2010’da önce 1 Mayıs kızıllığını kaybetti.
Her renkten, her kesimden, her çeşitten insanlarla tam bir "renk cümbüşü"ne dönüşen Taksim Meydanı, sarılısı, mavilisi, turunculusu, kahverengilisi, siyahı çeşit çeşit renklerle bezenmişti. Eski zamanların "temsili gerillaları"ndan miras kalan "merasim bölüğü"nün kızıl bayrakları da bu renk cümbüşü içinde küçük gelincikler gibi duruyordu.
Herkes kendi havasındaydı. Herkes kendisi için yürüyor, kendisi için konuşuyor, kendisi için halay çekiyordu. Timur Selçuk’un "koro"suyla seslendirdiği 1 Mayıs Marşı bile bu kendi kendine yürüme ve konuşma havasını kırmayı başaramadı.
Her ne kadar "devrim televizyondan yayınlanmayacak" denilse de, 1 Mayıs televizyonlardan canlı yayınlandı. Her televizyonun "alan"daki yorumcuları, sabahın ilk saatlerinden itibaren "sayılar" vermekte birbirleriyle yarıştılar. "Alan"dakiler ise, önce Atatürk Anıtı’nda yer kapma mücadelesi verirlerken ve en büyük pankartı en görünür yerde kameralara sergilemeye çalışırken "1 Mayıs coşku"su "alan"a girmekte zorlanıyordu.
Şüphesiz "demokratik" bir ülkede, "demokratik hak ve özgürlükler"in alabildiğine "kullanıldığı" bir ortamda 1 Mayıs’ın bir festival, bir şölen, bir eğlence havasında geçmesini engellemenin hiç de "demokratik" olmayacağı da açıktır.
Bu durum, çok geçer akçe söylemle şöyle ifade edildi: "Evet ve ne kadar harika ki, sıradüzen kortejlerine girmiyor, bir örnek militan kıyafetleri giymiyor ve ayin benzeri mitingler düzenlemiyorlar. Hemen orada, o anda yeni kararlar alarak eski kararları yok kabul edebiliyorlar. Hemen o anda yolunda gitmediğini düşündüklerine sırtlarını dönüyorlar. Taksim’de 1 Mayıs Marşı’nı bir anma ayini gibi koro halinde söylemeyi reddettiler. Onlar Taksim’e geri dönmediler, ilk kez çıktılar."[1*] Bu durum ve bu söylem yeni değildir. Yüzyıldır burjuvazi, dünyanın her yerde 1 Mayıs’ı şiddetle, kanla engellemeye çalışmıştır. Bunu başaramayınca, onu devrimci içeriğinden, sınıf niteliğinden yalıtarak, sıradan bir "gün"e, bir "tatil günü"ne dönüştürmek için çabalamıştır. Bu çabasında işçi aristokratları, yani işçi sınıfının göreceli olarak daha yüksek ücret alan kesimleri ile "icazetli sosyalistler" elele çalışmışlardır. Burjuvazinin bu amacı, Kurtuluş Cephesi’nin 1 Mayıs bildirilerinde şöyle ifade edilmiştir: "Burjuvazinin 1 Mayıs’ı saptırma çabaları, hemen her zaman işçi sınıfının kendi sınıf gücünün bilincine varmasını ve kullanmasını engellemeyi amaçlamıştır. Bu amaçla, 1 Mayıs’ları birer ‘festival’ havasına sokarak yozlaştırmaktan, onun içeriğini boşaltarak bir ‘tatil günü’ haline getirmeye kadar her yolu denemektedir. Bundan öte, 1 Mayıs’ı, her yıl aynı biçimde yinelenen bir gün haline getirerek, ‘alışılmış’ bir gün gibi anlaşılmasını sağlamaya çalışmaktadır." Ve 2010 yılında bu hedefe büyük ölçüde ulaşılmıştır.
2010’da kaybeden sadece 1 Mayıs olmamıştır. 26 Mayıs "genel direniş-genel grev"i de kaybedilmiştir. En elverişli konjonktüre rağmen (Zonguldak’taki grizu patlamasında 30 işçinin yaşamını yitirmesi, Kılıçdaroğlu "rüzgarı"), 26 Mayıs "genel grevi", bir yerlerden "icazet" alamadığı için başarısızlığa uğramıştır. Tekel işçilerinin küçük bir bölümünün Türk-İş binalarında gerçekleştirdiği "işgal eylemleri" bile bu başarısızlığı ortadan kaldıramamıştır.
"İcazet"le siyaset yapmaya alışmış legalist ve oportünist solun her daim gönlünde yatan "aslan" olarak dillerinden düşürmedikleri "genel grev"in 26 Mayıs başarısızlığı ise, basitçe Türk-İş’in "ihaneti"yle açıklanamaz. 1 Mayıs günü yapılan DİSK açıklamalarında 26 Mayıs "genel grevi"ne hiçbir vurgu yapılmaması, 26 Mayıs "genel grev"inin başarısız olacağını açıkça göstermiştir. SİP-TKP’den Emep’e, ÖDP’den her renkten legal "sol" partiye kadar herkesin çok iyi bildiği bu gerçek kitlelerden saklanmıştır.
"İcazetli siyaset", oportünistlerin kapalı kapılar ardında yaptıkları görüşmeler ve pazarlıklarla sürdürülen bir siyasettir.
"İcazetli siyaset", egemen sınıfların çizdiği sınırlar içinde "sol" görünümde siyaset yapmaktır.
Tüm legalist "sol", Türk-İş’le yapılan görüşmeleri ve pazarlıkarı çok iyi bilmesine rağmen, sanki herşey normal akışında gidiyormuşcasına "26 Mayıs Genel Grevi"nden söz etmeyi sürdürmüşlerdir.
Herşeyden önce bilinmelidir ki, adına ister "genel grev" denilsin, ister legaliteye uyumlu olarak "genel direniş" denilsin, işçi sınıfının tüm işyerlerinde üretimi durdurması, greve çıkması birkaç sendikanın ya da konfederasyonun pazarlıklarıyla yapılabilecek bir eylem değildir. Böyle bir eylem olmadığı gibi, her olayda ortaya atılan bir slogan da değildir. Genel grev, büyük ekonomik, toplumsal ve siyasal olaylara karşı işçi sınıfının bir bütün olarak tavır alışıdır, siyasal eylemidir, bir savaş ilanıdır. Bu özelliğinden ve niteliğinden soyutlanmış bir genel grev sloganı, içi boşaltılmış, sıradanlaştırılmış herhangi bir eylem çağrısından başka bir anlama gelmez.
Legalist "sol", bir genel grevin, gerçek bir genel grevin ne olduğunu ve nasıl sonuçlar verdiğini çok iyi bildiğinden, hemen her zaman onun içeriğini boşaltmaya, siyasal niteliğini ortadan kaldırmaya çalışır. Ama Türkiye solunun (ister legal, ister illegal olsun) ortak özelliği ise, diline doladığı herhangi bir sloganı, pratikte işe yaradığını gördüğü herhangi bir eylemi, her türlü kitlesel, tarihsel ve konjonktürel koşullarından yalıtarak, her zaman ve her yerde ortaya atmak ve pratiğe uygulamak olmuştur. Seçimlerin boykot edilmesinden ölüm oruçlarına kadar pek çok eylem biçimi ve eylem sloganı, böylesi bir anlayış içinde tüketilmiştir.
Bugün tüketilen ve inandırıcılığı yitiren, hem "işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü" olan 1 Mayıs, hem de "genel grev" olmuştur. 1 Mayıs festival havasına büründürülürken, "genel grev", öğlen yemek molasında yapılan bir "şey"e indirgenmiştir.
Bu olgular ortadayken, 1 Mayıs’ın "icazetli" olmadığını kanıtlamak amacıyla DİSK’in ve legalist "sol"un "müsadeyle değil, mücadeleyle aldık" ya da "söke söke aldık" beyanları da bir başka çaresizliğin ve ikiyüzlülüğün ifadesidir.
Recep Tayyip Erdoğan, çok açık biçimde "Taksim’i kopara kopara aldık diyenler var. Kimse AK Parti iktidarından kopara kopara bir şey almadı. Bu böyle bilinsin. Kopara kopara alma güçleri varsa 77’den iktidarımıza kadar neredeydiler" diyerek, Taksim’in "fethi"nin kendilerinin "inayeti" ve "müsadesi"yle olduğunu açıkça belirtirken, Süleyman Çelebi, "Sayın Başbakan’ın üslubundan yenilginin üzerini kapatıyor gibi bir izlenim edindim. Bilek güreşi yapmıyoruz sonuçta, onurlu bir mücadele veriyoruz. Mücadelenin kazanılması konusunda Sayın Başbakan bazen çelişkili yaklaşımlar içerisinde olabiliyor" diyerek geçiştirmeye çalışmıştır.[2*] "İcazetli siyaset", Behice Boran’ın "icazetli sosyalizmi"nden bugüne kadar "sol"un varlık koşulu olagelmiştir. Bu icazetli siyasetin yürütücülerinin hiçbir zaman devrim diye bir sorunları olmamıştır. Tam tersine, gelişen devrimci mücadeleyle varlık koşullarının ortadan kalkacağını çok iyi bildiklerinden, onun önünü kesebilmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Zaman olmuş düzenin yasal sınırları içinde sosyalistçilik oynamaya kalkışmışlar, gün olmuş, CHP’nin içinde ve gölgesinde siyasete soyunmuşlardır.
Bugün devrimci mücadelenin tarihi büyük ölçüde unutturulmuş ve çarptırılmıştır. Deniz’leri "küçük-burjuva maceraperesti" ilan edenler, Mahir’i "goşist" olarak karalayanlar, bugün Deniz’lerin, Mahir’lerin isimlerinin arkasına saklanmaya çalışmaktadırlar. 1977 1 Mayıs katliamını "Ergenekon çetesinin işi" olarak ilan etmekten çekinmeyen "sol"cular bile ortaya çıkmıştır. Küçük-burjuvalar, egemen sınıfın baskı aygıtı olan devletin görevlileri, memurlar "kamu emekçisi" ilan edilirken, fabrika ve Zonguldak maden işçileri "işçi aristokratı" olarak ilan edilmiştir.
Sorun, 1 Mayıs’ın yasal olarak kutlanıp kutlanmaması değildir. Sorun, legalitenin sınırlarının bilinmesi sorunudur. Daha henüz "demokratik açılım"ı bile beceremeyen bir düzende, demokrasi varmışcasına ve demokratik haklar kullanılıyormuşcasına "icazet"le siyaset yapmanın devrimci hiçbir gerekçesi yoktur.
Sorun, legal ya da illegal çalışma, silahlı ya da barışçıl mücadele sorunu değildir. Sorun, devrim sorunudur, devrim yapma sorunudur. Devrim yapmaktan korkanların, devrimin olmasını beklerken kitleleri oyalamak için yaptıkları "iş"ler de "icazet"li siyaset yapmaktan öteye geçemez.
[1*] S. Candansayar, Toplumsal Mücadelenin Yeni Liderleri, Birgün, 17 Mayıs 2010. [21*] Bunun "yararsız" bir polemik olduğunu söyleyenler de vardır. Bu karşı çıkıcılar, asıl olanın Taksim’in 32 yıl sonra Taksim’e çıkılmasının herşeyden daha önemli olduğunu söyleyerek yalın bir pragmatizm örneği sergilemişlerdir.