Avrupa'da
Neler Oluyor?
"En iyi Entegrasyon Asimilasyondur"
Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor! Sözcüğün en olumsuz anlamında bir hayalet, ırkçılık ve ayrımcılık hayaleti.
2 Kasım günü Hollandalı film yönetmeni Teo Van Gogh'un bir Faslı "müslüman" tarafından öldürülmesiyle birlikte Hollanda'da başlayan olaylar, bir yandan "yabancılar sorunu"na ilişkin "yepyeni ve alışılmadık" yaklaşımlar ve çözümler ortaya atılmasına yol açarken, diğer yandan aşağıdan gelen bir ırkçı-milliyetçi dalgasının ne denli etkin olduğunu göstermiştir.
Faslı bir "müslüman"ın Hollandalı bir "hıristiyan sanatçı"yı öldürmesi olarak sunulan cinayet, hızla dinsel ayrımcılıktan ırksal ayrımcılığa evrilmiştir. 11 Eylül sonrasında başlayan "islamcı teröristler" söylemine dayanan dinsel ayrımcılığın ırksal ayrımcılığa dönüşmesi, Avrupa'daki "yabancılar sorunu"nun boyutlarını göstermesi açısından da büyük bir öneme sahiptir.
Hollandalı Teo Van Gogh'un öldürülmesiyle birlikte yirmiyi aşkın cami ve mescidin bombalanması ya da yakılmasıyla gelişen olaylar, ne denli dinsel ve kültürel bir sorun olarak sunulursa sunulsun, her durumda "yabancılar sorunu" olarak varolan bir sorunun derinliğini ve yaygınlığını göstermiştir.
Türkiye "medyası"nın ağız birliği etmişçesine Hollanda'nın "Avrupa'nın en hoşgörülü toplumu" olduğuna ilişkin yayınlarına bakıldığında, gelişmeler ayrıksı bir olayın yarattığı bir tepkiden başka birşey değildir. Dolayısıyla olayları "büyütmeye" gerek yoktur, "hoşgörü toplumu" her zaman olduğu gibi "yabancılar"a hoşgörü göstermeye devam edecektir. Hem zaten gösterilen tepkiler cami ve mescitlerin yakılması ya da bombalanması şeklinde olsa da, bu cami ve mescitler "köktendinci" kesimlerin faaliyet gösterdiği alanlardır. Bu nedenle, olayların topyekün bir "yabancı düşmanlığı" olarak değerlendirilmemesi gerekir!
320 bin "Türk vatandaşı"nın ve 280 bin Faslının yaşadığı Hollanda'da cami ve mescitlere yönelik eylemlerin hız kesmesiyle birlikte, "hoşgörü toplumu"ndaki olaylar bir yana itilmiştir. Şimdilik ortalık "yatışmış", "hoşgörü toplumu" yeniden kendi olağan haline geri dönmüş görünmektedir. Ancak bu görünüm sadece "medyatik"tir. Gerçekte olan ise, işin içine Hollanda devletinin tüm kurum ve kuruluşları ile girmesiyle, "yabancılar sorunu"nun devlet sorunu haline dönüştürülmüş olmasıdır. Böylece şu ya da bu ırkçı ya da milliyetçi bir partinin propaganda malzemesi olan "yabancılar sorunu" tüm Hollanda toplumunun ortak sorunu haline gelmiştir.
Hollanda devlet güçlerinin "islamcılara, PKK'lilere ve solculara" yönelik birbiri ardına gerçekleştirdiği operasyonlar "yabancılar sorunu"nun salt dinsel bir sorun olarak görülmediğinin de kanıtıdır.
Ancak Hollanda'daki olayların etkileri Hollanda'dan tüm Avrupa'ya, özel olarak da Almanya'ya yansımıştır. Almanya başta olmak üzere tüm Avrupa'da şimdi "yabancılar sorunu" en çok tartışılan toplumsal sorun haline dönüşmüştür. Ve "yabancılar sorunu" "Türkler sorunu" olarak ırksal bir temele oturmuştur. Artık "müslümanlar"la başlayan, "islamiyetin kadına bakışı"yla süre giden her tartışma ve konuşma, "Türkler sorunu"na dönüşerek din alanından ırk alanına atlamaktadır. "Müslüman olmayan Türkler" fazla olmadığından, "Türkler sorunu", müslümanlar sorununu da kapsayan bütünsel sorun haline gelmiştir.
Hollanda'daki olayların ardından Almanya'da başlatılan "entegrasyon sorunu" tartışmalarının açık biçimde gösterdiği gibi, sorun, göçmen işçiler sorunu olarak gerçek bir temele sahiptir.
Böylece "yabancılar sorunu" "Türkler sorunu"na dönüştürülürken, göçmen işçiler "entegre olmayan ve entegre olmayı reddeden yabancılar" haline dönüşmüştür. Artık tüm sorun, bu "entegre olmayan ve olmayı reddeden", büyük çoğunluğunu "Türkler"in oluşturduğu göçmen işçilere ne yapılacağı sorunu olmuştur.
Sorunun, "entegre olmayan ve olmayı reddeden Türkler" sorunu haline dönüşmesiyle birlikte, Türkiye'nin AB üyeliğine ilişkin tartışmalar da işin içine dahil edilmiştir. Böylece AB'nin hıristiyan "demokrat" partilerinin başını çektiği Türkiye'nin AB'ye üye yapılamayacağına ilişkin kampanyalar, "Türklerin entegrasyon özürlü" olduklarına ilişkin bir toplumsal önyargı oluşturulmasına yönelmiştir.
Nasıl sunulursa sunulsun, hangi söylemle ifade edilirse edilsin, sorunun geldiği nokta, göçmen işçilerin ekonomik ve toplumsal yaşamdan dışlanması noktasıdır. Bu boyutu ile göçmen işçiler sorunu, göçmen işçilerin ülkelerine geri gönderilmesi sorunu olarak pratik ve yasal bir yöne evrilmiştir.
Türkiyeli işçilerin kırk yıllık Avrupa macerasının, "demokratik hak ve özgürlükler" ülkelerinde, demokratik hak ve özgürlüklere rağmen nasıl sona erdirileceği günün gündem maddesi haline gelmiştir. Pratik konu, süresiz çalışma ve oturma hakkına sahip olan göçmen işçilerin (Almanların deyişiyle "misafir işçilerin") bu haklarından nasıl mahrum bırakılacağıdır.
Bugün için pratik çözüm, demokratik hak ve özgürlüklerin "kötüye kullanılması" durumunda hak ve özgürlüklerin kaybettirilmesinin "demokratik" bir tutum olduğunun kanıtlanmasına dayandırılmaktadır. Bir başka ifadeyle, tartışmalar, demokratik hak ve özgürlüklerin hangi koşullarda ve nasıl sınırlandırılacağına ya da tümüyle ortadan kaldırılacağına ilişkin yasal bir çözüm bulmaya yönelmiştir. Bu nedenle, üretilecek yasal çözümün göçmen işçilerin yaşadığı ulusal devlet yurttaşları tarafından gerekli ve haklı olarak kabul edilmesi tüm propaganda çalışmalarının odak noktası haline gelmiştir.
Bu bağlamda "müslüman erkeklerin" kadınlara baskı ve şiddet uygulamalarına ilişkin olaylar toplumların gündemine yeniden taşınırken, göçmen işçilerin "paralel toplumlar" oluşturduklarına ilişkin görüntüler yayınlanmaya başlanmıştır. Tüm bunlar, göçmen işçilerin yaşadıkları toplumlara uyum gösteremediklerinin, yani entegre olamadıklarının açık kanıtları olarak sunulmaktadır. Özellikle Almanya'da 1993 ekonomik bunalımıyla başlayan ve 2000 yılından bugüne kadar süre giden ekonomik bunalımla büyüyen işsizliğin yarattığı ortamdan beslenen "yabancı düşmanlığı", toplumun büyük bir kesimini etkisi altına almaya başlamıştır. Neredeyse göçmen işçiler ("misafir işçiler") Almanya'daki her türlü ekonomik ve toplumsal sorunun nedeni olarak görülmeye başlanmıştır.
Artık sorunların ne olduğunun, nereden kaynaklandığının hiçbir önemi kalmamıştır. Tek bir sorun vardır: Göçmen işçilerin geri gönderilmesi.
Sıradan bir Avrupalının gözünde göçmen işçiler, kendi işlerini ellerinden alan, dolayısıyla kendilerinin işsiz kalmasına yol açan "yabancılar"dır. Dünün "sarımsak kokulu" yabancıları, bugün onların işsizliğinin nedenidirler. Onlardan kurtulunduğu ölçüde kendilerine iş olanağı çıkacağını düşünmektedirler.
Biraz daha gelişmiş, sıradanlığın sıradışılığına sahip olan Avrupalı için, yabancı işçiler, hem kendi iş olanaklarını ellerinden almaktalar, hem de kazandıkları paraları yaşadıkları ülkelerde harcamayarak, ülkelerin kaynaklarını dışarıya transfer etmektedirler. Bu transfer, açık bir sermaye transferi olarak görüldüğünden, ülke içindeki yeni yatırımların engeli olarak da kabul edilmektedir.
Bu bakış açısı, özellikle protestan-evangaliş ağırlıklı ülkelerde, özel olarak da Almanya'da "akademik" ve iş çevrelerinde oldukça yaygındır.
En ilkel haliyle merkantilist dönemde görülen bu düşünceler, Alman halkının ekonomik bilgisini oluşturur. "Hıristiyan ülkeler dışındaki Türkiye ile, İran ve Doğu Hindistan ile yapılan ticaret yüzünden para azalmaktadır.
Bu ülkelerde ticaret daha peşin para ile yapılmaktadır, ama hıristiyan ülkeler içinde yapılan ticaret, bu bakımdan değişiktir. Çünkü hıristiyan ülkeler içindeki ticaret de her ne kadar peşin parayla yapılıyorsa da, gene de para, bu ülkelerin sınırları içinde kalmaktadır. Gerçekten burada, hıristiyan ülkeler içindeki ticarette paranın akıntısı ve karşı akıntısı, met ve cezri yer almaktadır, çünkü bir ülkede kıtlık bir başkasında bolluk olmasına karşın, para, bazan bir yerde daha bolken, bir başka yerde daha kıt olmaktadır; böylece para hıristiyanlık çerçevesi sınırları içinde gider gelir ve dolaşır, ama bu daima çitlerin içinde kapalı kalır. Hıristiyan ülkeler dışında yukarda adı anılan ülkelerle yapılacak olan ticaret için kullanılan para, gider ve bir daha geri dönmez." Yüzelli yıl önce söylenmiş bu ilkel merkantilist düşünce çerçevesinde dünyadaki ve ülkesindeki gelişmelere bakan ve yorumlayan toplumun, ekonomik bunalım dönemlerindeki istemi de "himayecilik" olmaktadır. Göçmen işçiler karşısındaki tutumu da bu "himayecilik" çerçevesinde biçimlenir.
Şüphesiz ilkel merkantilist düşüncenin[1*] sıradan insanlar tarafından kolayca benimsenmesi anlaşılır birşey olmakla birlikte, "akademik" çevrelerin de aynı düşüncelerin savunucusu olmaları oldukça şaşırtıcıdır.
Oysa günümüzdeki ekonomik bunalım, dünyanın "globalleştiğine" inanıldığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Bu bunalımda, ekonomik bunalımlara ilişkin varolan tüm teoriler işlevsiz kalmıştır ve yeni bir teori de ortalıkta görünmemektedir. "Akademik" çevreler, "globalizm"in serbest pazar ekonomisi söylemlerine öylesine kapılmışlardır ki, serbest rekabetin geçerli olduğu bir dönemin yeniden yaşandığı hayaline kapılmışlardır. Dolayısıyla serbest rekabetçi kapitalizm dönemine ilişkin teorilere geri dönmüşlerdir.
Ekonomik bunalım dönemlerinde başgösteren "himayecilik" eğilimlerinin yanında en tipik olguların birisi de yabancı düşmanlığıdır.
İşsizliğin yaygınlaştığı dönemlerde, yabancı işçilerin daha az ücretle çalışmaları yerli işçilerin doğal rakibi olarak ortaya çıkmasına yol açar. Kendisi iş bulamazken yabancı işçinin çalışabildiğini gören yerli işçi, ona karşı şovenist ve ırkçı bir tepki duyar. Bu durum da, yabancı işçilerin içinde yaşadıkları toplumsal ilişkilerden daha fazla yalıtılmalarına ve dışlanmalarına yol açar. Yalıtılmış ve dışlanmış yabancı işçiler, giderek daha da düşük ücretlerle çalışmayı kabul ederler. Bu da işçilik maliyetlerinin düşmesine katkıda bulunur.
Bugün Avrupa'da, özel olarak da Almanya'da göçmen işçilere ve bunlar içinde büyük bir nüfus oluşturan Türkiyelilere gösterilen şovenist ve ırkçı tepkiler doğrudan işsizlik olgusuyla birlikte yoğunlaşmış ve yaygınlaşmıştır. Ancak gelişmeler bunlarla sınırlı kalmamaktadır. Almanya'da %10'lar seviyesinde bulunan işsizlik, yabancı işçiler arasında %40'lar seviyelerindedir. Dolayısıyla işsizlikten en çok etkilenen kesim yabancı işçilerdir. Bu durumda da işsizlik sigortası, sağlık sigortası gibi sosyal haklar devreye girmektedir. İşsizliğin nedeni olarak görülen yabancı işçi, bu kez ülkenin sosyal fonlarını tüketen bir kitle olarak görülmeye başlanır. Sosyal fonların sınırlandırılması ve yer yer kesilmesi karşısında, bunun nedeni olarak işsiz yabancı işçileri gören yerli halkın yabancı düşmanlığı daha da büyümektedir.
Sorunu güncelleştiren ve yaygınlaştıran dünya ekonomik bunalımı ve bunun Avrupa'ya yansıma biçimidir. Özellikle 2000 yılından itibaren uzun bir ekonomik durgunluğa giren Almanya'da, iç pazar için üretim yapan tekeller ve orta sermaye kesimleri, büyük ölçekli deflasyonla karşı karşıya kalmışlardır. Gerek aşırı-üretim, gerekse işsizliğin yaratmış olduğu talep daralmasıyla ortaya çıkan fiyatların düşme eğilimi, ucuz yabancı malların ithalatıyla daha da tehlikeli bir hal almaya başlamıştır. Bu durum iç pazar için üretim yapan tekeller ve orta sermaye kesimlerinde "himayecilik" eğilimlerini güçlendirirken, yabancı işçilerin, özel olarak Türkiyeli işçilerin sınırlı tüketimi ve biriktirilmiş paralarının kendi ülkelerine transferi giderek önemli bir olgu haline gelmiştir.
Bu durumda, iç pazar için üretim yapan tekeller ve orta sermaye kesimleri, kendilerinin her türlü zorluğa rağmen, "yurtseverce" (patriotist) üretimi ve istihdamı sürdürdüklerini söyleyerek şovenizmi ve ırkçılığı teşvik etmektedirler. Yabancı işçilerin, özel olarak Türkiyeli işçilerin sınırlı tüketiminin "entegre olmamışlıktan" kaynaklandığına ilişkin düşünceler bu zeminde gelişmeye başlamıştır. Perakende ticaret alanında başlayan iflaslar, "entegrasyon sorunu"nu daha da öne çıkarmıştır. Son aylarda Almanya'da tartışmaya açılan "paralel toplum"[2*] tezleri bu sorunun ne denli önemsendiğinin açık kanıtıdır.
1980 dünya ekonomik bunalımı karşısında geliştirilen "monetarizm"den başka yeni bir anti-bunalım teorisinin üretilemediği emperyalist ülkelerde, her türden eski teorilere gösterilen ilgi, kaçınılmaz olarak sorunların çarpıklaşmasına ve çözülemez hale gelmesine yol açmaktadır.
Bugün Avrupa'da dolaşan ırkçılık hayaleti, yabancı işçilerin "entegrasyonu" hayaleti haline dönüşmektedir. Bu yeni hayaletin özü ise, "entegre edilemeyenlerin" sürülmesidir.
Avrupa'nın en düşük ücretleriyle, en kabul edilemez işlerinde çalışan yabancı işçilerin kendi ihtiyaçlarını kendi olanaklarıyla kendi kendilerine temin etmeleri, kaçınılmaz olarak yaşadıkları ülkenin iç pazarından sınırlı bir talepte bulunmalarına yol açmaktadır. "Entegre" olmuş yabancı işçilerin daha fazla talep yarattığı yanılsaması, aynı oranda yabancı işçilerin "entegrasyona" zorlanmalarının maddi yanını oluşturmaktadır.
Konuyu Türkiyeli işçiler açısından ele alacak olursak, Türkiyeli işçilerin yıllık olarak 7-8 milyar Euro seviyesinde bir parayı ülkeye gönderdikleri görülmektedir. Almanya'nın toplam GSMH'nın 2,1 trilyon Euro olduğu gözönüne alındığında, bu binde üçlük "servet transferi"nin fazla ciddiye alınacak yanı yoktur. Öte yandan toplam 2,3 milyon Türkiyelilerin gelirlerinin toplamı 20 milyar Euro'dur. Tasarruf edilen kısım düşüldüğünde, tüketim için harcanan miktar 10-12 milyar Euro olmaktadır.
Böylesine küçük rakamların Alman ekonomisinde özel bir yere sahip olmadığı açıktır. Ancak 2000 yılından beri süregiden ekonomik durgunluk koşullarında perakende ticaretteki iflaslar böylesine küçük paraların hesabının yapıldığı bir dönem başlatmıştır. Öyle ki, Almanya'nın sahip olduğu tek ulusal tatil günü olan 3 Ekim Birlik Günü'nün tatil olmaktan çıkartılarak 300 milyon Euro tasarruf yapılması bile gündeme gelebilmiştir. Bu nedenle Türkiyelilerin kendi içlerinde yaptıkları alışverişte kullanılan birkaç milyar Euro Alman iç pazarı için büyük bir para olarak görünmeye başlamıştır.
Oysa sorunun bizzat kendisi Alman ekonomisinin ağır ve hantal yapısından kaynaklanmaktadır. Uzun yıllar (40 yıl) değişmeyen tüketim kalıpları içinde, fazlaca değişmeyen gelirlerin yarattığı belli bir talep düzeyine göre örgütlenmiş Alman iç pazarı için Türkiyelilerin kendi içsel tüketim harcamaları önemsenmemiştir. Öyle ki, Türkiyelilerin talep ettikleri tüm tüketim malları bizzat kendileri tarafından ithal edilmek ve kendileri tarafından pazarlanmak durumunda kalınmıştır. Hiç bir Alman perakende satıcısı bu talebe itibar etmemiştir. Büyük marketlerde Türkiyelilerin tüketim ihtiyacına yanıt veren malları bulmak neredeyse olanaksızdır. İşte bu önemsememe, Türkiyeli toplumun kendi tüketim mallarını kendilerinin ithalini ve satışını getirmiştir. Bu da, zaman içinde belli bir sermaye birikiminin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Fazla güvenilir olmamakla birlikte, 2002 verilerine göre 65 bin işyerinin toplam cirosu 25 milyar Euro olmuştur. Bu ciro içinden turizm vb. şirketlerin ciroları çıkartıldığında, tahmini olarak 10 milyar Euro'luk bir ciro temel tüketim malları ticaretinde (bakkal ve marketler) ortaya çıkmaktadır. Kimi verilere göre, Almanya'da toplam 35 bin bakkal ve market bulunmaktadır.
Sayılar ne denli yetersiz ve güvenilir olmasa da, Almanya'da yaşayan Türkiyelilerin 10 milyar Euro'luk bir temel tüketim malları talebine sahip olduğu söylenebilir. 2000 yılı öncesine kıyasla bu tüketim talebinde önemli bir artış ortaya çıkmıştır. Bu artışın temelinde Almanya'daki yüksek işsizlik ve ayrımcılık yatmaktadır.
Yine de ekonomik temeldeki yalnızlık ve yalnızlaştırılmışlık yanında pek çok toplumsal sorun da Türkiyeli nüfusun giderek içe kapanmasını getirmiştir.
Tüm bunlar bilindiği halde, Türkiyeli nüfusun "entegrasyon özürlü" olduğuna ilişkin yorumlar ve yayınlar süregitmektedir. Öylesine ki, çoğu durumda "Türkler"in çocuklarını yüzmeye, okul gezilerine göndermediklerinden, kadınlarını dövdüklerinden yola çıkılarak "entegre edilemez" oldukları iddia edilmektedir. Örneğin bir hıristiyan-demokrat şöyle söyleyebilmektedir: "Maalesef bazı ikinci ya da üçüncü kuşak çocuklarının ebeveynlerinden daha kötü Almanca konuştuklarını görmekteyiz. Bu arada içlerinde Türk işyerleri, doktorları, gazeteleri, avukatları vb. barındırarak kendilerine komple bir Türk altyapısı oluşturan büyük Türk mahalleleri Türklerin en azından boş zamanlarında tamamen Türklerden oluşan bir çevrede hareket etmelerine imkan vermektedir. Almanya'daki Türklerin hemen hemen yarısı boş zamanlarında Türkçe konuşmaktadır, bu ise küçük İstanbul'un olumsuz tarafıdır." Görüldüğü gibi, "boş zamanları"nda Türkçe konuşan bir topluluğun "entegrasyon sorunu"ndan söz edilmektedir. Sanılmaktadır ki, Türkçe konuşan nüfus, boş zamanlarında Almanca konuşursa "entegrasyon" gerçekleşecektir. Bu, en açık ifadeyle, Türkiyelilerin "entegre" olabilmeleri için, rüyalarını bile Almanca görmeleri gerektiğidir.
Bugün Batı-Avrupa'da olmasa bile, Almanya'da Türkiyelilerin gittikçe gettolaştırıldıkları, içlerine kapatıldıkları ve neredeyse tüm Alman yaşam alanlarından dışlandıkları bir gerçektir. Ancak bir diğer gerçek de, tüm zamanlarda Türkiyelilerin kendi ulusal kültürlerinin horlandığı, her durumda ayrımcılığa maruz kaldıkları ve Alman yaşam alanlarında sürekli rahatsız edildikleridir. Kendilerine bırakılan tek alan ise, dini ibadet ve camiler olmuştur. Amerikan emperyalizminin "yeşil kuşak projesi" kapsamında Almanya'daki dinsel faaliyetler alabildiğine serbest bırakılmıştır. "Komünizm tehlikesi" karşısında "dindar Türkler" başlı başına bir yedek güç olarak Türkiyeli nüfusun içinde var edilmişlerdir. Dinsel alanda gösterilen "tolerans", ulusal kültür alanında "sıfır tolerans" haline dönüştürülmüştür. Bugün ise, "entegrasyon özürlülüğü"nün gerekçesi dinsel inançta aranmaktadır. Bu, artık komünizme karşı "dindar Türk" ihtiyacının kalmadığının açık ifadesidir.
Ancak bugün Türkiyeli işçiler sorunu "müslümanlar" sorununa dönüştürülürken, "paralel toplum" adını verdikleri ilişkiler alanında "islamcı sermaye"nin egemenliğini de görmezlikten gelmeye çalışmaktadırlar.
"Asimile" olduğunu düşündükleri Türkiye kökenli insanlara bakarak "asimile etme" yöntemleri geliştirilmeye çalışılırken, "asimile" olanların nasıl devlet parasıyla bu dönüşüme uğradıklarını araştırma zahmetine bile katlanılmamaktadır. Yıllarca Alman kültür kuruluşlarından alınan paralarla yaşamlarını sürdüren bu "asimile Türkler"e bakarak geliştirilecek her yöntem, daha baştan başarısızlığa mahkumdur.
Yapılması gereken ise, Alman toplumsal yaşamından dışlananların, dışlanmışlıklarına yol açan koşulların ve önyargıların ortadan kaldırılmasıdır. "Yabancı kültürleri" Almanlara tanıtmaktan çok, Alman kültürünün ne olduğunun ortaya konulmasıdır önemli olan. Bunlar ise, "Alman leid kültür" ya da "Avrupa islamı" gibi zorla kabul ettirilmesi gereken bir "entegrasyon yöntemi"nden temelden farklıdır. Kürt ulusal sorununu yaşayan bir ülkenin insanlarına, "en iyi entegrasyon asimilasyondur" demenin, her türlü asimilasyonu meşrulaştırmak anlamına geldiği de unutulmaktadır.
Nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin "yabancılar sorunu", her durumda demokrasisiyle övünen Avrupa'nın, demokrasiyi sınırlandırma çabalarının bir parçasını oluşturmaktadır. Eğitim ve kültür alanlarını ilgilendiren "entegrasyon" konusuyla doğrudan ilgili ülkelerin içişleri bakanlarının ilgilenmesi de, bu gerçeğin açık ifadesidir. Avrupa Ordusu'nun kurulduğu bir aşamada, bunun anlamı, "demokrasi" adına demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması ve yer yer ortadan kaldırılması demektir. Bu da, Avrupa demokrasisinin, geniş anlamda burjuva demokrasisinin intiharıdır.
[1*] "Tüm merkantil sistemde, esas olan nokta, dış ticaret teorisidir. Çünkü, darbımeselde servetin hâlâ altın ve gümüşten oluştuğu yazılı olduğuna göre, yalnızca, sonuçta, ülkeye nakit para getirecek alışverişler kârlı görülmekteydi. Bundan emin olmak için, ihracat, ithalatla karşılaştırılmaktaydı. İthal edilenden daha fazlası ihraç edildiğinde, aradaki farkın ülkeye nakit para olarak girmiş olduğuna, ve ülkenin bu fark kadar daha zengin olduğuna inanılmaktaydı. Bundan ötürü, iktisatçıların sanatı, her yılın sonunda ihracat-ithalat dengesinin ihracat lehine olmasını sağlamaktan ibaretti; ve bu gülünç yanılgı uğruna binlerce kişi boğazlanmıştır! Ticaretin de kendi haçlıları ve engizisyonları vardı." (Engels, "Bir Ekonomi Politik Eleştirisi Denemesi", 1844 Elyazmaları, s. 397-399.) [2*] "Paralel toplum", bir devlet sınırları içinde yaşayan toplumun içinde ikinci bir toplum oluşumunu ifade etmek için kullanılmaktadır. Buna göre, Almanya'daki Türkiyelilerin, kendilerine ait işyerlerinden kendi tüketim ihtiyaçlarını karşıladıkları, kendi içlerinde ekonomik bir ilişki ağı oluşturdukları, dolayısıyla kendilerine ait bir toplumsal ilişkiye sahip oldukları söylenmektedir. Sadece "akademik" çevrelerin bildiği, ancak söylemedikleri ise, "paralel toplum"un, giderek kendi özel hukukuna sahip özerk bir topluluk haline dönüştüğüdür. Bu özerk topluluk, belli bir ulusa ait insanlardan oluştuğu oranda ulusal-azınlık oluşması anlamına gelmektedir. Bu durumu Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily, bir kaç yıl önce "Almanya'da iki dilde yazılmış şehir yazıları görmek istemiyorum" diyerek açıklamıştır.