Her şey bir “plan” dahilinde gündeme getiriliyor ve uygulanıyor. Pek çok solcunun artık önemsemediği “şeriat düzenine” adım adım ilerleniyor. Herşeyin bir “vakti” ve bir “zamanı” oluyor. Vakit geldiğinde, zaman dolduğunda, tepkiler cılızlaştığında, yani koşullar olgunlaştığında amaca doğru sağlam ve kalıcı adımlar atılıyor. İster “Atlantik ötesinde” planlanmış olsun, ister AKP “kurmayları” (ya da “mehteran takımı”) tarafından planlanmış olsun, önce “nabız” yoklanıyor, ardından “düşük nabız” saptandığında icraata geçiliyor. Her yapılan bir sonra yapılacak olanın zeminini oluştururken, aynı zamanda pekiştiriliyor, kalıcılaştırılıyor.
Recep Tayyip Erdoğan, “cam”dan yaptığı konuşmalar arasında önce “üç çocuk isterim” diye “nikah” masasında başladı. Ardından bir başka “nikah” masasında “üç yetmez… beş olsun” dedi. Henüz sıra “medeni nikaha” gelmediğinden “imam nikahı”ndan dem vurmadan bunları söyledi.
… Ve bir süre “sustu”.
Bu “suskunluk” döneminde, “dindar nesil-kindar nesil” söylemine geçti. Daha henüz “elalem” “dindar gençlik” tartışması yaparken, 4+4+4 yasallaştırıldı. Kimilerine göre, eğitim sisteminde yapılan bu değişiklik yalın biçimde “imam-hatiplerin orta kısmını açma” girişiminden başka bir şey değildi. Oysa 4+4+4 denilen yeni “eğitim” sistemi, temel olarak 12 yıllık “zorunlu eğitim” demagojisiyle 10 yaşından itibaren çocukların “çalıştırılabilir” hale getirilmesini amaçlıyordu. Yine de önemsenmedi. Hem zaten tüm düzen partileri “reel sektör”ün “ara eleman sıkıntısı” içinde olduğunu ve buna bir “çözüm” üretilmesi gerektiğini kabul ediyordu. Böyle olunca da, 4+4+4 “sistemi”yle çocukların (özellikle erkek çocukların) 10 yaşından itibaren “meslek eğitimi” adı altında “sanayici ve işadamları”na ucuz işgücü olarak sunulmasının özüne itiraz eden çıkmadı. “Çocuk emeği”, “çocukların çalıştırılması” böylece yasal hale getirildi.
Zaten amaç “böyyük Türkiye” olmak, “bölgesel güç” olmak olunca, büyük bir nüfus ve ucuz işgücü olmaksızın böyle olunamayacağından nüfus artışını “teşvik” etmek de kaçınılmazdı. Hem zaten “dünya devi” haline gelen Çin’in en büyük “sermayesi” büyük nüfusu değil miydi? Öyleyse Türkiye nüfusunu artırmak için her koldan ve her yerden çalışmak gerekirdi.
Ama yine de istedikleri gibi sonuçlar ortaya çıkmıyordu. Çıkması için “zaman”a ihtiyaçları vardı ve “sene 2023” olunca da, 100 milyonluk Türkiye “hülyası”na ulaşılmış olacaksa da, işi “sağlam kazığa bağlamak” gerekiyordu.
İlk fırsat değerlendirildi.
UNFPA’nın
[1*] (Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu) 24-25 Mayıs 2012 tarihinde İstanbul’da düzenlediği “Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı” çerçevesindeki bir toplantı bu fırsatı yarattı.
… Ve “kükredi”:
“Ben sezaryenle doğuma karşı olan bir Başbakanım ve bunların planlı yapıldığını, özellikle planlı yapıldığını biliyorum. Bunun bu ülke nüfusunun artmaması için atılan adımlar olduğunu biliyorum. Bunun bir taraftan da kendilerine mali kaynak teşkil etmesi için atılan adımlar olduğunu biliyorum ve bununla bu ülkenin nüfusu bir yerde donduruluyor. Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum, kürtajı bir cinayet olarak görüyorum ve bu ifademe karşı çıkan bazı çevrelere, medya mensuplarına da sesleniyorum; yatıyorsunuz, kalkıyorsunuz Uludere diyorsunuz. Her kürtaj bir Uludere’dir diyorum.
Anne karnında bir yavruyu öldürmenin doğumdan sonra öldürmeyle ne farkı var? Soruyorum size. Bunun mücadelesini hep birlikte vermeye mecburuz. Bu milleti dünya sahnesinden silmek için sinsice bir plan olduğunu biliyoruz. Bu milletin çoğalması için asla bu oyunlara prim vermemeliyiz. Biz, siyasi rant peşinde değiliz. Bizim tek hesabımız var, bu millet muhasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkacak, çıkmalıdır. Bunun için de genç, dinamik nüfusa ihtiyacımız var. Bilesiniz ki insan ekonominin temelidir, insan varsa sermaye, emek var, insan varsa tüketim, üretim var. İnsan yoksa bunların hiçbiri yok. Onun için çok gayret edeceğiz, genç nüfusu artırmanın gayreti içerisinde olacağız. Aksi takdirde 2037’de ihtiyar bir nüfusla gerileme dönemine başlarız.”
Kimisine göre “ağzından çıkanı kulağı duymuyor”du! Kimine göre, “yalan yanlış” şeyler söylüyordu.
[2*] Ama Türk Tabipler Birliği hiç de aynı kanıda değildir:
“Kadınların kaç çocuk doğuracaklarını, nasıl doğuracaklarını belirlemeye kadar varmış olan baskılar, kadın mücadelesinin tüm kazanımlarına uzanacak gibi görünmektedir. Bu açıklama; ‘en az üç çocuk doğurun, o da yetmez beş çocuk’ çağrısıyla kadınları eve kapatmaya yönelik dayatmanın, gerekirse kürtaj yasağı ile ve zor yoluyla uygulanmak istediğinin de göstergesidir.
Failleri hala bulunmamış olan Uludere ile kürtaj arasında benzerlik kurulması, hem Uludere’de yakınlarını kaybetmiş olanların üzüntüsüne aldırmamak, hem de hedef saptırmak anlamını taşımaktadır. Bu iki durum arasında fark görememek mümkün değildir.
Kadınlarla erkeklerin eşit olmadığına inanan, bunu her fırsatta dile getiren iktidarın amacı, kadınları aile içinde ikincil konuma hapsetmek, sermayeye ucuz, güvencesiz işgücü oluşturmak, boğaz tokluğuna çalışacak binlerce işsiz yaratmaktır. Gereğinde savaşa sürülecek askerler olarak hazırlanacak işsizler ordusunun iyi bir eğitim sistemine ihtiyacı olmayacağı, eğitim sistemindeki değişikliklerle ortaya konmuştur…
Kürtajın yasal bir hak, bir seçim özgürlüğü olarak savunulması kadar, sosyal bir hak olarak savunulması da yaşamsaldır. Çünkü kadınlar için özgür, ücretsiz, ulaşılabilir, yasal bir kürtaj hakkı aynı zamanda yaşam hakkıdır. Kadınlar devlete değil, kendilerine aittir!”
Gerçek bu kadar yalındır.
Ama gerçeğin bu kadar yalın olması, insanlar tarafından aynı yalınlıkta kavranıldığı, anlaşıldığı ve benimsendiği anlamına gelmemektedir.
Recep Tayyip Erdoğan’ın hedef kitlesi her ne kadar kadınlarsa da, kadınlara değil erkeklere hitap etmektedir; erkekleri “göreve” çağırmaktadır. Tabipler Odası’nın doğru biçimde saptadığı gibi, “ataerkil kapitalist sistemin ihtiyaçlarına” karşılık verilirken, doğal olarak “ataerkil” bir güç devreye sokulmak istenmektedir. Hemen her gün “medya”da yer alan “kadın cinayetleri” de bu “ataerkil” gücün ne kadar zorba ve kan dökücü olabileceğini de göstermiştir.
AKP iktidarı, herhangi bir “düzen partisi”nin yaptıklarıyla ve yapabilecekleriyle kıyaslanamaz. Onların amacı, şeriat düzenine ulaşmaktır. Ve bilinmelidir ki, şeriat düzeni, sadece üstyapısal bir dönüşümü değil, aynı zamanda ekonomik ve toplumsal dönüşümü zorunlu kılar. “Globalleşen dünya”da ya da daha bildik sözle “kapitalizm koşullarında” ortaçağa özgü bir şeriat düzeninin var olamayacağını iddia ederek, gelişen olaylar karşısında “sessiz” kalmak aymazlıktan başka bir şey değildir. Çünkü kapitalizm, tekelci kapitalizm, en bildik sözle emperyalizm, her türlü toplumsal düzenle işbirliği yapabilir.
Herkesin, özellikle solda yer alan herkesin açıkça bilmesi gereken gerçek, bu “şeriat düzeni” amacının hiç de söylemsel olmadığı, adım adım inşa edildiğidir. Nasıl ki, “globalleşen dünya”da emperyalizm, “pozitif ayrımcılık” adı ve görünümü altında “kadın emeğini” ucuz işgücü olarak piyasaya sunarken kadınları (feminizm vb. söylemlerin de katkısıyla) kendi saflarına çekerek başarıya ulaşmışsa, AKP iktidarı da aynı şeyi yapmaya çalışmaktadır. Aralarındaki tek fark, birincisi “erkek egemen/ataerkil ilişkileri” kadınlar yoluyla altüst ederken, ikincisi, yani AKP, aynı yolla, ama “erkek”leri de kullanarak (ve birincisinin yaptığı altüst oluşa duyulan tepkiyi kanalize ederek) “ataerkil ilişkileri” yeniden inşa etmeye çalışmasıdır. “Neo-liberalleşmiş eski solcular”ın sandığı ya da sanılmasını istedikleri gibi, bu karşı-altüste karşı ne AB’den ne de başka “uluslararası kuruluş”tan yeterli bir tepki ortaya çıkmayacaktır. Çünkü yapılanlar, bir yandan “islamın modernizasyonu”nu sağlarken, yani islamı deforme ederken, diğer yandan emperyalist sistemin aktüel çıkarlarına uygun düşmektedir. Bu nedenle yapılması gereken, feminizm vb. söylemlerle devrimci sola, devrimci düşüncelere saldırmak yerine, bu gelişmelere karşı durmaktır.
Dipnotlar
[1*] Birleşmiş Milletler’in bu “fonu”nun Türkçe ana sayfasında şunlar yazılıdır:
“2050 yılında Türkiye nüfusu 100 milyona ulaşacak ve Avrupa Birliği nüfusunun yaklaşık dörtte birini kapsayacaktır. Türkiye bugünkü mevcut nüfusu ile (70.5 milyon 2007 TUİK Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi) Avrupa Birliği ülkeleri arasında en büyük ikinci ülkedir.
2010’lu yıllardan itibaren Türkiye bir demografik geçiş sürecine girecektir. Çalışabilir nüfusun toplam nüfus içindeki payı en yüksek noktaya ulaşacaktır. Bu geçiş, ülkenin kalkınmasında önemli bir fırsat penceresi yaratacaktır.
Türkiye nüfusu yaşlanmaktadır. 2006 yılında nüfusun yüzde 6’sı 65 veya daha üstü yaş grubundayken, bu oran 2050 yılında %18’e kadar çıkacaktır.
Türkiye’de etkili kalkınma politikalarının geliştirilebilmesi için: Gençler, üreme sağlığı, göç, yaşlanan nüfus ve diğer kalkınma ile ilgili alanlarda daha kapsamlı ve güvenilir verilere acil ihtiyaç bulunmaktadır.”
Görüleceği gibi, bu “fon”un Türkiye “tespiti” ile Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşması büyük ölçüde çakışmaktadır. “Birleşmiş Milletler”e bağlı bir “fon”, çok açık biçimde AKP iktidarıyla işbirliği yapmaktadır.
[2*] Hiç şüphesiz Recep Tayyip Erdoğan’ın nüfus ile “sermaye, emek, tüketim ve üretim” konusunda kurduğu paralellik doğru değildir. Ancak “tacir zihniyeti” açısından her şey nüfusla başlar. Mal satılacak, yani ticaret yapılacak yerin nüfusu ne kadar çok olursa, malların satışı da o kadar çok ve “bereketli” olacaktır. Bu yaklaşım, kesinkes kapitalist zihniyet değildir. Ama günümüzde emperyalist-kapitalizmin gereksinmesi genişlemiş pazarlar ve bu pazarlarda kendi metalarını satacak tacirlerdir. Bu açıdan Recep Tayyip Er-doğan’ın zihniyeti ile emperyalist-kapitalizmin gereksinmesi arasında bir uyum bulunmaktadır. Bir ülkede ticaret yapan, emperyalist metaları pazarlayan “üstün münevverler aristokrasya” ile onların pazarladığı her malı “kapışan” 100 milyon insan emperyalizmin bile kolay kolay hayal edebileceği bir şey değildir.