"Gazetelerde de okuduğunuz gibi ABD Irak için bizden asker istiyor. Bu bir tek şeyi gösteriyor: Türkiye'de yönetim gayet iyi durumdadır. Türkiye, Amerika ile stratejik ortaklığını gayet ileri götürmektedir. Öfkeyle kalkıp zararla oturulmamıştır." (Tayyip Erdoğan, Başbakan)
"ABD-Türkiye stratejik ortaklığı" konusu, Amerikan emperyalizminin Irak saldırısı öncesinde başlayan, 1 Mart günü "tezkere"nin TBMM'de kabul edilmemesiyle ön plana geçen ve yeniden Irak'a "Türk askeri" gönderilmesi tartışmalarıyla bir kez daha gündeme getirilmiştir. Özellikle dışişleri bakanı Abdullah Gül'ün son ABD "ziyareti" öncesinde başlatılan "ABD Irak'ta zor durumda, bizden asker istiyor" propagandasıyla birlikte "stratejik ortaklık sürüyor" ve "gayet ileri götürülmektedir" söylemleri "medya"da sürekli işlenir olmuştur.
ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in Tayyip Erdoğan'a gönderdiği mektubun açıklanan metninde "Kore Savaşı'nın zor günlerinden bu yana, yarım asırdır, bizimle omuz omuza duran Türk Ordusu'nun cesaret ve onuru"ndan sözettikten sonra, "Türkiye ile ABD arasındaki stratejik ortaklık, bu olayla ortadan kalkmayacak kadar sağlıklı ve çok önemlidir. Aramızdaki bağların güçlendirilmesini istiyorum. Biliyorum ki, ittifak ve büyük uluslarımız daha uzun yıllar bunun meyvelerini toplayacak." diye yazılı olması, Amerikan emperyalizmiyle "stratejik ortak" olunmasının ve bu "stratejik ortaklığın gereklerinin yapılması"nın savunucularını sevindirmiştir.
Sözcüğün tam anlamıyla "stratejik ortaklık", Amerikan emperyalizminin işbirlikçiliğinin yeni bir söylemi ve işbirlikçiliği gizlemenin yeni adıdır.
Tarihsel olarak bilinen, değişik olaylarda kullanılmış ve olayları anlamayı sağlayan kavramların içeriklerinin boşaltılması ve yerlerine içeriği olmayan, boş sözcüklerin geçirilmesi yoluyla, insanların gelişen olayların gerçek niteliğini kavramalarını engellemeyi amaçlayan propaganda yöntemi burada bir kez daha karşımıza çıkmaktadır.
Daha düne kadar hiç duyulmamış, kullanılmamış ve süreç içinde ne anlama geldiği bilinmeyen "stratejik ortaklık" gibi bir kavramın ortalığa atılmasıyla sağlanmak istenen, insanların ne olduğunu bilemedikleri, tarihsel süreçte sonuçlarını görmedikleri bir "gelişme" ya da "olay" karşısında oldukları kanısını oluşturmaktır. Doğal olarak böyle bir kanı sahibi olan insanların önemli bir bölümünün "olay"ın yeni olduğunu, dolayısıyla "sonuçlarının bilinemeyeceği" düşüncesine ulaşacakları hesaplanmıştır.
Emperyalizmin işbirlikçisi olmanın ne anlama geldiğini yaşayarak öğrenmiş kitlelerin, yeni ve içeriksiz "stratejik ortaklık" söylemi karşısında şaşkınlığa düşmeleri çok doğaldır.
Ancak burada "stratejik ortaklık" söyleminden en çok etkilenen ve perspektif yitimine uğrayan kesim ise, küçük-burjuva aydınlarının eski "sol" kanadıdır. Özellikle Marksist-Leninist yazından öğrendikleri birkaç bilgi kırıntısıyla "strateji" ve "taktik" konusunda belli bir bilgiye ve bakış açısına sahip olduğunu sanan bu kesim şaşkın durumdadır.
Türkiye'nin "stratejik önemi"nden "stratejik bombardıman uçağı"na (B-52) kadar her konuda bilgi ve bakış açısı sahibi olduğunu sanan bu "sol" kanat küçük-burjuva aydınları, "stratejik ortaklık"ın Amerikan emperyalizminin askeri saldırganlığının bir parçası olmak anlamına geldiğini hissetmektedirler. Ve hatta bazıları bunu açıkça da ifade etmektedirler. Ancak T. Özal'la birlikte edindikleri "ticaret ve pazarlama şirketi" bakış açısıyla, ülkenin "stratejik önemi"nin nasıl kullanılacağı konusunda bir fikre sahip değillerdir. Bu nedenle, "stratejik ortaklık" söylemine karşı yaptıkları en temel itiraz, ABD-Türkiye ilişkilerinin böylesi bir "ortaklık"ın gerektirdiği "eşit ve adil" bir ilişkiye dayanmadığıdır.
Bu düşünce, Erbakan'ın "çoluk-çocuk" dediği AKP kurucu ve yönetici kesimi tarafından da paylaşılmaktadır.
1 Mart "tezkere krizi" sonrasında ABD ile Türkiye arasındaki "bozulan ilişkilerin yeniden düzeltilmesi gerekliliği" söyleminin yaygınlaşmasının ardında yatan da bu düşüncedir. Ancak "küçük bir pürüz" varlığını sürdürmektedir: Bir taraf "stratejik ortaklık"tan söz ederken, diğer taraf bu sözcükleri ağzına bile almamaktadır. Öyle ki, "medya"nın sevdiği tanımlamayla, Stratejik ve Uluslararası Etütler Merkezi (CSIS) Türkiye projesi direktörü Bülent Aliriza, Amerikan yönetiminin üst düzey bir yetkilisinin kendisine, ''Şu anda Türkiye ile ABD arasında stratejik ortaklık yoktur'' dediği söyleyerek, bu durumu "teyit" etmiştir.
Bu haberlere karşın, Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan, buldukları her fırsatta, Türkiye'nin ABD'nin "stratejik ortağı" olduğunu söyleyerek, kamuoyunda oluşan "karamsar havayı" dağıtmaya çalışırlarken, amaçlarını Türkiye'nin "stratejik önemi"ne uygun bir "stratejik ortaklık" elde etmek olarak sunmaktadırlar.
İşte bu dönemde Amerikan emperyalizminin "yeni asker talebi", eski Amerikan büyükelçisi Robert Pearson'un ifadesiyle, Irak'taki "istikrarsız bölge"de işgal gücü olarak görev yapacak asker talebiyle birlikte "Amerika ile ilişkilerin geliştiği"nin kanıtı olarak da bu "stratejik ortaklık"ın ABD "yetkilileri" tarafından "telâffuz" edilmesi gösterilmeye başlanmıştır.
Bir gazete haberinde şöyle söylenmektedir: "Stratejik ortaklık sadece bir jest
Dışişleri Müsteşarı Uğur Ziyal'in Washington ziyaretinde kendisine gösterilen ilgi ve Türkiye için uzun süredir ilk kez 'stratejik müttefik' ve 'stratejik ortak' ifadelerinin kullanılması, Bush hükümetinin Türkiye'ye kızgınlığının ve güvensizliğinin geçtiğini mi gösteriyor? Çoğu gözlemcinin bu soruya verdiği cevap, 'hayır'. Yönetime yakın kaynaklara göre, 'stratejik ittifak ve ortaklık' lafları Türkiye' de hayli yüksek beklentiler bulunan bir geziden Ziyal'i eli boş göndermemek için yapılmış bir diplomatik jest." Ve Abdullah Gül'ün kendisini davet ettirdiği son ABD "ziyareti"nde aynı diplomatik jestler devam etmiştir.
Görüldüğü gibi, ortalıkta dolaştırılan "stratejik ortaklık" sözünden, herkes bir başka şey anlamaktadır. Ancak bilinen tek şey, Amerikan emperyalizminin "stratejik ortaklık" kavramına "sıcak" bakmadığıdır.
Kurtuluş Cephesi'nin geçen sayısında[1*] belirtildiği gibi, Amerikan emperyalizmi "stratejik ittifak konsepti"ni çok uzun zaman önce terk etmiştir. NATO'nun "genişlemesi" görünümü altında eski yapısının ortadan kaldırılması, Amerikan emperyalizminin "ittifak" ilişkilerini bir yana bırakmasının en açık örneğidir.
Bugün Amerikan emperyalizminin benimsediği "konsept"i ABD Army War College'in eski komutanlarından Robert H. Scales şöyle ifade etmektedir: "İttifaklar, çoğu zaman uluslar arasındaki kültürel bağ ve karşılıklı çıkarlar üzerine kurulu resmi mutabakatlardır ve uzun vadeli bir tehdide karşı ve kapsamlı bir savunma mekanizması sağlamak için yaratılmışlardır. Buna karşın, koalisyonlar geçicidir, belirli tehditlere karşı ortaya çıkarlar ve koalisyonun maksadı tahakkuk edince dağılırlar. Koalisyonlar karakter itibariyle politik olarak zayıftırlar ve ihtiyaç dışında gelişirler, düzenli ilişkilerin yaşandığı tarihi ilişkiler olmaksızın da milletleri birleştirirler.
Yeni ve gelişmiş teknoloji teknikleri her ne kadar koalisyon ortakları ve 21. yy komutanları arasındaki iletişimi tam anlamıyla sağlasa da, koalisyon çabaları, teknik yetersizlikler, yabancı dil zorlukları, kültürel asimetriler, tarihi ve jeopolitik konuların önemsenmemesi yüzünden başarısızlığa uğrayabilmektedir. Başarılı koalisyonun ilacı teknoloji değil, koalisyon ortakları arasında kurulan iletişim ve sağlanan 'güven'dir...
Gelecek koalisyonlar, Amerikan liderlerinin başarıya ulaşmada, süregelen stratejik sonuçlara ulaşma gibi değerlerini benimseyeceklerdir. Birçok örnekte görüldüğü gibi, askeri koalisyonlara duyulan ihtiyaç her zamankinden daha çok olacaktır. Çünkü koalisyon harbi, uzun vadeli ve stratejik çözümlerin tek yoludur."[2*] (abç) Bu konsept, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığının, emperyalizme karşı sosyalist sistemin "sürekli bir tehdit" unsuru olmaktan çıkartılmasının, yani "komünist tehdit"in uzun süreli ittifakların ortak paydası olmaktan çıkartılmasının bir sonucudur.
Ancak, tüm söylemlerde görmezlikten gelinen en temel nokta ise, "stratejik ortaklık" ya da "stratejik ittifak" kavramlarının tümüyle askeri nitelikte olduğudur. Bugün ülkemizde yaratılan kargaşanın ve belirsizliğin temel nedeni de, "stratejik ortaklık"ın bu askeri niteliğidir.
Bugün Genelkurmay'dan Dışişlerine kadar tüm oligarşik yönetimin devlet kurumlarının bildiği gerçek, "stratejik ortaklık"ın askeri nitelikte olduğudur. Ancak "ittifak"ın tarafları bugün için ortak bir askeri hedef sahibi değillerdir. Sorun da buradan çıkmaktadır.
Düne kadar "komünist tehdit" ya da Sovyetler Birliği, "taraflar"ın ortak askeri hedefi olarak var iken, bugün bu mevcut değildir. Amerikan emperyalizminin askeri saldırılarında ifadesini bulan askeri hedeflerle oligarşik yönetimin askeri hedefleri çakışmamaktadır. Bunun doğal sonucu olarak, Amerikan emperyalizminin askeri hedeflerine yönelik bir "koalisyon gücü" olunması için "başka nedenler" gerekli hale gelmiştir. Ve herkesin bildiği gibi, bu "başka nedenler" parasaldır, ekonomiktir. Amerikan emperyalizmi ile yapılan tüm görüşmelerin ve pazarlıkların ticaret, kredi, ihale vb. ile başlamasının gerçekliği de buradadır. Bu da, Amerikanın paralı askeri olma çabasını ifade etmektedir.
Tüm bunlar, Amerikan emperyalizmi ile işbirlikçi burjuvazinin kendi iç sorunlarıdır. İşbirlikçi burjuvazi, gerek Sovyetler Birliği'nin varolduğu, gerekse dağıtılmışlığı koşullarında başlayan "globalizm" propagandası döneminde, kendi konumunu ve işbirlikçiliğinin sınırlarını bilecek durumdayken, bugün bu durumda değildir. Bunun sonucu olarak, oligarşik yönetim (sivil ve asker devlet aygıtı) tam bir belirsizlik içine girmiştir. "Medya"nın "politikasızlık", "vizyonsuzluk" olarak ifade ettiği bu durum, Amerikan emperyalizminin dünya çapında saldırganlığını artırmasıyla birlikte büyümüştür.
TÜSİAD başkanı Tuncay Özilhan 26 Mart günü Ceylan Otel'de yaptığı konuşmada bu belirsizliği şöyle ifade etmiştir: "Türkiye'nin yerleşik siyasi yönetim anlayışı, zaman zaman kapalı bir toplumun siyaset, ekonomi ve dış politika anlayışının etkisi altına girmektedir. Bu anlayış, yüzyılımızın gereklerine uygun bir ulusal çıkar tarifi yapmak yerine, geçen yüzyılın anılarıyla beslenen bir ulusçuluğu rehber edinebilmektedir. Tarihsel nedenlerle iç tehditlere odaklanan bir ulusal güvenlik anlayışı yüzünden, uluslararası krizleri okumakta zorluk çekebilmektedir. Ülke içi iktidar dengelerine, dünya dengelerinden daha fazla konsantre olduğundan, uluslar arası ilişkilerde gerçekçi çözümler üretmekten uzaklaşabilmektedir." Bu durumda, Sakıp Sabancı'nın "Talih kuşu omuzumuza kondu, biz burada bağırdık haykırdık, kış kış kış, kuşu uçurttuk" sözlerinde ifade edilen "ekonomik yardım paketi" karşılığı Amerikanın hizmetine asker verme "konsepti" geliştirilmiştir.
Bu "konsept", kendi ifadeleriyle, "ekonomik yardım" karşılığı diye sunulan paralı askerlikten ibarettir.
Bu "paralı askerlik konsepti"nin en temel sorunu, hiçbir askeri tehdit ve düşmanlık sözkonusu değilken, askerlerin ülke dışına gönderilmesinin ve Amerikan emperyalizminin hizmetine verilmesinin halka nasıl kabul ettirileceğidir. Oligarşinin bir kanadı "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan" olmaktan korkmaktadır.
İşte burada küçük-burjuva aydınları yeniden "silah başı" yapmak durumundadırlar. Bu kesim içinde özellikle eski dönemin "sol" küçük-burjuva aydınlarının "geçen yüzyılın anıları"ndan kurtarılması önem taşımaktadır. Bu "kurtarma" işinde Cengiz Çandar ve M. Ali Birand "iki silahşör" olarak ön cephede savaşırken fazlaca inandırıcı olamamaktadırlar. Bu nedenle "cephe"ye yeni ve taze güç sürülmesi gerekmektedir. Ancak ellerinde "yeni ve taze", "yıpranmamış" bir güç de bulunmamaktadır. Dolayısıyla "az kullanılmış", "az yıpranmış" güçlerle yetinmek zorundadırlar. Ama ellerinde fazlaca aday da yoktur.
Bu durumda AKP'nin iktidar "özlemiş" ve "büyümek" isteyen sermaye kesimleri (küçük ve orta sermaye) devreye sokulmak zorundadır. Cüneyt Zapsu'da simgeleşen bu yeni "islamcı" kesim, ABD'den alınacak paranın bir kısmı ile satın alınmaya hazırdırlar. Bu kesimler içindeki, 1 Mart'ta "II. tezkere"nin reddedilmesiyle daha fazla değer kazandıklarını düşünenler ile "bu kadarı yeter" diyenler arasındaki çelişki ise fazlaca önemli değildir.
Ya eski "sol" kanat küçük-burjuva aydınları ne durumda?
Onlar "direnme" kararı almış görünmektedirler. Sınıfsal özellikleri nedeniyle bu "direniş"i uzun süre sürdürebilme kararlılığına da sahip değillerdir. Bu nedenle, emperyalizme karşı yapılan her silahlı eylemle kendi "direnme" tutumlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Ancak hiçbir biçimde örgütlü ve zafere doğru ilerleyen bir anti-emperyalist devrimci mücadelenin gelişmesini istememektedirler. Onların tek isteği, kendi tezlerini destekleyecek kadar silahlı eylem yapılmasıdır. Böylece "biz demiştik" diyebilmeyi ummaktadırlar.
Bu süreçte, "savaşanlar ve savaştıranlar", her zaman olduğu gibi, tüm "medyatik" olanakları kullanarak, her türlü demagojinin, dezinformasyonun kol gezdiği bir savaş alanı oluşturacaklardır. Ne yaparlarsa yapsınlar, askeri niteliğinden ayrılmış "stratejik ortaklık" gibi içeriksiz ve boş sözlerle insanları ne denli kandırmaya çalışırlarsa çalışsınlar, Amerikan emperyalizminin paralı askeri olunacağı gerçeğinin üstünü örtemeyeceklerdir.
[1*] Kurtuluş Cephesi, “Amerikan Emperyalizminin Sopaları ve Sopacıları”, Sayı: 73, s. 25, Mayıs-Haziran 2003. [2*] Robert H. Scales, Future Warfare (Gelecekteki Savaş), s.191-203, Nisan 1999, U.S Army War College yayını.