Kimisi "Kürt realitesi"ni tanıdı, kimisi "Kürt açılımı"ndan söz etti, kimisi "demokratik cumhuriyet" formülü ortaya attı, kimisi "federasyon"dan, kimisi "gevşek konfe-derasyon"dan söz etti. Herkes bir şeyler söyledi, ama sorun olduğu gibi kaldı, çözümlenemedi ve çözümlenebilmesine ilişkin bir belirti de ortaya çıkmadı. Şimdi AKP "mehteran takımı", "bu fırsatı kaçırmayalım" söylemiyle ortaya çıktı.
Öldürülen PKK'liler ve "şehit" edilen askerler, Kürtler ve Türkler arasında milliyetçiliğin yükselişinin itici güçleri olarak kullanılırken ne olduğu bilinmeyen bir "fırsat" üzerinden yeniden fırtınalar kopmaya, tartışmalar yapılmaya başlanıldı. Kimileri A. Öcalan'ın "ekolojik demokratik cumhuriyet"inin bir uzlaşma zemini olabileceğini, kimileri "terörün sona erdirilmesi"nin çözüm için birincil koşul olduğunu bir kez daha ilan ettiler.
Ergenekon operasyonuyla neredeyse eş zamanlı olarak yapılan DTP operasyonu ve ardından DTP'li milletvekillerinin "açlık" grevleri bir kez daha ortalığı "gererken", DTP'li beş milletvekilinin mahkemeye ifade için çağrılmaları yeni bir "gerilim" unsuru oldu.
Bu son gelişmeler, "ver-kurtul"cular ile "vur-kurtul"cular arasındaki eski tartışmaların bir başka düzlemde ve söylemde yinelenmesinden başka bir sonuç vermedi. Yine de soruna bir ad konulabildi: Kürt sorunu. Şimdi her şey bu "sorun"u çözmeye yönelik olarak ele alınabilirdi.
Oysa sorunun adı, ne kadar "hoş" görünürse görünsün, yanlış konulmuştu. Dolayısıyla da buradan herhangi bir çözüm üretmek maddi olarak olanaksızdır.
Sorun, "Kürt sorunu" değil, Kürt ulusal sorunudur. 19. yüzyılda Batı Avrupa'da büyük ölçüde çözümlenen, 20. yüzyılda "sömürgeler sorunu"yla birleşen ve 21. yüzyıla gelindiğinde "mikro milliyetçilik"le şekillenen, ama hala çözümlenememiş olan bir ulusal sorun.
Ulusal sorun, eski dille ifade edersek "milli mesele", bir ulusal topluluğun kendi ulusal devletine sahip olma hakkı, kendi siyasal kaderini kendisinin belirlemesi hakkı sorunudur.
Bu hak tanınmadığı ya da kazanılmadığı sürece ulusal sorun da varlığını sürdürmeye devam eder. Öyle ki, bu hak dışında bulunabilecek her türlü çözüm "ara çözüm" olmaktan öteye geçmez ve sadece ulusal sorunun bir süre ertelenmesine neden olur. Bu konuda en tipik "ara çözüm" ise, 20. yüzyılın başlarında Avusturya sosyal-demokratları tarafından ortaya atılmış olan "ulusal-kültürel özerklik" formülüdür.[1*] Lenin'in açık biçimde ifade ettiği gibi, bu formül de, "...gerçekten demokratik kurumlar getirmekte umutsuzluğa kapılan ve bir dizi (‘kültürel') sorunda her ulusun proletaryasıyla burjuvazisini yapay olarak birbirinden ayrı tutarak, burjuvazinin ulusal kavgalarından kurtulmaya çalışan kişilerin oportünist düşünden başka bir şey değildir."[2*] Bugün, ulusal devletlerin tarih sahnesine çıkışından iki yüz yıl sonra varlığını sürdüren ulusal sorunların geçmişte denenmiş, sonuçları açık biçimde görülmüş "ara çö-züm"lerle çözümlenemeyeceği açıktır. Tarihin gösterdiği tek gerçek, ulusal sorunların, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde çözümlenebileceğidir.
Yine tarihin gösterdiği diğer bir gerçek de, uzun yıllar çözümlenmemiş ve çatışmalara, savaşlara yol açmış ulusal sorunların, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, yani ayrı devlet kurma hakkı temelinde çözümlenmesinin bile, ezen ve ezilen uluslar arasındaki düşmanlığı ortadan kaldırmaya yetmediğidir. Yunanistan örneği açıktır.
Serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme, yani emperyalizme dönüşmesiyle birlikte, artık ezilen ulusun, ezen ulustan ayrılması ya da ayrı devlet kurma hakkının tanınması o ulusun kendi kaderini tayin edebildiği anlamına gelmemektedir. Emperyalizm, aynı zamanda her türden ulusal hakkın ihlal edilmesi, ulusal egemenliğin ortadan kaldırılması, doğrudan zayıf ve güçsüz ulusların emperyalizmin sömürgesi haline getirilmesi demektir. Bu nedenle de ulusal sorun, sadece ezen ulustan ayrılma hakkı sorunu değil, aynı zamanda emperyalizmden bağımsız varolma hakkı sorunu olarak daha geniş bir kapsama sahip olmuştur.
Buraya kadar ortaya koyduklarımız Marksizm-Leninizmin ulusal sorun konusundaki temel saptamalarıdır. Kimilerinin "ezber" olarak küçümsediği, kimilerinin "globalizm çağında" zaten ulusal devletlerin ortadan kalkmak durumunda olduğunu söyleyerek değersizleştirmeye çalıştığı bu temel saptamalar tek bir gerçeği ortaya koyar: Gerçek bir devrim olmaksızın gecikmiş ulusal sorunların gerçek ve kalıcı çözümleri olamaz.
Elinizde şu kadar silahlı gücünüz, dağda şu kadar gerillanız, şu kadar kitle desteğiniz olsa bile (ki yoktur) devrim yapmanın bir "hayal" olarak görüldüğü bir süreçte, böyle bir çözümden söz etmenin, elbette yaşayanlara "başınız sağolsun" demekten, "çözümsüzlük"ü savunmaktan başka bir anlama gelmediği düşünülebilir. Ama bunun tek gerçek ve kalıcı çözüm olduğunu anlayabilmek için, ortaya atılan "çözüm" formüllerinin nasıl çözümsüzlük olduğuna bakmak yeterlidir.
En bilinen "çözüm", açıktır ki "kültürel özerklik" formülüdür ve iki biçime sahiptir: Toprağa bağlı kültürel özerklik ve toprak dışı kültürel özerklik.
Toprağa bağlı kültürel özerklik, belli topraklar üzerindeki ulusal toplulukların dil ve kültür alanına giren "bütün ulusal sorunlarını" tam bağımsız olarak kendilerinin belirlemeleridir, doğal olarak da federal devlet anlamına gelir.
Toprak dışı kültürel özerklik ise, ulusal topluluk üyelerinin nerede yaşadıklarına bakılmaksızın, dil ve kültür alanına giren kendi ulusal sorunlarını tam bağımsız olarak kendilerinin belirlemeleridir.
"Kültürel özerklik", her iki biçimde de, asıl olarak okulun, yani eğitimin uluslara göre bölünmesinin, Lenin'in deyişiyle, "eğitimde ulusal kapalı alanların kabulü"dür. "Ama, okulu, ayrı ayrı ligalar içinde örgütlenmiş bulunan uluslar arasında bölüştürmek üzere devletin elinden almak, demokrasi bakımından ve hele proletarya açısından zararlı bir önlemdir. Bu, ancak ulusların ayrı özelliklerinin sağlamlaşması sonucunu doğurur, oysa biz, ulusları birbirine yaklaştırma yolunda çaba harcamalıyız. Böyle bir önlem, şovenliğin gelişmesi sonucunu verir, oysa biz, bütün ulusların işçilerinin en sıkı birliğine doğru, her türlü şovenizme karşı, her türlü ulusal tekelciliğe karşı ve her türlü milliyetçiliğe karşı yürümek zorundayız. Bütün ulusal-topluluklardan gelme işçilerin eğitim politikası birdir: anadilin özgürlüğü, demokratik ve laik okul."[3*] Görüldüğü gibi, 20. yüzyılın başlarında Avusturya sosyal-demokrat partisi tarafından ortaya atılan "kültürel özerklik" teorisinin her iki biçimi de, ulusal sorunu çözmekten çok, ulusal çatışmaları hafifletmeye ve geçiştirmeye yönelik "ara çözüm" niteliğindedir. Lenin ve Stalin'in çok açık biçimde ortaya koydukları ve tarihsel gelişim içinde de kanıtlandığı gibi, bu "çözüm", ulusal sorunu ertelerken, aynı zamanda ulusal toplukları birbirinden ayıran ve giderek de ayrılmayı kaçınılmaz hale getiren koşulların yaratılmasına hizmet eder.
İyiniyetli ve gerçeklikten kopuk bir değerlendirmeyle bu "çözüm", iki tarafın, yani ezen ve ezilen ulusların tek bir devlet yapısı ve ortak devlet sınırları içinde kendi ulusal sorunlarını kendilerinin belirlemesi ve buna uygun bir "bölgesel yönetim" oluşturması konusunda "uzlaşmaya" varmalarıyla kolayca uygulanabilir. Zaten her ulusal topluluğun kendisini ilgilendiren dil ve kültür alanında kendi kararlarını almasından doğal ne olabilir ki! Yapılması gereken tek şey, tarafların bir masaya oturup "uzlaşmaya" varmalarıdır!
Bu "çözüm"ü A. Öcalan şöyle ifade etmektedir: "Ben Kürtler için Demokratik Özerk Kürdistan öneriyorum. Kürdistan terimi, aslında coğrafi bir terim, Kürtler de söylememiş, bu, Selçuklu Sultanı Sultan Sencer zamanından beri böyle ifade ediliyor...
Demokratik özerkliğin devletle, sınırlarla bir problemi olmaz. Bir çeşit yerelin kendini devlet içinde ifade etmesi anlamına gelir...
Demokratik özerklikte Kürtler, bir nevi kendi özgürlüklerini sağlarlar. Eğitim, dil, diğer kültürel gelişimlerine ilişkin okullarını açarlar, halkın ekonomik sorunları var, gerekiyorsa bankalarını kurarlar, kooperatiflerini kurarlar. Dilin eğitimi ve diğer konularda enstitülerini oluştururlar. Bu devletin olmaması ya da devletin reddi anlamına gelmez. Devletin kurumları yanında Kürtlerin bir nevi kendi taleplerini karşıladığı bir yapı gibi düşünülebilir. Bazı haklar topluluğu ilgilendirir, tek başına bir şey ifade etmez."[4*] Aynı konuda DTP'nin "Demokratik Toplum Kongresi" sonuç bildirgesinde şöyle denilmektedir: "Sorunların çözümünde halkı söz ve karar sahibi kılmak için köklü bir siyasi-idari reform yapılmalı. Kongremiz, ülke bütünlüğü içinde halkın yerelde söz ve karar sahibi olmasını sağlayacak ve tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği düzeyde özerklik kazanması temeline dayanan modelin çağdaş kavramlaştırılışını ‘demokratik özerklik' biçiminde tanımlamaktadır. Sorunların çözümünde geliştirilecek yöntemler için, yereli güçlendirme, halkı söz ve karar sahibi kılma felsefesinden hareket eder, salt ‘Etnik' ve ‘Toprak' temelli özerklik anlayışı yerine kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği bölgesel ve yerel bir yapılanmayı savunur, ‘Bayrak' ve ‘Resmi Dil' tüm ‘Türkiye Ulusu' için geçerli olmakla birlikte her bölge ve özerk birimin kendi renkleri ve sembolleriyle demokratik öz yönetimini oluşturmasını öngörür, sorunların çözümünü sadece devlet sistemini değiştirmede aramaz, toplumun öz yeterliliğini esas alır."[5*] Şüphesiz A. Öcalan da, DTP'nin içinde yer alan bazı kişiler de Lenin ve Stalin'in ulusal sorun konusundaki tutumunu ve "ulusal kültürel özerklik" konusundaki eleştirilerini çok iyi bilmektedirler. Her ne kadar A. Öcalan, Marks'ı, Lenin'i, kısacası Marksizm-Leninizmi "aştığını" iddia ediyorsa da, Kürt ulusal sorununa ilişkin "türettiği" çözüm tümüyle "kültürel özerklik" çerçevesindedir. "‘Kültürde ulusal özerklik' en ince, bu yüzden de en tehlikeli milliyetçiliği temsil eder; bu, ulusal kültür sloganlarıyla ve son derece zararlı, giderek anti-demokratik bir şey olan eğitimin milliyetlere göre bölünmesi yolunda propaganda ile işçilerin yozlaştırılmasıdır. Kısaca, bu program, proleter enternasyonalizmiyle mutlak olarak çelişir; ve ancak küçük-burjuva milliyetçilerin ülkülerine yanıt verir."[6*] PKK'nin ilk kuruluşunda Kürt ulusal sorunu için savunduğu Kürt ulusunun kaderlerini tayin hakkı isteminden vazgeçmiş olması, aynı zamanda PKK'nin bu istemi gerçekleştirmek için yürüttüğü mücadelenin başarısızlığa uğramasının bir sonucudur. Bu başarısızlık, onları kaçınılmaz olarak "kültürel özerklik" gibi bir "ara çözüm"e yöneltmiş, Kürt küçük-burjuva aydınları arasında oldukça yaygın olan "evrimci" mücadele yolunu seçmesini getirmiştir. Böylece Kürt ve Türk ulusları arasındaki farklılıklar pekiştirilebilecek, Kürt ulusunun ayrılma, ayrı devlet kurmasının temel koşulu olarak Kürt ulusal birliğinin oluşturulması sağlanmış olacaktır. Ancak devrimci tarzda değil, evrimci, süreç içinde, zamana yayılmış olarak sağlanacaktır.
A. Öcalan'ın ve PKK'nin bu "evrimci" yolu ve sonuçları, elbette karşı-taraf (kendi söylemleriyle ifade edersek T. C.) tarafından da bilinmektedir. Doğal olarak da, devletin uzun dönemli varlığı açısından ele alındığında, bu türden "evrimci" çözüm yolunun kabul görmesi sadece devletin güçsüzleştiği, zaafa düştüğü dönemlerde söz konusu olabilir. Ama aynı nedenden dolayı, devletin güçlendiği dönemlerde ise, kabul edilen çözüm aynı biçimde ortadan kaldırılır. Bu açıdan bir devletin (bu devletin T. C. olup olmaması çok önemli değildir) belli bir konjonktürde kabul etmek zorunda kalacağı bir "ara çözüm", bir başka konjonktürde kaçınılmaz olarak ortadan kalkacaktır. Bu da, ulusal sorunun kalıcı çözümünün değil, geçici çözümünün öne çıkartılmasını ve bu geçici çözümden uzun dönemli kazanımlar elde edilmesi beklentisini beraberinde getirir.
Bugün yakalandığı iddia edilen "tarihi fırsat"ın "Kürt sorunu"na ilişkin söylenmeyen, ama son tahlilde "kültürel özerklik" çerçevesinde olabilecek olan "çözüm"ü, PKK'nin devrimci tarzda ulusal sorunu çözme mücadelesinin başarısızlığa uğramasıyla, uluslararası ilişkilerin, özellikle de Irak'taki ABD işgalinin yaratmış olduğu değişimin ortaya çıkardığı durumdan yararlanma çabasıyla nitelenebilir. Ama Ortadoğu'daki durum, yalın biçimde "Kürt sorunu" olmadığı gibi, ulusal sorunla da ilintili değildir. Sorunun özü, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu'daki sömürüsünü sürekli ve istikrarlı hale getirebilmek amacıyla yapmayı düşündüğü düzenlemelerdir. Düne kadar Sovyetler Birliği'nin etkin desteği altında ayakta duran Baas rejimlerinin emperyalizmden görece bağımsız hareketleri büyük ölçüde sona erdirilmiştir. Bu koşullarda Baas rejimlerinin dönüştürülmesi ve emperyalizminin çıkarlarına tabi kılınması Amerikan emperyalizminin temel hedefi durumundadır. Bu hedef, aynı zamanda İran'daki şeriat rejiminin devrilmesini (ya da dönüştürülmesini –Ilımlı İslam–, deyim yerindeyse "evcilleştirilmesini") de kapsamaktadır.
Amerikan emperyalizmi Suriye-Irak-İran üçgeninde, Türkiye devletinin etkin himayesi altında bir Kürt devletine dayanarak bu dönüşüm ve değişimi sağlamayı da hesaplamaktadır. Bugün "tarihsel fırsat" denilen şey, AKP kurmaylarının bu hesabı kendileri için bir "fırsat" olarak görmelerinden ibarettir.
Turgut Özal'ın "Kürt açılımı"yla birlikte ortaya atılan ve I. Körfez Savaşı'yla birlikte "bir koyup üç almak" şeklinde ifade edilen bu "fırsat", Barzani yönetimi altında Kuzey Irak'ta bir Kürt devletinin kurulması, bu devlet aracılığıyla PKK'nin Kuzey Irak'taki varlığının sona erdirilmesi ve Türkiye sınırları içindeki PKK etkinliğinin kırılmasıdır.
Bu konuda, genel olarak Türkiye devletinin "yetkili kurumları" içinde özsel bir görüş ayrılığı bulunmamakla birlikte, bu "tarihi fırsat"ın kısa ve uzun vadeli sonuçları açısından farklılıklar vardır ve kimi durumda özsel farklılık gibi yansıyabilmektedir.
Adlarına "ulusalcı" ya da "milliyetçi" denilen kesim, Kuzey Irak'ta oluşturulacak bir Kürt devletinin (uluslararası hukuk açısından fazla bir sorun doğurmaması için adına "özerk Kürt devleti" denilmesinin fazlaca önemi yoktur) uzun dönemde Türkiye, Suriye ve İran Kürtleri üzerinde egemenlik kurarak "Büyük Kürdistan"ın oluşturulmasının zeminini oluşturacağını iddia etmektedirler. Bu nedenle de, kısa vadeli çıkarlar için böylesi bir "fırsat"ın kullanılmasının Türkiye devletinin "bekası" açısından büyük bir tehdit oluşturduğunu söyleyerek bu "çözüm"e karşı çıkmaktadırlar.
Liberaller, globalistler ve diğer küçük-burjuva aydınları ise, "globalleşen dünya", "AB ile bütünleşen Türkiye" söylemleriyle zaten ulusal devletin pek çok işlevinin sona ereceğini ileri sürerek, bu "fırsat"ın kaçırılmaması gerektiğini savunmaktadırlar. Onlara göre, Türkiye devletinin "bekası"ndan söz etmek, ilkelliktir, çağdışılıktır, "faşizan" bir tutumdur.
AKP ise, bu "tarihsel fırsat"ı kaçırmak istememektedir. Bunun nedeni, ne "milliyet-çi"lik karşıtı olması, ne de globalizm yandaşı olmasıdır. AKP'nin tek beklentisi, Amerikan emperyalizminin Irak'tan çekilmesiyle birlikte Türkiye'nin Kuzey Irak'taki Kürt yönetiminin "hamisi" olmayı kabul ettiği koşullarda Amerikan emperyalizminin AKP iktidarının varlığına ses çıkarmayacağıdır. Özellikle son yıllarda, kuruluşunda ABD yönetiminden aldığı icazetin giderek zayıflaması karşısında paniğe kapılan AKP, bu yolla icazeti güçlendirebileceğini ve sürekli kılabileceğini ummaktadır. 29 Mart seçimlerindeki oy kaybı bu yöndeki hareketini daha da güçlendirmiştir.
AKP'nin, dar anlamda şeriatçı kesimlerin, böylesi kısa vadeli bir çözümün uzun vadeli sonuçlarını görmezlikten geldikleri de söylenemez. Bu kesimler, aynı zaman süreci içinde, yani Kürtlerin giderek birlik haline gelecekleri ve ulusal ayrışmayı tamamlayabilecekleri zaman sürecinde Kürtleri "ümmetçilik" temelinde kendi saflarına çekebileceklerini ummaktadırlar. Bu nedenle de, "ulusalcı/milliyetçi"lerin ülkenin uzun vadeli "çıkarları" ve devletin "bekası" açısından yaptıkları itirazlara rağmen bu "fırsat"ın kullanılmasından yanadırlar.
Bu "tarihsel fırsat"tan yararlanmak isteyen AKP, PKK ve Barzani yönetimi ve bu "tarihi fırsat"ı ortaya çıkartan Amerikan emperyalizmi çok iyi bilmektedir ki, böylesi bir "çözüm", geçici bir çözümdür ve orta ve uzun vadede daha şiddetli ve daha geniş çatışmalara yol açacaktır. Bu açıdan tüm taraflar şimdiden kılıçlarını bilemektedirler.
Bu çatışmaların gelecekte nasıl sonuçlanacağı, kimin kazanıp, kimin kaybedeceğini elbette bugünden söylemek olanaksızdır. Tek gerçek, yaşanılan süreçten çok daha şiddetli ve geniş bir çatışmanın ortaya çıkacağıdır. Bu nedenle diyoruz ki, Kürt ulusal sorununun gerçek ve kalıcı bir çözüme ulaştırılmasının tek yolu, ulusların kaderlerini tayin hakkından geçer.[7*] Bunun Türkiye devrimiyle birleşik olarak gerçekleştirilmesi ise, bölgenin olduğu kadar Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarındaki değişim ve dönüşümün temel taşı olacaktır. Bunun dışındaki her çözüm, geçici olduğu kadar uluslar arasındaki kin ve nefreti çoğaltacaktır.
[1*] "Avusturya'da yaşayan her ulus, üyelerinin bulunduğu bölge hangisi olursa olsun, (dil ve kültür alanına giren) bütün ulusal sorunlarını tam bağımsız olarak düzenleyen özerk bir grup teşkil ederler." [2*] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s. 100. [3*] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 122. [4*] A. Öcalan, Avukat görüşmesi, Kasım 2007. [5*] Demokratik Toplum Kongresi'nin sonuç bildirgesi, 2007. [6*] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 9. [7*] Bu yol, "kültürel özerklik" dışında, tek bir merkezi devlet yapısı içinde ulusal "özerklik"i içerir. Lenin, bu "özerkliği" Rosa Luxemburg'un ulusal sorun konusundaki tezlerini eleştirirken şöyle ifade eder:
"İlkin özerkliği nasıl tanımladığına bir bakalım. Rosa Luxemburg, kapitalist toplum için temel önemde olan bütün iktisadi ve siyasal sorunların, özerk yerel diyetlerin değil, ancak bir merkezi parlamentonun, bütün devletin ortak parlamentosunun yetkisine girmesi gerektiğini kabul ediyor –elbette ki, marksist olduğuna göre bunu kabul etmek zorundadır da–. Bu temel önemdeki sorunlar şunlardır: gümrük politikası, sanayi ve ticaretle ilgili yasama, ulaştırma ve iletişim (demiryolları, posta, telgraf, telefon vb.), ordu, maliye, kamu ve ceza hukuku, eğitim alanını engelleyen genel ilkeler (örneğin eğitimin mutlak laikliğini sağlayan yasa gibi, genel eğitim yasası gibi, asgari program, okul düzeninin demokratik biçimde örgütlenmesi yasaları gibi vb.), emeğin korunması yasaları, siyasal özgürlükleri koruyan yasalar (birlik kurma hakkı gibi) vb.., vb..
Özerk diyetlerin yetki alanına –devletin genel yasaları gereğince– salt yerel ya da bölgesel, ya da salt ulusal sorunlar girer. Bu fikri –aşırı ölçüde dememek için– son derece ayrıntılı biçimde geliştirerek, Rosa Luxemburg, örneğin, yerel önemi bulunan demiryollarının yapımını (n°12, .s. 149), yerel yolların yapılmasını (n° 14-15, s. 376) vb. anmaktadır.
Ekonomi ya da yaşayış tarzı alanında az da olsa özellikleri olan, özel bir ulusal bileşimi bulunan vb. her bölge için böyle bir özerklik tanımayan gerçekten modern bir devlet düşünülemeyeceği besbellidir. Kapitalizmin gelişmesi için gerekli merkeziyetçilik ilkesi böyle bir (yerel ya da bölgesel) özerklikle çelişmez; tersine, ancak bunun sayesinde bürokratik olmayan, demokratik bir biçimde işleyebilir. Aynı zamanda, sermayenin yoğunlaşmasını, üretici güçlerin gelişmesini burjuvazinin ve proletaryanın bütün devlet ölçüsünde gruplaşmasını kolaylaştıran böyle bir özerklik olmadan kapitalizmin geniş ölçüde, özgür ve hızlı gelişmesi olanaksız olurdu ya da hiç değilse son derece zorlaşırdı. Çünkü, salt yerel(bölgesel, ulusal vb.) sorunlarda bürokratik müdahale, genel olarak iktisadi ve siyasal gelişmeye en büyük engellerden biri olduğu gibi, özel olarak da en önemli sorunlarda, temel sorunlarda merkeziyetçiliğin önünde duran engellerden biridir."
İşte bu, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı temelinde birlik olmaları, tek bir devlet yapısı içinde bir araya gelmeleri temelinde Marksist-Leninistlerin savunduğu "özerklik"dir. Bu "özerklik"in gerçekleştirilmesi için, her şeyden önce ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınması ve bu temelde ulusların (ülkemiz somutunda Türk ve Kürt ulusları) özgür iradeleriyle bir araya gelmeleri gerekir. Bu birlikte yaşama iradesi varolduğu sürece bütünsel (üniter) merkezi devlet yapısı içinde ulusların özerkliği sağlanabilir. Bunun dışındaki tüm yollar, ulusal sorunu geçiştirmeye, ulusal farklılıkları korumaya ve pekiştirmeye hizmet eder.