"Futbol olmasaydı
ben Portekiz'i Yönetemezdim"
General Antonio Salazar
1926 yılında kurulan faşist askeri cuntada Maliye Bakanı olarak göreve başlayan ve 1968 yılına kadar Portekiz'i yöneten Antonio Salazar'ın bu sözünü ilerici, demokrat ve sol kesimlerde bilmeyen yok gibidir. Politika ile futbolun ilişkisi üzerine ne zaman bir konu açılsa, Salazar'ın bu sözleri hemen her zaman ilk sırada anılır.
Futbol, özellikle Brezilya, Arjantin, Portekiz gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde en yaygın ve "popüler" kitle pasifikasyon aracı olarak yıllarca kullanılmıştır. Brezilya, Arjantin ve Portekiz örnekleri, tüm geri-bıraktırılmış ülkelerde futbolu kitle pasifikasyonunun en "popülist" aracı haline getirirken, aynı zamanda milliyetçiliğin ve şovenizmin güçlendirilmesinin de bir aracı olmuştur.
1990'lara kadar geri-bıraktırılmış ülkelerde Amerikan emperyalizminin gerçekleştirdiği askeri darbelerle birlikte "yıldızı" parlayan futbol, 90'larda hemen tüm "sivil" politikacıların oy avcılığının da konusu haline gelmiştir.
Ülkemiz somutunda 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte başlayan futbol "fanatizmi", arabesk müziğin eşliğinde geniş halk kitlelerinin depolitizasyonunun neredeyse temel unsuru haline getirilmiştir. Kamu bankalarından, kulüp yöneticilerine açılan büyük kredilerle beslenen futbol, giderek büyük bir ekonomik sektör haline dönüşmüştür. Böylece ekonomik ve siyasal yanlarıyla futbol, halk kitlelerinin yaşamının ayrılmaz bir parçası olmuştur.
Özellikle "halı sahalar"ın kurulmasıyla birlikte, 12 Eylül askeri darbesi sonrasında "sol" safları tümüyle terk eden ve apolitik olmayı bir meziyet gibi sunan küçük-burjuvazi tarafından futbol, "eski solcular"ın içki sofralarından kalkarak gece yarısından sonra yaptıkları "sağlıklı yaşam" koşusuna dönüştürülmüştür.
1990'lara gelindiğinde futbol, her türden "eski solcu"nun "fanatiği" olduğu bir futbol kulübüyle değişik renklere bürünürken, Galatasaray'ın "Avrupa kupalarındaki başarıları"yla yeni bir milliyetçilik dalgasını başlatmıştır.
"Avrupa, Avrupa duy sesimizi, gelen Türk'ün ayak sesleri" eşliğinde dalgalanan Galatasaray bayrakları, milliyetçiliğin yeni bayrak rengi olmuştur. Daha düne kadar ayyaş ve serserilerin amigoluk yaptığı futbol maçları, giderek politikacıların, "eski solcular"ın, faşistlerin amigoluğunda milyonları tirbünlere ve televizyonlara çekmeye başlamıştır.
Televizyon canlı yayınlarıyla milyonlarca insan ekran başına çekilirken, milyonlarca dolarlık "reklam pastasından" pay kapma yarışı, tüm "medya"yı yeni tür futbol "fanatiği" haline getirmiştir. Artık televizyonda futbol yayınları ve reklam, yeni bir ekonomik gelir kapısı olmuştur.
Yazılı ve görsel basının futbol "fanatizmi"ni körükleyen yayınları, milyonlarca izleyiciyi ekrana çekerken, milyon dolarlık transfer ücretleriyle, yeni bir "köşe dönme aracı" ortaya çıkarılmıştır. Öyle ki, neredeyse her anne-baba, erkek çocuklarının futbolcu olması için çabalarken, oğullarının "ünlü futbolcu" olduğunda alacağı milyon dolarlık transfer ücretlerinin hayali ile yaşadıkları ekonomik sıkıntılara meydan okur hale getirilmişlerdir. Kız çocukları ise "ünlü" bir futbolcu ile evlenerek "köşeyi dönme" hayali içinde, yıldız falında "yükselen ve alçalan" burçlarının izinde futbol izleyicisi olmuşlardır.
"Televoleci" yayınlarla futbolcu-manken ilişkileri her gün ve her saat evlerin içine girerken, kız ve erkek çocuklara ekonomik krizden çıkış yolları da gösterilmiştir!
Yarattığı hayallerle tarihin yeni "seyirlik oyunu" olarak futbol, politik pasifikasyondan ekonomik kaynak transferine geçişiyle birlikte, halk kitlelerinin "şifreli" yayınlar aracılığıyla sömürülmesinin de aracı olmuştur. Uzanların "TeleOn"u, Erol Aksoy'un "Cine5"i ve Çukurova holding-MHP işbirliğinin "DigiTürk"ü, bu alandaki rekabetin ve pazar paylaşımının adları olmuştur.
Futbol ligi karşılaşmalarının üç yıllık yayın hakkını 465 milyon dolara alan DigiTürk' ün, mevcut abonelerden elde ettiği yıllık gelir 150 milyon dolar tutmaktadır. Futbol yayınları sırasında alınan reklamlardan ve özet görüntülerin diğer televizyon şirketlerine satışlarından elde edilen gelirle birlikte toplam miktar bir milyar doları geçmektedir. Böylece futbol, sadece televizyon yayıncılığı alanında bir milyar dolarlık "yükselen pazar" haline gelmiştir.
Tüm bunlara, stadlara giriş ücretleri, stad reklamları, futbol kulüplerinin formalara aldıkları reklam paraları vb. eklendiğinde futbolun yıllık toplam "pazar değeri" bir kaç milyar dolar olmaktadır. Bütün bunlara, değişik adlarla oynatılan "spor toto" gelirleri eklendiğinde, futbolun ortaya çıkardığı parasal değer çok daha büyük boyutlara ulaşmaktadır.
Böylece futbol, kitlelerin apolitikleştirilmesinde oynadığı role ek olarak, aynı apolitik kitlenin gelirlerinden milyarlarca dolarlık değerin transfer edilmesini sağlayan yeni bir araç olmuştur.
Ve her zaman olduğu gibi "borsa" da futbolla tanışmıştır.
20 Şubat 2002 günü "iki güzide kulübümüz" Galatasaray ile Beşiktaş'ın İstanbul borsasına girişleriyle birlikte, futbol politik pasifikasyondan ekonomik mülksüzleştirmeye doğru kalıcı adımını atmıştır.
Ödenmiş sermayesi 2,176 trilyon TL (1.500.000 dolar) olarak gösterilen "Beşiktaş Futbol Yatırımları Sanayi ve Ticaret A.Ş." "326 milyar TL nominal değerli B grubu hamiline yazılı hisse senetlerini", 57.500 TL'den "halka arz etmiştir". "Piyasa değeri" yaklaşık 75 milyon dolar olarak hesaplanan hisse senetlerinden Beşiktaş A.Ş'nin beklediği gelir 20 milyon dolar olarak açıklanmıştır.
31 Mayıs 2002 tarihi itibariyle "Beşiktaş Futbol Yatırımları Sanayi ve Ticaret A.Ş." hisselerinin değeri 18.750 TL'ye düşmüştür. Yani üç ay içinde "güzide futbol kulübümüz" Beşiktaş'ın hisseleri 38.750 TL değer kaybetmiştir. Böylece "yatırımcısı"nın hisse senetlerine yatırdığı parası %67 değer kaybetmiştir. (Dolar bazında "Beşiktaş Futbol Yatırımları Sanayi ve Ticaret A.Ş." "yatırımcısı" nın kaybı %75'dir.)
Benzer durum "Galatasaray Sportif Sınai ve Ticari Yatırımlar A.Ş." hisselerinde ortaya çıkmıştır.
Ödenmiş sermayesi 2,035 trilyon TL olarak görünen "Galatasaray Sportif Sınai ve Ticari Yatırımlar A.Ş." de, "325.600 milyon TL nominal değerli B grubu hamiline yazılı hisse senetlerini" 87.000 TL'den "halka arz etmiştir".
31 Mayıs 2002 tarihi itibariyle "Galatasaray Sportif Sınai ve Ticari Yatırımlar A.Ş." hisselerinin değeri 54.000'e düşmüş ve böylece "yatımıcısına" 33.000 TL kaybettirmiştir. Kayıp oranı %38'dir.
Böylece "iki güzide futbol kulübümüz" ün "yatırımcısından" transfer ettiği parasal değer toplamı 28 milyon dolar olup, bunun 12,4 milyon dolarlık kısmı üç ay içinde erimiştir.
Ancak futbolun ticarileşmesiyle ortaya çıkan durum borsayla sınırlı değildir. Artık "fanatik" olmanın da bir maliyeti vardır ve tüm apolitikleştirilmiş kesimler bu maliyeti ödemek zorundadırlar.
Örneğin Beşiktaş A.Ş, Türk Henkel şirketi ile yaptığı anlaşma ile "BJK markalı ve logolu renkli tamir ve demor bandı" üretilmesi anlaşması imzalarken, Zorlu tekstil ile yaptığı anlaşma ile, aynı şekilde "BJK marka ve logolu nevresim, pike, yorgan ve perde" üretimine geçilmiştir. Goldaş Kuyumculuk, "Beşiktaş marka ve logolu değerli madenlerden hediyelik eşya" üretirken, Unan Tekstil kravat üretmekte, Gözde Giyim çorap, Balon Baskı şirketi balon, Dandy şirketi de sakız üretecektir.
Aynı "ürünler" aynı şirketler tarafından Galatasaray A.Ş. için de üretilmektedir. (Galatasaray daha "aristokrat" bir takım olduğundan, Beşiktaş'tan farklı olarak, "GS logolu ARIA Konuşan Paket, Bataria Card ve SIM Card üretim ve dağıtımı" anlaşmasını yapımıştır.)
Görüleceği gibi, Galatasaray ve Beşiktaş' ın ticarileştirilmesiyle ortaya çıkan "yeni ürünler"in hedef kitlesi çocuklar ve "beyaz yakalılar" olmaktadır.
Bir başka deyişle, ticarileştirilen futbol, politikada olduğu gibi, ekonomide de, kent küçük-burjuvazisine hitap eder.
Küçük-burjuvazinin "sınıf atlama" özlemi, hemen her durumda futbolla ve futbolcuyla özdeşleştirilir. İkinci, üçüncü ligten birinci lige "terfi etmek"; birinci ligte alt sıralardan üst sıralara çıkmak ve ligi birincilikle bitirmek, neredeyse küçük-burjuvazinin "sınıf atlama", "burjuva olma" özleminin futbol dilinde tanımlanışı gibidir.
Bu yönüyle futbol, sürekli yoksullaşan ve mülksüzleşen küçük-burjuvaziyi "teselli eden", onu "avutan", umutlarını yitirdiğinde yeniden ona "umut" aşılayan bir ekonomik, sosyal ve siyasal olay olarak ortaya çıkar.*
İşte bu olgu, futbolun, kitlelerin siyasal olarak yedeklenmesinde, mevcut düzene karşı tepkilerinin pasifize edilmesinde oynadığı rolü yeniden ve bir üst boyutta üretir.
Futbolun diğer yanı ise, hiç bir biçimde kendi içinde kendi işlevlerine, yani kitlelerin politik olarak pasifleştirilmesine karşı çıkanları barındırmamasıdır. Yani futbolun apolitik niteliğine karşı çıkan ya da bu niteliğine zarar veren her kişi futbol dünyasının dışına atılır.** Bu nedenle, futbol, apolitikliğin kitlesel bir simgesidir ve futbolcu apolitik insan tipidir. Ülkemizdeki deyişle söylersek, bu insan tipi "ne sağcıdır, ne solcu, futbolcudur, futbolcu".
Futbolun bu niteliğine karşın, onu "ezilenlerin toplumsal tepkilerinin dışa vurulduğu bir alan" olarak ya da "özgürlüğün kısıtlandığı ülkelerde insanın kendini özgür hissettiği alan" olarak tanımlayan "solcu" ya da "liberal solcu" sayısı da az değildir. Bu tip bazı "solcu"lara göre ise ülkemizde, Galatasaray aristokrat ve entelektüllerin, Fenerbahçe işbirlikçi sanayi ve ticaret burjuvazisinin ve Beşiktaş proletaryanın takımıdır! Onlar, apolitikliğin simgesi olan futbolu bu yolla "politize" ettiklerini düşünürlerken, aynı zamanda kendi apolitiklik niteliklerini de gizlediklerini sanmaktadırlar. "Halı saha" ların gece yarısından sonraki müdavimleri olan bu küçük-burjuvalar futbolun ne denli "politik" olduğunu göstermeye çalışırlarsa çalışsınlar, futbol, her zaman olduğu gibi, kendi oyununun kuralları ile oynamaya devam etmektedir.
Diğer yandan futbol, ekonomik ve siyasal yanları dışında, tribünlerde yapılan gösterilerle, görüntülerle yeni bir "görsellik" alanı da oluşturmuştur. Bayraklarıyla, pankartlarıyla, konfetileriyle bir şov alanına dönüşen futbol sahaları, siyasal plana da yansımış ve her siyasal toplantı birer "futbol şöleni" görünümüne bürünmüştür. Her bireyin kendi futbol takımının bayrağı, flaması, boyun atkısı ve pankartı ile gittiği maç görüntüleri ile politik mitinglerin görüntüleri birbirine karışmıştır. Bütün bunların yanında, siyasal tartışmalarda "tribünlere oynamak" özel bir politik deyim haline gelmiştir.
Ama her araç gibi futbol da, çok kullanılmanın sonuçlarını yaşamak durumundadır ve yaşamaya da başlamıştır. Futbolun politikadan ekonomiye yaptığı sıçrama, aynı zamanda, onun kitleler üzerindeki etkisinin sonunun başlangıcı durumundadır. Düne kadar kitlelerin "en ucuz eğlence aracı" olan futbol, bugün yeni bir iş alanı, kâr kaynağı haline gelmiştir. Futbol takımının "rengi", giderek paranın "rengine" dönüşmektedir. Ticarileştirilen futbol, artık ticaretin yasalarına tabidir ve aşırı-üretim ve iflas artık futbolun geleceği olmuştur. Bu, onun politik pasifikasyon aracı olarak kullanılmasını ortadan kaldırmayacak olsa da, bu amaç için kullanımını da büyük ölçüde etkileyecektir.
Gelecek günlerin, borsa spekülasyonlarına bağlı olarak maçların kazanılıp yitirildiği günlerle dolu olacağını bugünden söylemek kahinlik olmayacaktır. Futbol maçlarının şikesi, artık "mafya"dan değil, borsadan sorulur olacaktır. Ve belki o gün geldiğinde, birileri, "futbol olmasaydı, borsada zengin olamazdım" diyerek tarihe geçeceklerdir.
Bizden söylemesi...