi”ne düşeceğinin de “sinyalini” verdi.
Şüphesiz Ece Temelkuran gibi, kendi bireyselliğinden yola çıkıp “tüm kadınların kafası karışıktır” genellemesi yapan birisinin “kafa”sının içinden nelerin geçtiğini bilmemiz olanaklı değildir. Ama görünen o ki, “medya”da ortaya çıkan gelişmeler karşısında bir “pozisyon” almaktadır. Bu “pozisyon”, “tıknaz düşünce adamı” dediği Fehmi Koru gibi “ılımlı islamcılar”ın “hedefi” haline gelmesine karşı, “Mumcu koruması”nın sona erdiği bir dönemde, korunmak için “radikal islamcı”ların safında yer alma “pozisyon”u gibidir.
Bu “pozisyonu”, tam da, kendi sözüyle, “Tayyip Bey’in çok yakında ‘führer’leşeceği”[1*] tartışmalarının, yani “sivil vesayet” tartışmalarının yoğunlaştığı bir dönemde almıştır.
O, şimdi Ciner’in Habertürk’üne transfer olmuştur. Ocağın ilk günlerinde gerçekleşen bu transfer sonrasında, hiçbir şey olmamışcasına Milliyet’teki yazılarını sürdürme becerisini göstermiştir. Üstelik Milliyet’te yayınlanan son yazısında okuyucularına hiçbir açıklama yapmaksızın ve onların “vefa”sına karşı bir tek söz söylemeksizin gidivermiştir.
Bu “pozisyon”, kendisini ne kadar “ılımlı islamcı”lardan korur bilemiyoruz. Ama bildiğimiz tek şey, “kafası karışık” bir küçük-burjuva olarak Ece Temelkuran’ın yeni bir “kerteriz” alarak, yeni bir ummana yelken açtığıdır. Yerli islamcılara (şeriatçılara) karşı “yabancı” islamcılar (Lübnan Hizbullahı) kendisini ne kadar korur bilemeyiz. Ama bildiğimiz bir şey var ki, bu koruma “pozisyonu” etkisiz kaldıkça, Ece Temelkuran daha çok yeni “kerteriz”ler almak zorunda kalacaktır.
Ece Temelkuran’ın “serüveni”, 12 Eylül günlerinde Behrengi’nin “Küçük Kara Balık”ıyla başlamışsa da, vardığı yer “büyük balık operasyonu”dur. Açıktır ki, bu “Küçük Kara Balık”ın “büyük balık” karşısında mücadele yerine teslimiyeti seçişidir, “Küçük Kara Balık”ın intiharıdır!
Ama Behrengi’nin öyküsü şöyle biter:
“On bir bin dokuz yüz doksan dokuz küçük balık ‘İyi geceler’ dileyerek yatmaya gitti. Büyükanne de uykuya daldı. Ama küçük bir kırmızı balık ne yaptı ne ettiyse de uyuyamadı. Sabaha kadar denizi düşündü hep...”
(Behrengi, Küçük Kara Balık)
[1*] “‘Sen bu ülkenin garnitürüsün!’ (25. 7. 2007) diyerek gitmiştim tatile. O yazıya, Tayyip Bey’in çok yakında ‘führer’leşeceğini’ söylediğim için kızdılar... İslami muhafazakârlığın artık kendini çekincesiz dayatacağını söylediğim için kızdılar... İktidarın pek yakında ‘Ya bizim gibi olacaksın ya da hiç olmayacaksın’ diyeceğini ileri sürdüğüm için kızdılar... Ne oldu? Bilhassa ‘Yaşasın, demokrasi kazandı’ diyenlere, sivilleşiyoruz gazıyla ortalamanın faşizminin tepemize bağdaş kurmasını destekleyenlere, Tayyip Bey’in seçim gecesi yaptığı konuşmayı ‘çok kucaklayıcı’ bulanlara soruyorum: Bekir Coşkun’a söylenen ‘Ya sev ya terk et’ size hiç mi değmedi?” (Milliyet, 26 Ağustos 2007)