Daha sonra adına "Ergenekon" denilen operasyonlar sessiz sedasız başladı. Ardından Mart 2008’de AKP’nin kapatılması davası açılınca, birbiri ardına "dalga"lar başlatıldı. Her "dalga" sonrasında AKP ve "yandaş" medya, koro halinde, "bu ülkede hiç kimse dokunulmaz değildir" tekerlemesini yineleyip durdular.
"Onuncu dalga", "on birinci dalga" vb. derken, Ergenekon operasyonları TSK’ya kadar uzandı. Artık "Ergenekon silahlı terör örgütü" yerine "darbe planları"ndan ve "darbe hazırlıkları"ndan söz edilmeye başlandı. Hemen her hafta bir "darbe planı", bir "darbe belgesi" ortaya çıktı. Bbunların en sonuncusu "Balyoz darbe planı" oldu.
İlk zamanlar TSK’nın "andıçları" birkaç sayfalık "belgeler" olarak "yandaş" medyaya servis yapılırken, "Balyoz darbe planı"yla birlikte "iki bavul dolusu belge" teslimatı yapıldı. Tümgeneraller, korgeneraller, orgeneraller, emekli generaller, amiraller gözaltına alındı, sorgulandı ve önemli bir bölümü tutuklandı. İddialar genelkurmay başkanına kadar uzandı.
Böylece AKP, göğsünü gere gere, "artık bu ülkede hiç kimse dokunulmaz değildir" diyebileceği noktaya geldi.
Genelkurmay başkanlığına göre, bu yapılanlar açıktan açığa TSK’ya karşı "asimetrik psikolojik savaş"tan başka bir şey değildi.
"Merak etmeyin ordu var" sözüne inanmış ulusalcılara göre ise, bu "örtülü operasyonlar", "okyanus ötesinden", yani ABD tarafından yönetiliyordu. Fettullahçı cemaat ile ABD’nin istihbarat örgütleri (şüphesiz CIA) TSK’ya karşı uzun dönemli bir yıpratma ve dönüştürme operasyonu yürütüyorlardı.
"Yandaş" medyaya sızdırılan "belge"lerin niteliği ve sistematiği karşısında bunun bir merkezden yönetildiğini söylemek, hiç şüphesiz olanaklıdır. Özellikle "Balyoz darbe planı"na ilişkin iki bavul dolusu belgenin Taraf gazetesine "servis" yapılması, bu değerlendirmeyi haklı kılmaktadır. Ancak sorun, genelkurmayın arşivlerinde bulunan böylesi bir belgenin, "orijinal" haliyle genelkurmaydan nasıl çıkartıldığındadır.
Ülkede gelişen her olayı "darbe planı" ve "darbe hazırlığı" çerçevesinde ele alan, hatta 1965-1980 dönemindeki devrimci mücadeleyi bile "darbe ortamı yaratmak" olarak yorumlaya cüret eden "mantık" sahipleri, bu süreçte TSK’dan, "Seferberlik Tetkik Kurumu"ndan, kontr-gerilladan, "Gladio"dan, JİTEM’den bolca söz ederken, tek bir kurumun adından hiç söz etmemişlerdir: MİT, açık adıyla Milli İstihbarat Teşkilatı.
Tüm solcuların, soldan dönmüş "neo-liberaller"in, "terör uzmanları"nın, "kontr-gerilla avcıları"nın çok iyi bildiği gibi, MİT, her dönemde, özellikle de devrimci mücadelenin geliştiği 1965-80 döneminde karşı-devrimci faaliyetlerin, operasyonların, provokasyonların merkezi ve odağıdır. 9 Mart 1971 "sol cunta"yı açığa çıkartan da, Kızıldere operasyonunu yapan da MİT’in kendisidir.[1*] 1965-71 döneminde olduğu gibi, 1974 sonrasında yeniden başlayan devrimci mücadeleye karşı da MHP’li faşist milisleri örgütleyen, onları silahlandıran ve "gerekli" eylemlere yönelten de MİT’tir.[2*] Aynı şekilde, 1978 Maraş katliamında MİT’in rolü ve yeri, açık ve nettir.
Abdullah Çatlı’dan Mehmet Ali Ağca’ya kadar ünlüsünden ünsüzüne kadar pek çok faşist MİT tarafından "angaje" edilmiş ve değişik eylemlerde kullanılmıştır.
Asker ve polisten oluşan kontr-gerillanın beyni, her zaman MİT olmuştur. Bunların operasyonları için gerekli istihbaratı da, operasyon kararını da her zaman MİT vermiştir.
MİT, tüm bu karşı-devrimci faaliyetleri yanında, devletin "iç işleri"ne de müdahale etmiştir. Ünlü Nejdet Uruğ "raporu", MİT’in TSK içindeki atamalara yönelik doğrudan operasyonu olarak hazırlanmış ve "medya"ya sızdırılmıştır.
Bugün, "darbe planları" medyaya "servis" yapılırken, "okyanus ötesinden" bile söz edilirken, MİT’ten hiç söz edilmemesi bir dizi soruyu da beraberinde getirmektedir.
MİT, "milli devlet"in merkezi istihbarat teşkilatı olarak, sivil ve asker unsurlardan oluşur. Bu niteliği ile MİT, emniyet ve ordu istihbarat birimlerinin üzerinde yer alan bir "çatı" örgütüdür. "Karşı ayaklanma stratejisi" çerçevesinde "merkezi istihbarat" yerine, operasyonel birliklerin kendi istihbaratlarını "yerel" olarak sağlamaları söz konusu olduğu ölçüde, MİT’in bu merkezi ve üst düzey istihbarat işlevi ikincil plana düşmüşse de, tüm "yerel" istihbaratların izlenmesi görevini yerine getirmekten bir an bile uzaklaşmamıştır. Bu bağlamda MİT, Jitem’den polis istihbaratına kadar tüm istihbarat birimlerini sıkı biçimde takip etmiştir. Bu süreçte MİT, belli başlı silahlı devrimci örgütlere yönelik operasyonlar dışındaki "yerel" operasyonlara katılmamış, ama her durumda bu operasyonlara ilişkin faaliyetleri yakından izlemiştir.
MİT’in asker ve sivillerden oluşan "yasal" yapısı, asker ve sivil devlet kurumları içindeki örgütlülüğü, tüm devlet mekanizması içindeki faaliyetleri izlemesini olanaklı kılmaktadır. 1980’lerde askeri istihbaratın merkezinin Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na geçmesiyle birlikte, MİT’in askeri personelini de denizcilerden oluşturulmaya başlanmıştır. Bu gelişmenin bir sonucu olarak da, Erdek ve Avşa adası MİT’in önemli "karargah"larından birisi haline gelmiştir.[3*] MİT’te görevli ya da MİT ajanı olarak angaje edilmiş bir askeri personel, herşeyden önce MİT’e karşı sorumludur ve herşeyden çok kendi kurumları içindeki istihbarat faaliyetleriyle görevlendirilir. İşte MİT’in bu niteliği, askeri personeli aracılığıyla TSK içinde yoğun ve yaygın bir istihbarat ağı oluşturmasını sağlamıştır.
Bugün "yandaş" medyaya sızdırılan "belgeler", bizatihi MİT’te görevli askeri personel tarafından TSK içinde yürütülen istihbarat faaliyetlerinden elde edilmiş bilgilerden oluşmaktadır. Genelkurmayın "bilgi sızdırılması" karşısındaki çaresizliği de, MİT’in bu alandaki faaliyetlerinin genişliği ve gücüyle bağlantılıdır.[4*] Evet, bugün "darbe planları" birbiri ardına açıklanırken, en "demokrat" ve en "darbe karşıtı" kişiler bile MİT’ten söz etmemektedirler. Söz etmemeleri bir yana, bu "bilgi sızdırılması"na ilişkin olarak MİT’in adı bile anılmamaktadır. "Herkes"e dokunulmakta, ama MİT’e kimse dokunmamaktadır. Genelkurmayın "kozmik odalarına" girilmekte, ama hiç kimse MİT arşivine girmekten bile söz etmemektedir.
AKP’nin YÖK’ü, TRT’yi, bürokrasiyi denetime aldığı, giderek yargıyı denetime almaya çalıştığından söz edilirken, MİT, her zaman özenle bunların dışında tutulmuştur. Bilinen en açık gerçeklerden birisi de, MİT’in "islamcılar" arasında da örgütlü olduğu, onlar içinde de "ajanları" bulunduğudur.
Bu olguların yanında, MİT ile CIA arasındaki organik ilişki gözönüne alındığında, "milli istihbarat teşkilatı"nın TSK’ya yönelik "asimetrik psikolojik savaş"ın merkezinde yer aldığını görmemek için insanın kör olması gerekir.
MİT’in ülkemizdeki siyasal olaylar içindeki rolü açığa çıkartılmadığı sürece, TSK’ya yönelik "asimetrik psikolojik savaş"ın kimler tarafından yürütüldüğünü de açığa çıkartılması olanaklı değildir. Ama bundan çok daha önemli olanı ise, ülkemizin yakın tarihinde MİT’in oynadığı rolün açığa çıkartılmasıdır. Görülen o ki, bu ülkede "hiç kimse dokunulmaz değildir", ama MİT’e dokunabilecek hiç kimse yoktur.
Bugüne kadar TSK’ya yönelik "asimetrik psikolojik savaş"ta AKP’ye üstün hizmetlerde bulunan MİT, önce mevcut müsteşarın görev süresini altı ay uzatarak ödüllendirilmiş ve şimdi de başına AKP’li bir müsteşar atanarak ödüllendirilmektedir. ANKA ajansının haberine göre, Mayıs ayında görev süresi bitecek olan müsteşar Emre Taner’in yerine Dr. Hakan Fidan atanacaktır. Ancak ödül bununla bitmemektedir. Asıl ödül, MİT’den daha önce ayrılan ya da uzaklaştırılan bazı eski MİT mensuplarının yeniden aktif göreve getirilmesidir.
İşte "hiç kimse dokunulmaz değildir" denilen ülkede "dokunulmaz ve dokunulamaz" MİT’in son durumu budur. Açıktır ki, "dokunulmaz ve dokunulamaz" MİT, gelecekte yine arka planda en etkin unsur olarak ülkenin siyasal geleceğini etkilemeye devam edecektir.
[1*] Mehmet Eymür, yıllar sonra Kızıldere operasyonunu nasıl yönettiğini övünerek anlatmıştır. [2*] 1974 sonrasında MİT’in faşist milisleri kullandığı ilk operasyon, 8 Kasım 1974’de ABD Dışişleri Bakanı Kissinger’in Türkiye’ye gelişi sırasında olmuştur. Kissinger’in geldiği günün sabahında faşist milisler ODTÜ ve Hacettepe üniversitesini işgal etmişlerdir. [3*] Askeri istihbarat faaliyetlerinin merkezinin deniz kuvvetlerine geçmesi yeni bir durum değildir. Tür-kiye’de 1980 askeri darbesiyle birlikte gerçekleşen bu geçiş, ABD’nin "deniz piyadeleri"nin cephe komutanlığı çerçevesinde onlarca yıldır yürütülmektedir. Son olarak NATO’nun "dönüşüm programı" çerçevesinde yürütülen çalışmalarda "terörizme karşı mücadele"de "deniz istihbaratı" önemli bir yere sahiptir. Bu durumu İstanbul’da Genelkurmay’ın düzenlediği "Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği" sempozyumda NATO Yüksek Müttefik Dönüşüm Komutanı Stéphane Abrial, "Teröristlerin takibinde ve istihbaratında ise deniz kuvvetlerinin önemi giderek artıyor." diyerek vurgulamıştır. [4*] Mustafa Balbay’a dönemin MİT müsteşarı Şenkal Atasagun tarafından "I. Ordu’nun darbe hazırlığı içinde olduğu" bilgisi "sızdırılmıştır". Ve yedi yıl sonra I. Ordu’nun "Balyoz darbe planı" iki bavul içinde "yandaş" medyaya servis edilmiştir. "Darbe uzmanları", bu iki olay arasında bağlantı kuramayacak kadar "alık"laşmıştır.