TÜSİAD'ın
Savaş İlanı
"Türkiye'nin siyasi ve ekonomik olarak dünyadan tecrit edilmesi, beraberinde ekonomik ve sosyal çöküntüyü, buna bağlı olarak siyasi çöküntüyü getirir. Demokratik bir refah toplumuna ulaşmak için, bireysel, kültürel ve ekonomik özgürlükleri sağlanmış bir açık toplum, buna uygun siyasal yönetim anlayışı ile küresel ticaret ve yatırımın gereklerini kavramış bir dış politika anlayışı gereklidir.
Önümüzde iki seçenek var: Ya içine kapalı bir Ortadoğu ülkesi olacağız, ya da gelişmiş batı dünyasına entegre olacağız.
Biz Türkiye'nin aydınlık geleceğini gelişmiş bir batı toplumu haline gelmesinde gördük. Buna büyük emek verdik, yatırım yaptık. Hangi zorluk karşımıza dikilirse dikilsin bu yoldan dönmeyeceğiz ve eğer birileri Türkiye'yi gerçekten içine kapanmaya sevk etmek istiyorsa, bu zihniyetle, şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da mücadele edeceğiz."
(TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan, 26 Mart 2003, Ceylan Oteli)
Amerikan emperyalizminin Irak saldırısı hazırlıkları aşamasında ve saldırısıyla birlikte başlayan süreçte, saflar açık ve net biçimde ortaya çıkmaya başlamıştır. 1 Mart günü Amerikan askerlerinin Türkiye'ye yerleştirilmesi ve kuzeyden Irak'a saldırması için hazırlanan "tezkere"nin reddedilmesi sonrasındaki gelişmeler, saldırının 20 Mart günü başlamasıyla birlikte hızlanmıştır. 5 Mart günü Genelkurmay'ını devreye sokarak işleri "düzeltmeye" çalışan oligarşik yönetim, giderek kontrolü yitirdiğini görerek doğrudan devreye girmeye karar vermiştir.
Sakıp Sabancı'nın 22 Mart günü "Talih kuşu omuzumuza kondu, biz burada bağırdık haykırdık, kış kış kış, kuşu uçurttuk" diyerek "üzüntü" beyanından sonra 26 Mart günü TÜSİAD, Tuncay Özilhan'ın beyanatıyla sürece doğrudan girmiştir.
Güngör Uras'ın sözleriyle "TÜSİAD Başkanı Devleti 'garson' devlet olarak görerek, İstanbul'da lüks bir otelin beyaz örtülü masasının başından 'siparişlerini' verdiği"[1*] toplantıda "Sayın konuklar, değerli basın mensupları, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana yaşanan en zor, en sıkıntılı günlerin ağır yükü altında" diyerek sözlerine başlayan Tuncay Özilhan, gelişen süreci şöyle tanımlamıştır:
"Zaman geçtikçe, on yılların yerleşik siyaset ve yönetim anlayışına teslimiyet eğilimi güçlenmeye başladı. Sonunda Türkiye her konuda kendini köşeye sıkışmış buldu.
Bundan sonra, Irak Savaşı kapsamında ne tür bir işbirliğine girilirse girilsin, ABD ile ilişkilerimizin normalizasyonu, 1974 Silah Ambargosu'nu izleyen dönemden bile daha uzun zaman alacaktır. Özellikle Kongre nezdinde, Türkiye karşıtı lobilerin etkinliğinin artması, Bakü-Ceyhan boru hattının geleceği, Türk firmalarının ABD pazarlarında karşılaşacağı engeller gibi konuların gündeme gelmesi sürpriz olarak görülmemelidir.
Türkiye'nin yerleşik siyasi yönetim anlayışı, zaman zaman kapalı bir toplumun siyaset, ekonomi ve dış politika anlayışının etkisi altına girmektedir. Bu anlayış, yüzyılımızın gereklerine uygun bir ulusal çıkar tarifi yapmak yerine, geçen yüzyılın anılarıyla beslenen bir ulusçuluğu rehber edinebilmektedir. Tarihsel nedenlerle iç tehditlere odaklanan bir ulusal güvenlik anlayışı yüzünden, uluslararası krizleri okumakta zorluk çekebilmektedir. Ülke içi iktidar dengelerine, dünya dengelerinden daha fazla konsantre olduğundan, uluslar arası ilişkilerde gerçekçi çözümler üretmekten uzaklaşabilmektedir.
Yetkili ağızlara bakılırsa olan bitenler tümüyle kontrol altında gerçekleşiyor. Böyle bir ortamda, bu ifadeler bizi ister istemez birtakım vehimlere sürüklüyor: Acaba batı dünyası ile aramıza mesafe koyarak, 'Türk'ün Türk'ten başka dostu yok' tezine haklılık kazandırılmaya mı çalışılıyor? Acaba Türkiye, küçültülerek ve içine kapatılarak, kolay yönetilebilir bir hale mi getirilmeye çabalanıyor? Bunlara inanmıyoruz, ama yaşananlara baktıkça böyle düşünmekten de kendimizi alıkoyamıyoruz.
ABD gibi 50 yıllık bir müttefikinizle olan ilişkinizi onarılması güç bir noktaya getirirseniz, Avurpa Birliği ile ilişkilerinizi çıkmaza sokarsanız, Kıbrıs sorununu çözümsüzlüğe sürükleyerek dünyanın geri kalanından da tecrit olmayı göze alırsanız, önünüzde kalan seçenek nedir? Otoriter ve düşük gelirli bir Ortadoğu ülkesi olmak mı?"
Evet, daha düne kadar "milliyetçi, muhafazakar ve mukaddesatçı" oligarşimiz, birden bu "değerlere" bağlı politikayı ve politikacıları "çağdışı" ilan edivermiştir. "Geçen yüzyılın anılarıyla beslenen bir ulusçuluğu" reddettiğini ilan eden TÜSİAD başkanı Tuncay Özilhan, tüm sorunlardan çıkış yolu olarak Amerikan emperyalizmine olan mevcut bağımlılığın tam ve tartışmasız bir bağımlılığa dönüştürülmesi için çağrı yaparken, aynı zamanda bu amaç için "mücadele etmeye" hazır olduklarını da belirtmiştir.
Daha dün, "demokrat, ilerici" küçük-burjuva aydınlarına "demokratikleşme paketleri" hazırlatan TÜSİAD, şimdi kılıcını çekmiş, Amerikan emperyalizminin yanında savaşa girmiştir.
TÜSİAD'ın savaş deklarasyonunda hedefler şöyle sıralanmıştır.
1) Annan planı kabul edilerek Kıbrıs sorununun çözülmesi,
2) Kopenhag kriteri olarak AB tarafından talep edilen herşeyin yapılması,
3) Kuzey Irak'a asker gönderilmemesi,
4) Irak konusunda ABD ile uyumlu politikalar izlenmesi.
Artık tüm kartlar açılmıştır. Dün "medya"daki "silahşörleri"yle ülke politikasını yönlendirebileceğini düşünen oligarşik yönetim, Sakıp Sabancı'sıyla, Tuncay Özilhan'ıyla öncephede savaşa girerken, Amerikan emperyalizminin Irak saldırısıyla başlattığı Orta-Doğu'nun yeniden "dizayn" edilmesi amacının "koalisyon gücü" olduğunu açıklamıştır.
Küçük-burjuva aydınlarını "globalizm", "demokrasi", "refah" söylemleriyle kendisine yedekleyen oligarşinin savaş ilanı, "artık hiçbirşeyin eskisi gibi olamayacağının" kesin ifadesi durumundadır.
Orta-Doğu'yu silah zoruyla yeniden biçimlendirmek için harekete geçen Amerikan emperyalizminin Türkiye cephesinde oligarşinin başlattığı savaş, her türlü aracın, özellikle de siyasal zorun açık biçimde kullanılacağı bir dönemin başlangıcı durumundadır. Böylece oligarşi tarafından yedeklenen "demokrat" küçük-burjuva aydınları başta olmak üzere, herkesin saflarını belirlemek zorunda kalacağı bir döneme girilmiştir.
Artık yalın bir "demokrat" görünüm altında AB yandaşlığı, "ver-kurtul"culuk dönemi sona ermiştir. Ya topyekün Amerikan emperyalizminin açık sömürgesi haline gelinecektir, ya da topyekün Amerikan emperyalizmine ve onun yerli işbirlikçilerine karşı savaşa girişilecektir. Tuncay Özilhan'ın savaş deklarasyonunda açıkça belirttiği gibi, başka seçenek yoktur.
1980'lerde Türkiye'nin emperyalist metaların açık pazarı haline getirilmesini amaçlayan ithalatın "liberalizasyonu"yla başlayan süreç, bugün Türkiye'yi Amerikan emperyalizminin Orta-Doğu işgal komutanlığının ana üssü haline dönüştürmektedir. Bu dönüşüm, emperyalizmin gizli işgal koşullarında biçimlenmiş olan işbirlikçi tekelci sanayi burjuvazinin işbirlikçi ticaret burjuvazisi haline dönüşme çabasıyla birlikte ilerlemektedir. Kaçınılmaz olarak böyle bir dönüşüm, emperyalizme bağımlı sanayileşmeyi "milli sanayi" olarak düşünen ve buna inandırılan kesimlerin de işlevlerinin sona ermesini getirmektedir.
TÜSİAD başkanı Tuncay Özilhan'ın savaş deklarasyonunda ifade ettiği gibi, bugün "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok" demagojisine dayandırılmış "Türk milliyetçiliği" ayak bağı haline gelmiştir. AB yandaşı "demokrat" küçük-burjuvaziyi kendisine kesin olarak yedeklediğini düşünen oligarşi, Amerikan emperyalizminin Irak savaşıyla birlikte bu ayak bağından kurtulacağını hesaplamaktadır. Her türlü "ulusal" (milli) değerlere ve kavramlara karşıt hale getirilmiş olan "globalizm aşığı" "demokrat" küçük-burjuvazinin desteğinden "çağdışı ulusalcılığa" açılan bu savaşın hedefinde, hiç kuşkusuz MHP ve AKP tarafından temsil edilen "milliyetçi ve muhafazakar" kesim bulunmaktadır. MHP ve AKP'nin hedef tahtasına konularak başlatılan savaşı "demokrat" küçük-burjuvazinin ve yasalcı solun destekleyeceğini düşünen oligarşi, Amerikan emperyalizminin askeri gücüyle savaşı kazanacağından emin görünmektedir.
Burada en büyük aldatmaca, "çağdışı ulusalcılığa" karşı açılan savaşın "demokrat küçük-burjuvalara ve yasalcı sola "70 milyona dayanan nüfusunu özgürlük ve refaha kavuşturmak için demokrasi içinde kalkınma" için yapılan bir savaş olarak sunulmasıdır. Solda ve küçük-burjuva aydınlarında var olan "kemalizm" ve "milliyetçilik" karşıtlığı kışkırtılarak Amerikan emperyalizminin doğrudan yönetimi altında bir Türkiye oluşturulmak istenmektedir.
W. Bush'un 11 Eylül saldırılarından sonra ifade ettiği gibi, bu savaşta, ya emperyalizmin saflarında yer alınacaktır ya da emperyalizmin karşısında. Başka bir seçenek yoktur. Dolayısıyla, oligarşinin açık savaş deklarasyonuyla birlikte, yasalcı sol ve küçük-burjuva aydınları yapay bir ikilemle karşı karşıya getirilmiştir: ya oligarşinin saflarında "kemalizm"e ve "milliyetçiliğe" karşı savaş demagojisiyle Amerikan emperyalizminin açık sömürgesi olunmasına taraf olacaklardır, ya da karşı oldukları "kemalizm"in ve "milliyetçiliğin" saflarında yer alınacaktır.
"Medya"daki köşe yazılarına bakıldığında, bu ikilem karşısında küçük-burjuva aydınlarının nasıl sıkıştığını görmek olanaklıdır. Bir kısım "köşe yazarları" açıkça Amerikan emperyalizminin safında savaşa girerken, büyük bir kısmı ne yapacağını bilememenin acizliği içinde bocalamaktadırlar.
Yalçın Doğan gibi, bir "globalizme", bir "ulusalcılığa" gidip gelen, bir gün Hürriyet de, öbür gün Cumhuriyet'te ve sonuçta yeniden Hürriyet'te yazılar yazanlar saflarını belirlemişlerdir. Amerikan emperyalizminin ve onun yerli işbirlikçilerinin ortaya koydukları ikilem karşısında tutum belirlemekte bocalayan "medyatik" küçük-burjuvalar ise, Irak saldırısına karşıtlık ile AB yandaşlığı arasına sıkışmışlardır. Bu ikilem karşısında "aşk evliliği" yapamayacaklarını gördükleri oranda "mantık evliliği"ne yönelmektedirler.
Küçük-burjuva aydınlarını "mantık evliliği"ne ikna etmek için "tarafsız" "medya" unsurları devreye sokulmuştur. Serdar Turgut bunlar içinde "en parlak" teorisyen olarak öne çıkmıştır.
Tıpkı Ege Cansen gibi, Serdar Turgut da, Amerikan emperyalizminin bu savaşa "girmeye mecbur" olduğundan yola çıkmaktadır. Serdar Turgut'a göre, Amerika, "dünyadaki emperyalist hegemonyasını sürdürmek" için böyle bir savaşa "mecbur"dur. Dolayısıyla böyle bir "mecburiyet" koşullarında "bu savaşta hak, hukuk, meşruiyet aranması boşunadır"!
Amerikan emperyalizminin savaşa girmesinin bir zorunluluk olduğu, ister Ege Cansen'in "ekonomik" gerekçesiyle, ister Serdar Turgut'un "global" gerekçesiyle bir kez kabul edildi miydi, üniformalı Özkök'ün ifadesiyle, "kötü ile daha kötü arasında seçim yapmak"tan başka yol kalmamaktadır. "Dahası" demektedir Serdar Turgut, "emperyalizmin teorisini bilenler Amerika bu savaşa niye giriyor sorusunu artık sormamalıdırlar"!
Böylece kendisini "savaş/barış" arasına sıkışmış hisseden küçük-burjuva için "çıkış yolu" bulunmuş olmaktadır: "Yüzyılımızın gereklerine uygun ulusal çıkar" nedeniyle "savaşanların" yanında yer almak.[2*]
Üniformalı Özkök'ün 5 Mart günkü müdahalesiyle politik literatüre geçen "savaşanların yanında yer almak" deyimi, artık TÜSİAD'ın savaş narası haline gelmiştir. Her ne kadar bugün "savaşanlar" Irak halkıysa da, onların "savaşanlardan" anladığı sadece Amerikan emperyalizmi ve onun küçük emperyalist ve yağmacı ortaklarıdır.
Görüldüğü gibi, oligarşinin TÜSİAD başkanı aracılığıyla ilan ettiği savaşa taraftar kazanabilmek için yürütülen "ideolojik savaş" ta, en temel "argümanlar" "sol" söylemle ve gerekçelerle ortaya konulmaktadır. Oysa ki, bu "sol" sözcüklerle ifade edilenler, hiçbir içeriğe ve gerçekliğe sahip değildir.
Ege Cansen'in "Amerika durgunluklardan hep harple çıkar, askeri harcamaların dopingleriyle ekonomi toparlanır. Harp ekstra hükümet harcamalarına yol açarak ekonomiye canlılık getirir" değerlendirmesi, Irak saldırısının Amerikan emperyalizmi tarafından "Irak'ın kitle imha silahlarından arındırılması" gerekçesinin adi bir demagoji olduğunu göstermekten başka bir değere sahip değildir.
Amerikan emperyalizminin Irak saldırısından önceki en büyük "savaşı" olan Vietnam savaşının açıkça gösterdiği gibi, bu tür "savaşlar" hiçbir biçimde ekonomiyi "toplamaz", "ekonomiye canlılık getir"mez. Tam tersine, devlet harcamalarını artırarak enflasyon yaratır ve durgunluk içindeki ekonomiyi stagflasyona yöneltir. Marksizm-Leninizmin emperyalist savaşların "talep yetersizliğinin ilacı" olduğuna ilişkin belirlemesi, emperyalistler arası yeniden paylaşım savaşına ilişkindir. Dolayısıyla bölgesel ve yerel savaşlar emperyalist ekonomilerin canlanması, durgunluğun aşılması için bir araç değildir. Çünkü emperyalizmin yeni-sömürgecilik sistemi bunalıma girmiştir. Bu nedenle, Amerikan emperyalizminin "bölgesel ve yerel savaş" politikalarıyla askerileşmiş ekonomisi için ek bir talep yaratması, aynı oranda ve ölçekte tüketim mallarına olan talebin düşmesine neden olur. Ve bugün Irak saldırısıyla birlikte başlayan tüketim malları satışlarında görülen büyük düşüşler, bu gerçeğin dışavurumlarıdır.[3*]
Bu ise, Ege Cansen'in ve Serdar Turgut' un bildiklerini düşündükleri "emperyalizm teorisi"nin tam tersidir. Onların tüm "emperyalizm" bilgisi ise, Mahir Çayan yoldaşın Kesintisiz Devrim II-III'de ortaya koyduğu III. bunalım dönemi belirlemelerinin kulaktan dolma bilgisinden başka birşey değildir.
Aynı şekilde, TÜSİAD'ın savaş ilanının arka planında yatan "bölgesel güç" teorisi de soldan devşirilmiştir. Kendisini "solcu" olarak tanımlayan, ancak tüm bilgisi birkaç sol kitap okumakla ve kulaktan dolma bilgilerle sınırlı olan TÜSİAD "danışmanları"nın teorize ettiği "bölgesel güç" özleminin dayanağı "alt-emperyalizm" teorisidir.
"Alt-emperyalizm" konusu, ülkemizde ilk kez Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I'de ortaya konulmuştur.
"Kapitalizmin sürekli ve genel bunalımının III. döneminde ortaya çıkan geri-bıraktırılmış ülkelerle ilgili (reformizmin sosyal tabanının değişmesinin yanı sıra) diğer bir olgu da: Bir ülkenin belli bir bölgede emperyalizm adına ekonomik sızma, denetim ve müdahale görevini yüklenmesidir. Bu üçlü amaç, bazen Brezilya gibi tek bir ülke ile gerçekleştirilebileceği gibi, çeşitli ülkeler arasında da bölünebilir. Örneğin Orta-Doğu'da ekonomik sızma aracı Türkiye iken, denetim ve müdahale aracı İran'dır.
Bazen 'alt-emperyalizm' olarak adlandırılan bu olgu temelinde gizli işgalin bölgesel uygulanmasıdır. Emperyalizmin tek tek ülkelerde ortaklıktan çekilmesinin, varlığını gizlemesinin bölgesel olarak genişletilmiş şeklidir."[4*]
Bu belirlemede sözü edilen olgular, 1979 yılında İran'da mollaların iktidara gelmesi ve 1980 dünya ekonomik bunalımıyla birlikte dumura uğramıştır. 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı ve dünya çapında devrimci ve anti-emperyalist mücadelelerin gerilemesiyle birlikte, emperyalist işgalin gizlenmesi eski önemini yitirmiştir. Bu nedenle bir ülkenin belli bir bölgede emperyalizm adına ekonomik sızma, denetim ve müdahale görevini üstlenmesi gereği de ortadan kalkmıştır. Bu da, "alt-emperyalizm" teorilerinin rafa kaldırılmasını beraberinde getirmiştir.
Ancak dünyadaki gelişmelerden ve değişmelerden habersiz, sadece bugünü yaşamaya koşullanmış küçük-burjuva aydını, dünde kalan ve kulaktan dolma bilgilerini satarak para kazanmayı sürdürmüştür. "Entelektüel" yönü olmayan ve T. Özal döneminde palazlanan işbirlikçi burjuvalar bu küçük-burjuva aydınlarının ürettiği teorilere dört elle sarılmışlardır.[5*] "Alt-emperyalizm" teorisine inandırılmışlıklarının en açık örneği ise TÜSİAD'ın yayınladığı "Coğrafya" kitabı olmuştur.
TÜSİAD'ın "Coğrafya" kitabında Türkiye, "Yeni Bir Jeopolitik Bölgesel Güç Odağı" olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımla TÜSİAD "alt-emperyalist" olma hayallerini ifade ederken gelişmeler ve ilişkiler karşısındaki kavrayışını şöyle ortaya koymaktadır:
"Sovyetler Birliği'nin ortadan kalkması sonucu Batı ile bağları temelde ortak güvenlik çıkarlarına dayanan Türkiye'nin, özellikle Avrupa için jeopolitik öneminin azaldığı düşünülmüştür. Bu düşüncenin gerçekçi olmadığı,1991'deki ilk Körfez Savaşı sırasında görüldü. Irak'ın Kuveyt'i işgali Batı için yaşamsal öneme sahip enerji kaynaklarını tehlikeye sokmuştu. Bu savaş Avrupa için Türkiye ile bağların önemini ortaya koymuştur.
"Krizle birlikte, Kuveyt'i işgal ve ilhak eden Irak'a karşı Türkiye'nin izlediği aktif dış politika ile Türk dış politikasının temel prensiplerinden biri olarak görülen Araplararası sorunlarda tarafsız kalınması ilkesi terk edilmiştir. Irak ile ortak sınıra sahip tek NATO üyesi olan Türkiye, kriz boyunca uluslararası çevrelerde adından sıkça söz edilen bir ülke olmuştur.
"Ortadoğu'da Türkiye, en ciddi rekabeti komşusu İran ile yaşamaktadır. Türkiye ve İran özellikle Orta Asya coğrafyasında nüfuz mücadelesi vermektedir. Ayrıca Hazar ve Orta Asya petrol ve doğal gazının ulaşımı için de İran alternatif güzergâhlar önermektedir."[6*]
Görüldüğü gibi, TÜSİAD, 2001 yılında yayınlattığı Coğrafya kitabında "geçen yüzyılın anılarıyla beslenen ulusalcılığın" aşıldığını, "yüzyılımızın gereklerine uygun bir ulusal çıkar" tarifi yaptığına inanmıştır. Bu inançla "bölgesel gücün" olası rakipleri ve dostları tanımlanmıştır. Irak'ın "ilk Körfez Savaşı"yla safdışı bırakıldığı düşünüldüğünden, "bölgesel gücün" en büyük "rakibi" olarak İran ilan edilmiştir. Ve "jeo-politik bölgesel güç odağı" olarak Türkiye için biçtikleri görev ise, emperyalist ülkelerin enerji kaynaklarını korumak ve istikrarını sağlamaktır.
Böylece TÜSİAD'ın ve "kış kış kış kuşu uçurttuk" diye üzülen Sakıp Sabancı'nın "birinci, ikinci, üçüncü" savaşlardan bekledikleri de açığa çıkmaktadır.
Ama tümüyle "geçen yüzyılın anılarında" kalmış olan "alt-emperyalizm" teorisini kendine kakalayan küçük-burjuva aydınlarının rehberliğinde TÜSİAD savaş miğferini giyerken, savaşı baştan kaybettiğini bile anlayamamıştır. "Bölgesel güç" olma sevdalısı haline gelmiş TÜSİAD ve onun temsil ettiği oligarşi, Amerikan emperyalizminin işgalini gizlemeye ihtiyacı kalmadığını, dolayısıyla emperyalizm adına ekonomik sızma, denetim ve müdahale görevinin "geçen yüzyılın anılarında" kaldığını henüz farketmemiştir. Orta-Doğu'nun yağmalanması için kurulacağını varsaydıkları "masa"dan pay kapamayacaklarının telaşı içinde, evdeki bulgurdan olmak üzere olduklarını görmemektedirler.
İşte "savaş/barış" ikilemine sıkıştırılmış küçük-burjuva aydınları için sunulan çıkış yolu böylesine hayali ve geçmişte kalmış olgulara dayanmaktadır.
Herkes bilmek zorundadır ki, Amerikan emperyalizmi, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı ve devrimci mücadelelerin zayıfladığı bir dönemde, kendi işini kendisi yapmaya karar vermiştir. Bugün dünya ekonomik bunalımının geldiği düzey, yeni-sömürgecilik yöntemleriyle yaratılmış olan işbirlikçi burjuvalara verilen kırıntıların bile ortadan kaldırılmasını gerektirmektedir. Onlar, geri-bıraktırılmış ülkelerde anti-emperyalist ve millici hareketlerin güçsüzleşmesiyle her türlü emperyalist tüketim malının hiçbir tepki çekmeksizin doğrudan satılabilindiği koşullarda, işbirlikçi sanayi ve ticaret burjuvazisine eskisi gibi gerek kalmadığını anladıklarında ise, üstünde beslendikleri toprakları bile yitirmiş olacaklardır.
TÜSİAD'ın Tuncay Özilhan aracılığıyla yaptığı savaş ilanı, ülkemizin Amerikan emperyalizminin açık askeri üssü haline getirilmesinden başka bir anlama sahip değildir. Bu ise, ülkemizin Amerikan emperyalizmi tarafından açıkça işgal edilmesi demektir.
Devrimciler, hangi koşullar altında olursa olsun, ister Amerikan emperyalizmi tarafından ilan edilmiş olsun, ister onun yerli işbirlikçileri tarafından ilan edilmiş olsun, her türlü emperyalist ve sömürgeci savaş ilanını peşinen kabul ederler. Bu devrimci savaşta, hangi nedenle olursa olsun, emperyalizmin ve onun yerli işbirlikçilerinin saflarında yer alan herkes, bu savaşın karşı tarafında demektir. Küçük-burjuva aydınları büyük "aşk"la bağlandıkları "globalizm"in sona erdiğini, yeni ve sert anti-emperyalist savaş döneminin başladığını görmelidirler. Aksi halde sadece "medyatik" Özkök'ün "yaşam tarzını" kaybetmekle kalmayacaklar, doğdukları toprakları bir daha göremeyecek şekilde terk etmek zorunda kalacaklardır.
"Bu uzun süreli bir savaş demektir. Ve, bir kez daha yineleyelim, acımasız bir savaştır. Savaş gelip çattığında, kimse onu yumuşatırım diye kendini aldatmasın ve kimse, halkı uğruna katlanabileceği savaşın sonuçlarının verdiği korkuyla, savaşı kızıştırmakta duraksamasın. Bu hemen hemen tek zafer umududur. Saatin çağrısından kaçamayız. Bunu, bize Vietnam sonsuz kahramanlık dersleriyle, kesin zaferin elde edilmesi için verilen mücadelenin ve ölümün her günkü trajik dersleriyle göstermektedir."[7*]
Dipnotlar
[1*] Güngör Uras, TÜSİAD devlete 'sipariş'i verdi, Milliyet, 27 Mart 2003.
[2*] Serdar Turgut, üniformalı Özkök'le aynı şeyi düşündüğünü 21 Mart tarihli Akşam gazetesinde şöyle yazmaktadır: "Türkiye'nin savaşanların yanında yer alması kendi ulusal çıkarlarına uygun olacağı için doğrudur. Yoksa bu işte Amerika'nın haklı olması, meşru taleplerinin bulunması veya başarı şansının kesin olması gibi düşüncelerle hareket edilmemesi gerekir."
[3*] Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Kurtuluş Cephesi, Irak, Sayı: 69, Eylül-Ekim 2002.
[4*] THKP-C/HDÖ, Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I, 1975.
[5*] Bu durumu, Kurtuluş Cephesi'nin 68. sayısında yayınlanan "AB Savaşı'nda Sağ ve Seçim Sath-ı Maili" yazımızda şöyle ortaya koymuştuk:
"Geçmiş dönemde küçük ve orta sermaye kesimleri 'entelektüel' yönden böylesine zayıf değillerdi. 1980 öncesinde doğrudan kendileri politika içinde yer aldıklarından, değişik politikacılar aracılığıyla 'düşünce' sahibi olabiliyorlardı. Halit Narin, Nurullah Gezgin, Murat Sancak, Gün Sazak gibi politik-işadamları ve bunların parti ilişkileri işleri doğrudan yürütmelerine olanak sağlıyordu. 1980 dünya ekonomik buhranıyla birlikte ortaya çıkan "yeni" durum, özellikle de "monetarist" politikalar, bu geleneksel işadamı-politikacı ilişkilerinin "ufkunu" aşmıştır. Ne olduklarını bilmedikleri ve anlayamadıkları bu yeni 'monetarist' politikalar karşısında 'uzman ekonomist' ihtiyacı ortaya çıkmıştır. T. Özal'ın büyük 'vizyonu'yla büyülenmelerinin temel nedeni de budur. Aynı süreçte Tansu Çiller, bu kesimlerin yeni 'uzman ekonomist politikacısı' olarak sahneye çıkmıştır. Ancak 1994 Nisan krizi Tansu Çiller'in 'ekonomist'liğine olan güvenlerini sarsmıştır. 'Sol'dan sağa büyük sıçrama yapan Asaf Savaş Akat gibi 'televoleci' yeni kuşak 'uzman ekonomistler'e ise güvenmemektedirler. Bugün belirgin bir ekonomik ideologa sahip değillerdir. Bir o yana, bir bu yana savrulup durmaktadırlar."
[6*] TÜSİAD, Coğrafya kitabı, s. 190-194.
[7*] Che Guevara, "İki, Üç Daha Fazla Vietnam".