Annan planı üzerine aylar süren diplomatik görüşmeler, "medyatik" propagandalar, kitlesel gövde gösterileri, "ver-kurtul" söylemleri, "yavru-ana vatan" edebiyatları ve M. Ali Birand'ın "Kıbrıs Türkleri'nin AB'ye girişine" kaç gün kaldığını gösteren geri sayımı ile 24 Nisan günü Kıbrıs referandumu nihayet yapıldı. Ve "Kuzey"in "kuvvetli evet"ine karşılık olarak, "Güney"in "kuvvetli hayır"ıyla, Annan planı askıda kaldı.
Karen Fogg'un "uyuyan güzeli" M. Ali Birand'ın orkestra şefliğinde yürütülen "medya" propagandalarına göre, Annan planı sayesinde "Kıbrıslıtürkler"i[1*] 1 Mayıs günü AB' ye girerek kendilerini kurtarırken, aynı zamanda Aralık ayında AB tarafından Türkiye'ye "ortaklık görüşmeleri" için tarih verilmesiyle, "Türkiye Türkleri" de kendilerini kurtaracaklardı. 24 Nisan günü yapılan referandumdan "beklenen" sonuç ortaya çıkmayıp, "Kıbrıslıtürk"ler kapağı AB'ye atarak kendilerini kurtaramayınca, herşey yeniden kendi haline terk edildi.
Bu öylesine bir kendi haline terk edilişti ki, M. Ali Birand, aylarca geri sayım yapanın kendisi olduğunu unutarak, "Kıbrıs konusuna takılıp kaldık. Oysa Türkiye'nin önündeki gelişme, AB ile müzakerelerin başlayıp başlamaması"[2*] diyerek "Kıbrıslıtürkler"i AB kapısının önüne terk edilmiş çocuk gibi bırakmakta bir an bile tereddüt etmedi.
Böylece "Kıbrıs Türkleri"nin AB'ye kapağı atarak "kurtuluş" umutları bir başka bahara kalırken, "yes be annem"ci "Kıbrıslıtürkler" yeniden iç dünyalarına geri döndüler.
Artık "Yes be annem"cilerin "kurtuluş" umutları içselleşirken, "kurtuluş" Kıbrıs'ta aranmaya başlandı. Böylece "Kıbrıslıtürkler", "kurtuluş"larını Kıbrıs'ta (Kuzey Kıbrıs'ta) aramaya başlamalarıyla birlikte, "medya"nın popüler sözüyle, "siyaset sahnesi" de "ısınmaya" başladı.
AB'ye girerek kurtulanamayınca Kıbrıs'ta kurtulmaya yönelişin ilk sonucu ise, "ver-kurtul"cuların Kuzey Kıbrıs başbakanı M. Ali Talat'ın başbakanlık koltuğunun rahatlığını görmesi olmuştur.
Yarım milyar dolarlık Türkiye yardımı ve geleceği varsayılan iki yüz milyon euro'luk AB fonlarıyla toplam bir milyar dolarlık bir kaynağın üzerinde oturduğunu düşünen M. Ali Talat, "Kıbrıs Türkiye'nin metresi" sözlerini unutarak, başbakanlık koltuğuna dört elle sarılmıştır.
M. Ali Talat başbakanlık koltuğuna sarılırken, "AB ve çözüm" yandaşları arasında ayrışmalar ve saflaşmalar da başlamıştır.
İlk ayrışma "oğul Denktaş'ın partisi" olarak "özürlü" gösterilmeye çalışılan DP'den iki milletvekilinin istifasıyla başlamış ve M. Ali Talat'ın CTP'sinden Doç. Dr. Nuri Çevikel'in istifasıyla devam etmiştir.
KKTC Göçmenler Derneği başkanı ve Doğu Akdeniz Üniversitesi öğretim üyesi Nuri Çevikel, referandum öncesinde "metres" tarafından "Türkiyeli göçmenler"in "evet" oyları için CTP'ye transfer edilmiş bir kişi olarak görevini yerine getirmiştir. Doğal olarak görevini yerine getiren her hizmetçi gibi, Nuri Çevikel de ücretini talep etmiştir. Ama M. Ali Talat, ücreti (Doğu Akdeniz Üniversitesi yönetimi) ödemeye yanaşmayınca, Nuri Çevikel, "kabine oluşturulurken ve bürokrat atamalarında Türkiye kökenlilere yer verilmediğini, CTP'nin UBP'ye benzediğini, mecliste nisap sağlayıcı gibi çalıştırıldığını, TC kökenlilere karşı büyük bir yalan propaganda yapıldığını" söyleyerek CTP'den ayrıldı.
Bu gelişmeler sonucunda Kuzey Kıbrıs meclisindeki sandalye dağılımı şöyle olmuştur: CTP 18, UBP 18, DP 5, BDH 4, TKP 1, BKP 1, bağımsızlar 3. Dolayısıyla CTP-DP hükümeti 50 kişilik mecliste 23 sandalye ile azınlık hükümeti durumuna düşmüştür.
Bu koşullarda "erken seçimin alternatiflerinden biri olduğunu" ama "Kıbrıs konusunda dış ülkelere yönelik başlatılan diplomasi atağının meyvelerini vermeye başlayacağı bir zamanda istifa etmesinin doğru bir davranış olmayacağını" söyleyen M. Ali Talat, UBP başkanı Eroğlu'nun "istifa" çağrısı karşısında da şöyle konuşmaya başlamıştır: "Buyurur isterse güvensizlik önergesini verir ve hükümeti düşürür. O zaman dediği olur, istifa ederiz. Ama aksi halde halkımızın büyük beklentilerinin olduğu bir dönemde ve halkın %65'inin duygu, düşünce ve iradesini temsil ettiğimiz bir dönemde bu hükümetin istifası hiç doğru bir davranış olmaz diye düşünüyorum." M. Ali Talat'ın Süleyman Demirel'in ünlü "226'yı bulun düşürün" deyişini anımsatan bu sözleri, Annan planı ile AB'ye girerek "kurtuluş" arayanların şimdi "kurtuluş"u Kıbrıs'ta arayışlarının açık ifadeleri olmaktadır.
Ancak M. Ali Talat'ın S. Demirel'le benzerliği bununla da sınırlı değildir. 19 Mayıs günü söylediği şu sözler Demirel'den çok şey öğrendiğini göstermektedir: "Referandum sonuçlarına göre halkın yüzde 65'i çözüm yanlısı. Meclis ise şu anda 50-50. Bu Meclis halkı yansıtmıyor. Bu nedenle transfere karşı olamam, artık transfer meşru olur." "Ver-kurtul"cuların Kıbrıs şubesinin Kuzey Kıbrıs'ta "kurtuluş" arayışı, AB için yoketmeyi göze aldıkları KKTC'nin devlet olanaklarının yeni paylaşımına yol açmıştır. M. Ali Talat'ın ifadesiyle "metres"ler, Türkiye'nin verdiği "metreslik parası"nı kendi arasında paylaşma savaşına girmiştir.
Nuri Çevikel, bu paylaşım savaşının örneklerini şöyle sıralamaktadır: "1- İnsanları, Kalkınma Bankası'ndan kredi verme vaadi ile CTP'ye üye yapmaya çalışmak.
2- Gizli istihdamlar yapılıyor. Gazimağusa Belediyesi'ne münhalsiz 6 kişi alındı.
3- İlk Meclis Komitesine gelen tasarı Sağlık Bakanlığı'nda emekliliği yaklaşan 3 personelin daha çok ikramiye almasına yönelikti.
4- Bazı militan milletvekilleri dosyalarla bakanların yanına gidip tayinlere, terfilere karar veriyorlardı." "Kurtuluş"un ve de "statüko"nun yıkılmasının Annan planı ve bu yolla AB'ye kapağı atarak gerçekleşeceğini umanların yeni "statüko"larının eskisinden farksız oluşunda şaşırtıcı hiçbir yan yoktur. Politika siyasal yönetim demektir. TDK sözlüğünde ifade edildiği anlamıyla, politika, "devlet işlerini yürütme ve düzenleme sanatı"dır. Orhan Hançerlioğlu'nun Felsefe Ansiklopedisi'nde ise politika (siyasa) şöyle tanımlanır: "sınıflı toplumlarda sınıfsal çıkarları devlet aracılığıyla gerçekleştirme çabası".
Hangi biçimde tanımlanırsa tanımlansın, politika, her koşulda toplumsal sınıf ve tabakaların çıkarlarının devlet olanaklarıyla (askeri, ekonomik, kültürel, eğitsel vb.) gerçekleştirilmesidir.
Devlet bir kamu gücü olarak, ekonomiden kültüre kadar toplumsal yaşamın her alanında düzenleyici, değiştirici bir yaptırım gücüdür. Bu yaptırım gücü devletin zor aygıtı olması ile özdeşleşir. Devletin yaptırım gücü, yasalarla ve bu yasaların uygulanmasıyla ilgili kurumlarla (polis, mahkemeler ve cezaevleri vb.) iş görür. Bu da, aynı zamanda devlet işlerinin yürütülmesiyle ilgili bir dizi görevlinin iş olanağı demektir. Bu yönüyle devlet, kamu sektörünü oluşturur ve kamu görevlilerinden meydana gelir.
Bugün Kıbrıs'ta kurtulmaya yönelen "Kıbrıslıtürk" için bu kamu gücünün olanakları, dünün "statükocular"ı gibi kendileri için de yeni iş ve gelir kaynağıdır. Dün "statükocular"ın denetiminde olan kamu gücü karşısında "sivil toplum kuruluşları"nın güçlendirilmesi yanlısı olanlar, bugün kamu gücünü kullanabilecek duruma geldiklerinde, "sivil toplum kuruluşları"na devredilmesini talep ettikleri tüm işlevleri bu kamu gücüyle yerine getirmeye yönelmişlerdir. Böylece eski "statüko" yerini yeni "statüko"ya bırakırken, "sivil toplum" da yerini geleneksel kamu gücüne (Gramsici ayrımla ifade edersek "politik toplum"a) terk etmek durumundadır.
Kuzey Kıbrıs'ta aylardır propagandası yapılan "değişim", "gelenin gideni arattığı", yenilerin eskiler gibi davrandığı politik "değişim"den başka birşey olmamıştır. Kendi sloganlarıyla ifade etmek gerekirse, "yes be annem"ciler "yes be babam"cılara dönüşerek "değişim"i gerçekleştirmektedirler. Bir başka deyişle, "sivil toplum"un ("anne") şefkatli kollarından "devlet baba"nın müşfik kollarına atlamışlardır.
AB'ye girerek gerçekleşmesi beklenen "kurtuluş"un, Kuzey Kıbrıs devletinin olanaklarının yeniden paylaşımıyla gerçekleştirilmesine yönelinmesi, aynı zamanda, mevcut düzen sınırları içinde yürütülen politik mücadele ile devrimci mücadelenin temelden karşıtlığını gözler önüne serici niteliktedir.
Mevcut düzen sınırları içinde yürütülen politik mücadelelerin tüm amacı, hazır devlet makinesini ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla sınırlıdır. "Her gerçek halk devriminin ilk koşulu" ise devlet makinesinin yıkılması ve devletin yeniden-örgütlenmesidir. Ve bu, "tüm anlam ve tüm değerlerini, ancak 'mülksüzleştiricilerin mülksüzleştirilmesi'nin gerçekleşmesine ya da hazırlanmasına bağlandıkları zaman, yani üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyetin sosyalist mülkiyet durumuna dönüşmesiyle kazanır".[3*] Kuzey Kıbrıs'ın "hazır devlet makinesi", dün Rauf Denktaş'la simgelenen "statükocular"ın elindeyken, bugün "statükocular" ile "AB ve değişim" yanlılarının koalisyonunun eline geçmiştir. Dolayısıyla tüm yapılan bu "hazır devlet makinesi"nın bu koalisyon ortaklarının çıkarlarına uygun olarak kullanılmasından ibarettir.
Yine de Kuzey Kıbrıs'ta kurtulma arayışı bunlarla sınırlı değildir. Off-shore bankacılığı ile "Casino" ekonomisinin dünya ekonomik bunalımıyla birlikte giderek güçsüzleşmesi, AB'nin tarım sübvansiyonları ile İspanya'nın narenciye üretiminde büyük üretici olarak Avrupa pazarlarında yer alışı, Kuzey Kıbrıs'ın ve Kuzey Kıbrıslıların tüm "kurtuluş"unu, Türkiye'den alınan "devlet yardımı" ile hizmetler sektöründe bir iş bulmaya indirgemiştir. "Yes be annem"ci gençliğin cebine koyacağı "AB pasaportu" ile Avrupa'da hizmetler sektöründe iş bulma umuduyla çıkacağı Avrupa seferi bir başka bahara kalırken, yetişkin "Kıbrıslıtürk" için devletin istihdam ve kredi olanakları ile İngilizlerin Kuzey'de toprak satın almaları tek "kurtuluş" olanağı olarak ortaya çıkmıştır.
Bugün Kuzey Kıbrıs'ta yeni "statüko"nun tüm sorunu, CTP-DP koalisyon hükümetinin mecliste azınlığa düşmesiyle ortaya çıkan belirsizliktir. M. Ali Talat erken seçimi bir "seçenek" olarak gördüğünü ilan ederken, 14 Aralık seçimlerinde elde ettiği "başarıyı" yineleyememe korkusu içindedir. Bu korkunun gerçekliği ise, tüm Kuzey Kıbrıslıların "kurtuluş"un yeniden ve bir kez daha Kuzey Kıbrıs'ta olduğunu düşünmeye başlamalarıdır. Bu koşullarda, "AB ve değişim" yanlıların saflarına katılan Kuzey Kıbrıs'ın ünlü dolandırıcısı Asil Nadir'den, Güney Kıbrıs'ın "casino"cularıyla ortaklık yapma düşleri içinde aynı saflarda yer alan Kuzey'in "casino"cularına kadar tüm çıkar gruplarının yeniden "iç politikaya" yönelecekleri kesindir.
Bu süreç, Kuzey Kıbrıs'taki devlet olanaklarının yeniden dağılımı ve bu dağılıma bağlı olarak yeni "statüko"nun kalıcılaştırılması sürecidir. Bu sürecin geçmişten tek farkı, AKP iktidarıyla birlikte Kuzey Kıbrıs'ta "islamcı sermaye"nin devreye girmesidir.[4*] "İslamcı sermaye"nin Kuzey Kıbrıs'a ilgisinin odak noktası ise, DAÜ (Doğu Akdeniz Üniversitesi), "faizsiz bankacılık" ve gıda pazarıdır. Amaç, DAÜ'nin yönetimini ele geçirerek "ılımlı islam üniversitesi" sahibi olmak, off-shore bankacılığının boşalan yerini "faizsiz bankacılık"la doldurmak ve "islamcı" gıda sektörüne yeni pazar yaratmaktır.
Şüphesiz bu "ılımlı islam projesi"nde DAÜ belirleyici yere sahiptir. Son yıllarda şeriatçı kesimin Avusturya üniversitelerine olan yönelimi DAÜ'ye kaymıştır. Şeriatçı kesim çocuklarını DAÜ'ye göndermeye başlamışlardır. Bir dönem MHP'nin "arpalığı" yapılmaya çalışılan DAÜ, şimdi şeriatçıların "üniversite diploması dağıtım merkezi" haline getirilmeye çalışılmaktadır.
"İslamcı sermaye"nin "faizsiz bankacılık" ve gıda sektörünün "vizyonu" ise Kuzey'in sınırlarını aşmaktadır. Güney Kıbrıs'ta önemli parasal yatırıma sahip olan Arap "turist" için yeni yatırım alanı açmak ve Güney'in turizm sektörüne "lojistik" sağlamak bu "vizyon" sahiplerinin iştahlarını kamçılamaktadır. Doğal olarak böyle bir "vizyon"la "misyon"u yerine getirebilmek için Kuzey Kıbrıs'ın varlığı ve Türk-Yunan ilişkilerinin "iklimi" önemli bir yere sahiptir. Tayyip Erdoğan'ın "vücut diplomasisi" ve hükümet gücü ile bu yönde gelişme sağlanması "islamcı sermaye"nin en büyük beklentisidir.
Böylece AB'de aranan "kurtuluş"tan Kuzey Kıbrıs'ta "kurtuluş"a yönelindiği bir dönemde siyaset sahnesinde yeni "statüko"nun "aktörleri" de belirginleşmeye başlamıştır.
Dünkü "statüko", "TC partileri" ve Denktaş-Eroğlu "işbirlikçileri" tarafından oluşturulurken, bugünün "statüko"su "kıbrıslıtürk"ün "solcu" partileri (CTP, BDH ve TKP) ile "ılımlı islamcı" "TC hükümeti" tarafından oluşturulmaya çalışılmaktadır. "Casino"cular, narenciye üreticileri, off-shore bankacılıktan nemalananlar, kamu sektöründe istihdam edilenler ve "üniversite turizmi" gelirleriyle beslenenlerin bu yeni oluşan "statüko"da nasıl yer alacaklarını ise Kuzey Kıbrıs'ın iç çelişkileri belirleyecektir.
Ancak Kuzey Kıbrıs'ta "kurtulmak" bu kadar kolay değildir. Olayın bir de uluslararası boyutu vardır.
Bu boyut kimilerince "KKTC'nin tanınması" olarak, kimilerince "yaptırımların kaldırılması" olarak tanımlanan bir "kurtuluş" olarak görülmektedir. "Almadan vermek Allah'a mahsus" olduğu için, Kuzey Kıbrıs'ta "kurtuluş"a yönelenler için vermeden almak tek amaç durumundadır. Onlar, bir yandan Türkiye'den her yıl alınan "metres" parasını almaya devam edeceklerini, öte yandan AB'den gelecek paraların hayalini kurarken, ABD'nin verdiği "sıcak mesajlar"la daha da umutlanmaktadırlar. AB'ye girmeleri için bu kadar çok çaba sarfeden ABD mutlaka bir şeyler yapacaktır onlar için.
Bugün için ABD'nin Kuzey Kıbrıslılar için "ne yapacağı" belirsizdir.
Suriye'nin batıdan kuşatılması için, özellikle de Suriye'ye yönelik yeni yaptırımların "etkin biçimde" yürütülebilinmesi için Kıbrıs (bir bütün olarak) belirleyici konumdadır. Suriye'nin denizden ablukaya alınması için Kıbrıs'ın doğu kesimindeki limanların kullanım kolaylığı ABD'nin kısa vadeli amaçlarıyla örtüşmektedir. Bunun için Kıbrıs'ın bölünmüşlüğünün ya da birleşik olmasının önemi yoktur. Önemli olan tek şey, Kuzey Kıbrıs'taki Türk askerinin varlığı ve Güney Kıbrıs'ın rum yönetiminin buna karşı oluşudur. Adadaki Türk askeri varlığının sona erdirilmesi, Kuzey Kıbrıs'taki referandumdan çıkan "kuvvetli evet"le de desteklendiği için, sorunun "çözümü" Adadaki Türk askeri varlığının sona erdirilmesine odaklanmıştır.
Güney'in Türk askeri varlığından ve Türkiye'nin garantörlüğünden duyduğu "korku"su ile Kuzey'in bunu destekleyen %64,9'luk "kuvvetli evet"i karşısında, Türkiye devletinin "kırmızı çizgileri" bulunmaktadır. Bu durumda "her iki tarafı da memnun edecek" bir "kazı-kazan" çözümü için ABD devreye girmek durumundadır.
ABD tarafından önerilen "çözüm", Türk askerinin kademeli olarak (Annan planında tanımlandığı gibi) adadan çekilmesi ve yerine ("kıbrıslıtürklerin ve rumların güvenliği için") ABD "barış gücünün" yerleştirilmesidir. Bu "çözüm" girişimi, Türkiye'den ABD' nin yeni üs taleplerinin olduğuna ilişkin bilgilerin "medya"ya sızdırılmasıyla birlikte yürütülmektedir. Diğer yandan Türkiye devletinin, Kuzey Akdeniz'i "Kıbrıs devleti"nin denetimi altına veren Annan planı karşısında bölgenin ABD tarafından denetim altına alınmasını tercih edeceği de açıktır. Böylece Kuzey Kıbrıs'ta çekilecek olan Türk askerlerinin yerine ABD askerlerinin yerleştirilmesine ilişkin "çözüm"ün Türkiye tarafı büyük ölçüde çözülebilir görünmektedir. "Çözüm"ün engeli ise, sadece Güney rum yönetiminin Birleşmiş Milletler çerçevesinde bir askeri değişimden yana oluşudur. Burada da Rusya devreye girmektedir.
Sonuç olarak Kuzey Kıbrıs'ta aranan "kurtuluş", bir yandan "islamcı sermaye" ve şeriatçılıkla, diğer yandan Amerikan emperyalizminin askeri üssü haline gelişle kesişmektedir. Annan planına "kuvvetli evet" diyenlerin geleceği bunlarla belirlenmektedir. İşte o zaman "yes be annem!"in yerini "yandım anam!" aldığında "kuvvetli evet" propagandasının ne anlama geldiği görülecektir. Tabii iş işten geçtikten sonra!
[1*] "Kıbrıslıtürk", başta CTP olmak üzere "statüko" yıkıcı Kıbrıs Türklerinin kullandığı bir sözcüktür. [2*]Hürriyet, 19 Mayıs 2004. [3*] Lenin, Devlet ve Devrim, s. 61. [4*] Bu öylesine açık bir olgudur ki, Nuri Çevikel'in CTP'den istifa etme sürecinde Yeni Şafak gazetesi yazarı Mustafa Karaalioğlu doğrudan müdahalede bulunmuştur. Nuri Çevikel bu durumu şöyle anlatmaktadır: "AKP'ye yakınlığıyla bilinen gazeteci Mustafa Karaalioğlu beni arayarak 'Hocam ısrar etme' dedi. Bunu CTP milletvekili Okan Dağlı istemişti... DAÜ'deki herşeyden de Okan Dağlı sorumluydu."