Bu ülke ki, 70 milyon insanı ile, yaşamının herhangi bir anında hiçbir zaman görmediği ve göremeyeceği bir toprak parçası için, "ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz" özdeyişini üretmiştir.
Bu ülke ki, kendi analarının kökenleri üzerine her türden ipsiz sapsız sözlerin söylendiği; kimilerinin "Bizans çocuğu" dedikleri, kimilerinin "Osmanlı çocuğu" diyerek karşılık verdiği bir ülkedir.
Bu ülkede Amerikan emperyalizminin Irak işgalinin bir "talih kuşu" olduğu, işgale ortak olunmasının "ülkenin çıkarına" olduğu yazılıp çizilmiştir.
Amerikan emperyalizminin Irak'ın "işini" on günde bitirdiğine bakıp, "Amerikan imparatorluğu"nun resmen kurulduğunu ilan edenlerin el üstünde tutulduğu, "medya"nın en üst yöneticileri ve hissedarları olduğu bu ülkede, şeriatçılar üç kuruşluk ticaret karşılığında "ılımlı islamcı" kesilebilmişlerdir.
İşgal altındaki topraklarda yaşayan insanların işgalcilerin lojistik hatlarına yönelik silahlı eylemlerini "canilik", "bu nasıl müslümanlık" diye manşetlere taşıyan "medya"nın ülkesinde, öldürülen her direnişçi, her insan yeni bir ticaret olanağı olarak sunulmuştur.
Amerikan imparatorluğuna karşı direnen bir avuç "baldırı-çıplak", "kendini bilmez" "teröristler"in, "başı kopartılmış tavuk gibi" birkaç çırpınıştan sonra tümüyle yok olmasının "mukadder" olduğu bile ilan edilmiştir. Ama "mukadderat" gerçekleşmemiş, direniş kırılamamış, tersine yaygınlaşmıştır.
Batı dünyasının insan haklarına "saygılı", demokratik hak ve özgürlüklerin "bilincinde" olan insanları, Irak'taki direnişi bir Hollywood filmindeki "kötü Arap terörist"in caniliği olarak izlerken, direnenler, sayıları bile sayılmaksızın her gün öldürülmeye devam edilmiştir.
Ülkemizde ise, Amerikan işgal güçlerinin "temizlik operasyonları", birkaç kişinin birkaç dakikalığına sokaklarda attığı anti-emperyalist slogan dışında herhangi bir tepkiye neden olmamıştır.
Ama bu ülkenin halkı, "açık hava konserleri"yle apolitikleştirilmeye çalışılırken, yine de bir yanlarıyla Irak direnişini nefeslerini tutarak izlemeyi sürdürmüştür. Direnişin nasıl başladığını anlayamasalar da, her yapılan eylem karşısında, her öldürülen Amerikan askeri karşısında içlerinde belli belirsiz bir sevinç duygusu uyanmıştır. Yine de "temkinliliği" elden bırakmamışlar, direnişin her an dünyanın tek ve büyük "imparatorluk" gücü tarafından yok edileceği beklentisi içinde olmuşlardır.
Emperyalist propaganda araçlarının direnişi, "top terörist El Zerkavi"nin adamlarının "islami terör"ü olarak gösterme çabaları yer yer etkili de olmuştur. Irak direnişine mal edilen "islamcılık", Anadolu insanının "temkinliliği"yle birleşerek kitlesel tepkilerin örgütlenmesini büyük ölçüde engellemiştir.
Şeriatçılar ise, "ılımlı islam" görünümü altında hükümet olmanın avantajlarını yitirmek korkusuyla "müslüman kardeşlerine" yapılan "Amerikan zulümü" karşısında sessiz kalmayı sürdürmüşlerdir. Emperyalist "medya"nın, direnişin, onların "kendi" direnişleri, "islamcı direniş" olduğuna ilişkin yaptığı tüm yayınlara rağmen, sessizlik süregitmiştir.
Ama Felluce, W. Bush'un seçimleri kazanmasıyla birlikte Irak'ta başlatılan "imha operasyonları"nın hedefi haline gelince sessizliklerini daha fazla sürdüremez hale gelmişlerdir. Amerikan emperyalizminin desteğinde hükümet olma ile Amerikan emperyalizmi tarafından katledilen "müslüman kardeşlerine" sahip çıkma arasına sıkışan şeriatçılar, cüzdan ile vicdan arasında gidip gelmeye başlamışlardır.
"Medyatik" dilden ifade edersek, islamcı kesimler, Irak direnişi ve Amerikan emperyalizminin imha operasyonları karşısında halkın içten gelen tepkileri karşısında "tabanlarını" yitirme tehlikesi ile yüzyüze kalmışlardır. Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının cüzdan-vicdan ikileminin yarattığı tehlike, Erbakancıların "zalimlere lanet mitingi"yle "islamcılara" bir çıkış olanağı sunmuştur.
"Minareler süngü, kubbeler miğfer, camiler kışla, zalimler asker" sloganlarıyla ve AKP "medyası"nın tam desteğiyle Erbakancılar meydanlara çıkmıştır. Mitinglerin sloganı ise "Kahrolsun Amerikan emperyalizmi" olmuştur.
Yine de cüzdan-vicdan arasına sıkışmış olan şeriatçılar rahat değildirler. Bir şeylerin "yanlış" gittiğini, bir şeylerin eksik olduğunu hissetmektedirler.
Şöyle yazıyor AKP "medyası"nın "kaptan gemisi" Yeni Şafak'ın bir yazarı: "Charlie'nin, camide ölüm sonrası molası...
Medeniyet denilen arsız vahşetin yüreklerimizde açtığı yaralar karşısında, her gün giderek daha da ıssızlaşıyor ve çaresizlikten kahroluyoruz. İşgale uğrayan, yağmalanan, kana bulanan, evlatları kamyonlarla ihanet çukurlarına doldurulan annelerin çığlığı karşısında insanlık derin bir sessizliğe gömülüyor ve utanç biraz daha çoğalıyor.
Ama barbarlar durmuyor, camiler, türbeler, bütün mabetler ölüm tarlalarına dönüştürülüyor. Camilerde can çekişen yaralıların beyinleri kurşunlarla parçalanıyor. Tıpkı Filistin'de kolları, bacakları taşlarla kırılan çocuklar gibi, Vietnam'da beyinlerine kurşun sıkılan çaresiz insanlar gibi...
Katiller bütün dünyanın, insanlığın beynini dağıtıyor, 'özgürlük götürmek' adına öldürmenin küresel bir fazilet olduğu yalanıyla avutuyor... Ama biz, katliama ortak olma pahasına duymuyor, görmüyor ve ses vermiyoruz.
Felluce'de yaşananlar, acaba birazcık kalbi olanların içinde bir hıçkırığa dönüşür mü? Acaba bir kez olsun 'anarşist' olmayı, isyan etmeyi deneyebilir miyiz?
Kimbilir belki, birilerinin içinde hala ölmemiş 'insanlık kırıntıları' kalmıştır." Bu Yeni Şafak yazarı da, bu ülkenin insanları da çok iyi bilmektedir ki, bu ülkede "anarşist" denilenler devrimcilerdir.
Amerikan emperyalizminin desteğinde hükümet olmanın avantajlarıyla kendilerini besiye çekmiş olan şeriatçıların karşı karşıya kaldıkları ikilem çok açıktır. Ellerinden gelen şey, geçmişteki bütün eylemlerine, kendi görüşlerine ve kendi partilerinin günlük çıkarlarına zıttır. Yapmaları gereken ise, gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir şeydir.
Bu ikilem içine sıkışmış olan şeriatçılar, şimdi bütün umutlarını devrimcilere bağlamışlardır. İstemektedirler ki, devrimciler, Irak'taki katliamlar karşısında eyleme geçsinler. Böyle olunca, onlar da, devrimcilerin silahlı eylemlerinin yaratmış olduğu sempatinin gölgesinde camilerde en keskin vaazları vereceklerini düşünmektedirler.
Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı da, Erbakan kesimi de, "bağımsız" "medyatik" şeriatçı küçük-burjuva aydınları da, Irak işgali ve direnişe karşı yürütülen imha operasyonları karşısında gerçek ve tek mücadele yönteminin silahlı mücadele yöntemi olduğunu çok iyi bilmektedirler. Ama sınıfsal yapıları gereği, emperyalizmin saflarında yer almak zorunda olduklarının da bilincindedirler. Onların çıkarı emperyalizmin dümen suyunda gitmektedir. Dolayısıyla emperyalizme ve emperyalist saldırganlığa karşı, silahlı ya da silahsız, sürekli bir mücadele yürütebilecek durumda değillerdir. Dini siyasette bir araç olarak kullanmalarının tek nedeni, bu yolla başta köylüler ve kentlerdeki gecekondu nüfusu olmak üzere geniş bir kitlenin desteğini almaktır. Nispi demokratik ortamda bu kitlesel desteği oya çevirerek, emperyalizmle pazarlık edecek bir güce sahip olmayı hesap etmişlerdir. Her ne kadar tarihlerinin bir zaman diliminde "Akıncılar"ı silahlandırmaya yönelmişlerse de, her durumda oligarşik yönetimin icazeti altında anti-komünist mücadelenin bulunmaz neferleri olarak yer almışlardır. 1960'larda 6. filoyu kıble yaparak namaz kılanlar, camiden çıkarak devrimcileri katledenler, komünizme karşı "yeşil kuşak"ın neferliğini yapanlar, şimdi kendi efendileri ile karşı karşıyadırlar.
Komünizme karşı mücadele amacıyla emperyalizmin ve oligarşinin icazeti ile birbiri ardına açılan imam-hatip okullarından mezun olanlar, imam-hatipli olmakla övünenler, şimdi sıranın kendilerine ne zaman geleceğinin korkusuna kapılmışlardır. Bu korkuyla daha fazla emperyalizmin her dediğini yapar hale gelirken, aynı zamanda kendilerine yeniden ihtiyaç duyulacak bir ortamın da oluşmasını beklemektedirler. Tıpkı Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı koşullarında kendi stratejik önemlerinin kaybolduğunu görenlerin yeniden "iki kutuplu dünya" özlemi çekmeleri gibi, onlar da devrimci mücadelenin az ya da çok gelişmesiyle kendilerine duyulan ihtiyacın artacağını hesaplamaktadırlar.
Gün, "anarşist olma" günü değil, emperyalizme karşı mücadele günüdür. Bu mücadelenin tutarlı ve sürekli olabilmesinin tek koşulu, proletaryanın ideolojik öncülüğünde yürütülmesidir. Proletaryanın ideolojik öncülüğüne sahip olmayan hiçbir anti-emperyalist mücadele, kendi hedeflerine ulaşamaz ve sürekli kılınamaz.
Bugün Irak'ta Amerikan işgaline karşı yürütülen silahlı direniş, kendi iç örgütlülüğüne karşın, ideolojik ve politik merkezi bir örgütlülüğe sahip değildir. "Sünni üçgeni" adı verilen Felluce-Ramadi-Bağdat bölgesindeki silahlı direniş, emperyalist "medya" tarafından ne denli "islamcı" direniş olarak sunulmaya çalışılırsa çalışılsın, temelinde Baas rejiminin laik kesimlerinin ağır bastığı bir direniş niteliğindedir. Direnişin dışsal faaliyetlerinde camilerin ve imamların yer alışı bu gerçeği değiştirmemektedir. Şii bölgelerinde görüldüğü gibi, dinsel muhalefet, tutarlı ve sürekli bir direniş örgütleme yeteneğine sahip değildir. Felluce direnişinin gösterdiği en temel gerçek de budur.
Gerek Filistin hareketinde, gerek Irak direnişinde şeriatçı kesimlerin öncü bir güç gibi ortaya çıkışlarının temelinde marksist-leninist hareketin dünya çapında içine düştüğü "bunalım" yatmaktadır. Küçük-burjuva "sol" aydınlarının emperyalizm saflarına geçişi, "globalizm" propagandasının solda kurduğu egemenlik ve emperyalizme karşı silahlı mücadelenin zafer olanağının olmadığına ilişkin yapılan yoğun propagandalarla birleşen bu "bunalım", silahlı devrimci mücadelenin örgütlenmesini ve sürdürülmesini büyük ölçüde engellemiştir. Tüm "medya" olanaklarının legalist "sol"un hizmetine sunulduğu, legalist "sol"cular tarafından marksist-leninist kavramların içeriğinin boşaltıldığı bir dönemde silahlı mücadeleyi savunmak bile başlı başına bir sorun haline gelmiştir. Silahlı örgütlere yönelik operasyonlarla yeni devrimci kuşakların legalizme yönlendirilmesi ve buna bağlı olarak pek çok silahlı örgütün legal faaliyetlere yönelmesi de diğer bir etken olarak ortaya çıkmıştır.
Bu koşullarda, sol adına şeriatçılarla kurulan ittifaklar, "halkımızın geleneklerine sahip çıkma" adı altında her türlü dinsel önyargının hoş görülmesi, giderek toplumsal muhalefetin şeriatçıların eline terk edilmesi sonucunu doğurmuştur. Halk kitlelerinin mevcut düzene karşı tepki ve memnuniyetsizliklerinin şeriatçılar tarafından yönlendirilmesi, onların "seçim zaferleri"nin nedeni olmuştur. "Seçim zaferi" elde eden şeriatçılar ise, bu "zafer"lerini emperyalizm ve oligarşi ile pazarlık için kullanmışlardır. Pazarlıklar yeni bir "uyum" süreci başlatmıştır.
Emperyalizm ve oligarşi ile "çatışma" yerine "uyum"u öne çıkartan şeriatçı kesimler, bugün halk kitlelerinin düzene karşı tepki ve memnuniyetsizliğini yönlendirebilecek olanağa sahip değillerdir. Felluce katliamı karşısında tepkisiz kalışları, bu gerçeğin ifadesidir.
Bugün Irak'ta emperyalizme karşı bir direniş vardır. Bu direniş, silahlı bir direniştir. "İslamcılar"ın bu silahlı direnişte yer alışları, direnişin emperyalist işgale karşı bir direniş olması gerçeğinin üstünü örtemez.
Irak'taki silahlı direniş, "medya" tarafından ne denli "radikal islamcı" direniş olarak sunulursa sunulsun, "islam ülkeleri"ndeki "islamcılar"ın sessizliğini ve tepkisizliğini gizleyemez.
Dün Vietnam halk savaşının, bugün Felluce direnişinin gösterdiği gerçek, emperyalizme karşı dünya halklarının kitlesel mücadelesini örgütleyebilecek tek gücün devrimciler olduğudur.