KURTULUŞ CEPHESİ - Eylül-Ekim 1996
Neo-Liberalizm mi?
Ne O Emperyalizm mi?
"Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır, sosyalizmin arifesidir."
Lenin'in 1916 yılında yazdığı "Emperyalizm" kitabında yer alan bu sözleri bilmeyen hemen hemen yok gibidir. Serbest rekabetçi kapitalizmin, tekelci kapitalizme, yani emperyalizme dönüşmesiyle birlikte başlayan yeni çağ, kapitalizmin sürekli ve genel bunalımları çağı, sosyalizmin ve sosyalist devrimlerin çağı olarak tanımlanmıştır.
20. yüzyılın başlarından günümüze kadar geçen sürede, emperyalizm, dünya çapında egemen bir güç olarak ortaya çıkmış ve evrilmiştir. Bu evrilme içersinde değişik ilişki ve çelişkiler ortaya çıkarmış, kendi içinde değişik evrelerden geçmiştir. Kapitalizmin sürekli ve genel bunalımlarının değişik evreleri olarak tanımlanan bu dönemler, emperyalizmin bunalım dönemleri olarak sözkonusu olmaktadır.
Genel olarak ifade edildiğinde, emperyalizmin, gerek iç çelişkilerinin, gerekse anti-emperyalist ve anti-kapitalist güçler karşısındaki konumunun boyutlarıyla kendi sömürüsünü değişik biçimlerde sürdürüşü sözkonusudur. İşte bu üç temel bileşen, emperyalizmin değişik bunalım dönemlerinin birbirinden farklılığının temellerini ortaya koyar.
Bir başka deyişle, emperyalist sömürünün sürdürülüş biçimi, alternatif ve potansiyel güçlerin durumu ve emperyalistler arası çelişkinin boyutları, farklı tarihsel koşullarda farklı biçimler almaktadır. Emperyalizmin I., II. ve III. bunalım dönemi olarak tanımlanan dönemler, işte bu farklı biçimlerin bir bütün olarak sistemin işleyişinde ortaya çıkardığı farklı dönemleri ifade etmektedir.
Emperyalizmin farklı dönemlerinin belirlenmesi, devrimci mücadelenin sürdürülüşü açısından özel bir öneme sahiptir. Bu, sadece emperyalizmin genel tahlili olarak değil, aynı zamanda, devrimci mücadelenin sürdürülüş yöntemleri, propaganda ve ajitasyonun yönelimleri açısından da önemlidir. Bu ikinci yönüyle, emperyalizmin bunalım dönemlerinin doğru bir tahlili, aynı zamanda, kitlelerin somut tarihsel koşullara bağlı olarak bilinçlendirilmeleri açısından somut bir nitelik kazanır.
Emperyalizmin bunalım dönemlerinin tahlilinin böylesine önemli niteliğe sahip olması, kaçınılmaz olarak, burjuva ideologlarının ekonomistleri aracılığıyla, bu tahlilleri değersizleştirme yönündeki faaliyetlerini yoğunlaştırmaktadır. Genellikle Marksizm-Leninizmin "mevcut tarihsel koşulları açıklamakta yetersiz kaldığı" temelinde sürdürülen bu karşı-propagandalar, 1980 dünya ekonomik buhranıyla birlikte yoğunlaştırılmıştır.
Emperyalist ülkelerin 1980 yılında içine girdikleri ekonomik buhran, Marksist-Leninistlerin öngördükleri gibi ortaya çıkmış ve gelişmiştir. II. yeniden paylaşım savaşı sonrasında ortaya çıkan gelişmeler, ekonomik buhranların gelişim evresinde bazı değişiklikler ortaya çıkarmıştır. Özellikle ekonomik buhran koşullarında enflasyonist politikaların gündeme getirilmesi, buhranın şiddetinin zamana yayılmasını getirmiş ve böylece klâsik dört aşamalı cycle, iki aşamalı bir çevrime dönüşmüştür. Bu dönüşümün temelinde, emperyalist devletlerin ekonomiye müdahele etmeleri ve aşırı-üretim buhranlarına karşı devlet siparişleriyle geçici önlemler almaları yatmaktadır.
İşte günümüzde tüm burjuva ekonomistlerinin yoğun bir propagandayla gündeme getirdikleri "özelleştirme" ve "devletin ekonomiye müdahelesinin engellenmesi" söylemleri, böylesine bir tarihsel zeminde ortaya çıkmıştır.
Burjuva ekonomistlerinin bugün "devletin ekonomiye müdahelesi" diye karşı çıktıkları uygulama, doğrudan kapitalizmin irsi hastalığı olan aşırı-üretim buhranlarının derinleşmesini engellemenin bir sonucu olmuştur.
Bilindiği gibi, kapitalist üretim süreci, anarşik niteliğinden dolayı, belirli dönemlerle aşırı-üretim buhranlarıyla yüz yüze kalır. Bunun nedeni, kâr oranı yüksek üretim alanlarında büyük bir sermaye yatırımının ortaya çıkması ve bunun sonucu talebin üstünde bir meta üretiminin söz konusu olmasıdır. Bu durum, kapitalist üretimin niteliğinden kaynaklandığı için, her zaman ortaya çıkan ve kapitalizm varolduğu sürece ortaya çıkacak olan bir durumdur.
Aşırı-üretim buhranı, talepten fazla üretilen metaların satılamaması sonucu ortaya çıkmaktadır. Yani kapitalist metalar için yeterli pazar sözkonusu değildir. Ancak kapitalistlerin kâr hırsı, pazardeki talepten daha çok üretim yapılmasını getirmektedir. Böylece, üretilmiş metalar satılamadığından depolarda kalmakta, kapitalistlerin stokları büyümektedir. Bu, kapitalistin meta-sermayesinin para- sermayesi haline dönüşmesi sürecinin kesilmesi olarak, mali alanda etkisini göstermektedir. Kapitalist, gerek öz sermayesini meta- sermaye olarak kalması sonucu üretimini sürdüremez hale gelmekte, gerekse mali kuruluşlardan alınan krediler ödenememektedir. Kapitalist, bu durumda, tekil olarak, kendi öz sermayesini artırma yönüne giderken, yeni kredi olanakları temin etmekle uğraşır. Burjuva ekonomistlerinin bu koşullarda kapitalistlere önerdikleri, ellerindeki gayri-menkulleri satarak, yani ev, işyeri vb. mülklerini satarak para-sermaye haline getirmeleridir. Kapitalist, depolarındaki stoklara rağmen üretimini sürdürebilmek için, bu yolu izleyerek, buhranın etkisini bireysel olarak atlatmaya çalışır.
Ancak öz sermayenin artırılması, buhranın genel nitelik aldığı koşullarda, ancak birkaç ay ya da birkaç üretim zamanı ile sınırlı sonuçlar ortaya çıkarabilmektedir. Asıl sorun, metalar için pazar bulunmasıdır.
İşte emperyalist devletlerin ekonomiye müdahele ettikleri dönem, ekonomik buhranın bu evresine denk düşmektedir.
Genellikle tüketim malları sektöründe başlayan ekonomik buhran, asıl içeriğini üretim malları sektörüne yansıdığında ortaya koymaktadır. Bu nedenle, devletin ekonomiye müdahele ettiği sektör, üretim malları üretin sektör olmaktadır.
Devlet müdahelesi, doğrudan doğruya bir talep yaratıcı olarak devletin ortaya çıkmasıyla olmaktadır. Yani devlet, kapitalistlere belli mallar sipariş etmekte ve bunları devlet bütçesinden satın alarak, onların meta-sermayelerini para-sermayeye dönüşmesini sağlamaktadır. Bu alanda talep sağlayıcı olarak devlet, kendi adına, yani devlet bütçesinden çeşitli yatırımlar için ya da doğrudan devlet personelinin tüketimleri için satın alıcı olarak ortaya çıkar. Örneğin, "kamu hizmeti" olarak yeni yolların yapımı, böyle dönemlerde kimya sektöründen inşaat sektörüne kadar bir dizi alandaki üretim için talep yaratıcı niteliktedir. Aynı şekilde, gerek kapitalistlere daha ucuz girdi sağlamak amacıyla, gerekse "kamu yararına" elektrik santrallerinin yapılması, hem maliyetleri düşürdüğünden, hem de bu santrallerin inşasıyla yeni meta talebi yarattığından devlet tarafından planlanır ve yürütülür.
Ancak emperyalizmin II. yeniden paylaşım savaşından sonra içine girdiği III. bunalım döneminde, özellikle Amerikan emperyalizmi ekonomisini askerileştirmiştir. Böylece salt askeri mallar üreten sektörde sürekli bir talep ortaya çıkartılmıştır.
Ekonominin askerileştirilmesi, aşırı-üretim buhranlarının şiddetini, geçmişe göre azaltmış ve buhranın şiddetini zamana yaymayı olanaklı kılmıştır. Koşullara bağlı olarak askeri mal siparişleri düzenlenerek, ekonominin buhrana girmesi önlenmeye çalışılmıştır.
Diğer taraftan yeni-sömürgecilik yöntemleriyle geri-bıraktırılmış ülkelerin emperyalist metalar için yeni pazarlar haline getirilmesi, emperyalist tekellerin kar oranlarının yükselmesinde önemli bir etken olmuştur.
1980 dünya ekonomik buhranına kadar bu uygulamalar, emperyalist ekonomilerin önemli bir buhranla yıkıma uğramalarını önlemiştir. Ancak 1980'lere gelinirken yeni-sömürgecilik yöntemlerinde önemli bir bunalım ortaya çıkmıştır. Özellikle geri-bıraktırılmış ülkelere verilmiş olan krediler (dış borçlar) ödenemez hale gelmiştir. O güne kadar devletin ekonomiye müdahelesinin bir ürünü olarak ortaya çıkan borçlar, ödenemediği koşullarda emperyalist ülkelerde büyük bir mali bunalım yaratmıştır.
Bu durumda, Amerikan emperyalizminin askerileşmiş ekonomisinin getirmiş olduğu bütçe açıkları, kabul edilebilir oran olan % 10 enflasyon sınırlarının aşılmasına neden olmuştur. Böylece buhran-enflasyon ikileminde son noktaya ulaşılmıştır. Artık enflasyonist politikalar buhranın gelişimini engelleyememektedir.
Böylece 1980 ekonomik buhranı, eski tarzda devletin özellikle üretim malları sektörüne yeni talep yaratarak atlatılması olanaksız hale gelmiştir. Ancak bu olgunun yanında, emperyalist tekellerin kar oranlarının sürekli düşmesi, aynı zamanda birikmiş sermayenin önemli ölçüde atıl kalmasını getirmiştir. Eski dönemlerde, sermayenin önemli bir kesimi değersizleştirilerek buhran atlatılırken, bu kez sermaye için yeni yatırım olanakları gündeme getirilmiştir. İşte bu yeni yatırım olanakları, küçük ve orta sermaye için yeni teknolojileri üretime uygulamak şeklinde ortaya çıkarken, tekeller açısından devletin elinde bulundurduğu üretim alanları olarak belirlenmiştir. Adına "özelleştirme" denilen uygulama, bir yandan devletin bütçe giderlerini azaltarak enflasyonu frenlemeyi hedeflerken, diğer yandan tekeller için sermayenin atıl kalmasını ortadan kaldıran ve belli oranda kâr sağlayan yeni yatırım olanaklarının ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Burjuva ekonomistlerinin tüm propagandalarında sürekli olarak işledikleri "özelleştirme", kamuoyuna sunulduğu gibi, ne liberal ekonominin bir ifadesidir, ne de "serbest pazar ekonomisi"nin oluşturulmasıdır. Doğrudan devletin ekonomiye müdahele etmesinin, yani kapitalist tekeller için yeni pazar ve talep yaratmasının yeni biçimi "özelleştirme" olmaktadır.
Ekonomik buhranın, metaların aşırı üretimi yanında, sermayenin aşırı-üretimi sonucu ortaya çıkması karşısında "özelleştirme" gündeme getirilmiştir. Böylece, sermayenin yeni biriken kısmının, eski kısmı üzerindeki etkisi azaltılmak istenmiştir. Ya eski sermayenin bir kesimi, ya da yeni sermayenin kendisi, her koşul altında kullanılmadan kalmak zorunda kalması, yani kendine özgü sermaye niteliğine son vermesi, kar oranlarının düştüğü koşullarda kaçınılmazdır. Bu kesimler için sağlanabilecek az çok kabul edilebilir bir orandaki kâr, her koşulda sermayenin kendi işlevini sürdürmesini olanaklı kılacaktır. İşte 1980 dünya ekonomik buhranı koşullarında emperyalist devletlerin ekonomiye müdahelesi bu temelde olmuştur.
Emperyalist devletlerin ekonomiye diğer müdahele yöntemi, her zaman olduğu gibi, askeri mallar üretimine yeni talep sağlamak şeklinde olmuştur. Özellikle Avrupa'ya orta menzilli nükleer füzelerin yerleştirilmesi, Amerikan emperyalizminin kendi ekonomisi için yeni bir talep yaratmasını sağlamıştır. Her ne kadar buna Avrupa'nın emperyalist ülkeleri gönüllü olarak katılmamışlarsa da, ABD, SSCB'yi gündeme getirerek bunu kabul ettirmiştir.
Görüldüğü gibi, 1980 dünya ekonomik buhranı koşullarında, emperyalist devletlerin ekonomiye müdahelesi, her dönemkinden çok daha fazla olmuştur. Ancak burjuva ekonomistlerinin ideolojik saptırmalarıyla, konu devletin ekonomiden el çekmesi gerektiği şeklinde kamuoyuna sunulmuştur. Bu sunuş, kitlelerin devlete ödedikleri vergilerle oluşturulmuş olan devlet kuruluşlarının tekelci sermayeye devredilmesi karşısında ortaya çıkacak tepkiyi pasifize etmeyi hedeflediği açıktır.
1980 ekonomik buhranıyla birlikte başlayan ve tüm 80'li yıllar boyunca sürdürülen burjuva propagandalar, giderek kitlelerde devletin ekonomiye müdahele etmekten kurtarıldığı takdirde, ekonomik koşullarında önemli bir iyileşme olacağı düşüncesini doğurmuştur. Ancak bu propagandanın en önemli sonucu dünya solunda ortaya çıkmıştır.
Başta sosyal-demokrat partiler olmak üzeri, bireysel sol aydınlar, burjuvazinin bu yeni ideolojik saldırısı karşısında çaresiz kalmışlardır. Sovyetler Birliği'nde Gorbaçov revizyonizminin bu yeni koşulları doğru bir biçimde tahlil edebilmesi de söz konusu olamadığından, kaçınılmaz olarak neo-liberal söylemi kabul etmişlerdir. Artık her türlü devletciliğin olumsuz olarak benimsendiği bir ortam doğmuş ve böylece emperyalist tekeller önemli bir tepkiyle karşılaşmaksızın sermayelerini yeniden değerlendirmişlerdir.
Bütün bunların soldaki genel yansısı ise, emperyalist sömürünün "globalizm" ya da "karşılıklı bağımlılık" söylemleriyle kabul edilir olmasıdır. Böylece de, anti-emperyalist mücadele, önce ideolojik planda, sonra pratik eylemde terk edilmiştir. Artık dünya çapında emperyalizm ve emperyalist sömürü üzerine ne bilimsel değerlendirme yapan, ne de bu yöndeki tahlileri geliştiren bir sol ortaya çıkmıştır.
Oysa ki, emperyalizm, tekelci kapitalizm olarak, tüm ilişki ve çelişkileri ile varlığını sürdürmektedir. Ne emperyalist devletlerin ekonomiye müdahelesi ortadan kalkmış, ne de Amerikan emperyalizminin ekonomisini askerileştirmesi sona ermiştir. Meydana gelen tüm gelişmeler, emperyalizmin varlığını sürdürdüğünü ortaya koymasına rağmen, sol ekonomistlerin (ki büyük oranda Amerikan emperyalizminin "demokrasi projesi"yle satın alınmışlardır) olguları yok sayan tutumları günümüze kadar sürmüştür.
Bugün açık bir biçimde görüldüğü gibi, emperyalist ekonomistlerin tüm propagandalarına rağmen, ekonomiye devletin müdahelesi olanca hızı ile sürmektedir. Ancak yapılan tüm propagandalar sonucunda, devletin sosyal alandaki hizmetleri ve buna yönelik harcamaları, sürekli olarak ve sistemli bir biçimde azaltılmaktadır. Bir kez, devletin ekonomiye müdahelesi reddedildimiydi, kaçınılmaz olarak, sosyal hizmetler alanındaki müdahelelerinin ortadan kaldırılması için de uygun bir ortam yaratılmış olmaktadır. Birbiri ardına sağlık hizmetlerinden eğitim hizmetlerine kadar bir dizi sosyal hizmetin "özelleştirilmesi", herkesin bedelini ödediği gibi, bu hizmetlerin paralı hale gelmesini getirmiştir. Sermayenin kar oranlarının düşmesine karşı yeni yatırım alanları sağlaması, böylece somutlaşmıştır. Sweezy'nin sermayenin marjinal yatırım alanları olarak tanımladığı bu durum, günümüzde önemli bir yere sahiptir.
İdeolojik saptırmaların hedef aldığı diğer bir olgu da, Amerikan ekonomisinin askerileştirilmesine ilişkindir. Özellikle Gorbaçov döneminde SBKP tarafından da desteklenen bu saptırmalar, dünya çapında emperyalizmin saldırgan niteliğinin ortadan kalkacağı yönündeki propagandayla birlikte sürdürülmüştür. Ancak Körfez Savaşında da görüldüğü gibi, emperyalizmin saldırgan niteliği hiç bir biçimde değişmemiştir.
Son üç-dört yıldan beri emperyalist ülkelerde gelişmeye başlayan yeni ekonomik buhran dalgası, 80'li yıllar boyunca yapılmış propagandaların ne denli saptırıcı olduğunu daha da açık hale getirmiştir.
1990 başlarında İngiltere ve Fransa'da başlayan ekonomik durgunluğun, son yılda Almanya'ya yansıması, giderek yeni bir dünya buhranı beklentisi ortaya çıkarmıştır. Böyle bir buhranın ortaya çıkabilmesi için, Amerikan ekonomisinin durgunluğa girmesi yeterli olacaktır. İşte bu andan itibaren, yeniden devletin ekonomiye müdahelesi yoğunlaşmıştır.
Son günlerde basında yer alan kimi haberler, bu müdahelenin boyutlarının, geçmiş dönemden çok daha fazla olacağını göstermektedir. Pentagon'un "yüzyılın en son büyük projesi" olarak sunulan yeni bir askeri sipariş bu konuda belirleyici görünmektedir.
İnternational Herald Tribune'nin verdiği habere göre, Amerikan Savunma Bakanlığı (Pentagon), ABD savaş uçaklarının yenilenmesi için yeni bir proje yapmıştır. Buna göre, eskimiş B-52 bombarduman uçaklarının yerine yenilerinin üretilmesi, F/A-18 ve F-22 savaş uçaklarının seri üretimi planlanmıştır. Bu proje, 300 milyar dolar değerinde olup, 10 yıllık bir süreyi kapsayacaktır. Bunun anlamı, Amerikan ekonomisine on yıl süreyle yeni bir talep yaratılacağıdır.
Ancak Amerikan ekonomisinin yeni kaynakları bunlarla sınırlı değildir. Yine bu yıl Japonya yeni silah satın alınması için 46 milyar dolarlık bir bütçe yapmıştır. Hemen hemen tümüyle Amerika'dan alınacak bu silahlar, Amerikan ekonomisinin durgunluğa girmesini önlemek için yapılmış müdahelelerden birisidir. (Burada Japonya'nın böylesine büyük bir silah siparişi için kamuoyuna sunduğu gerekçe, Doğu Çin Denizindeki Diaoyu adaları konusunda Çin ile olan gerginliktir. Bu da, devlet müdahelesinin nasıl gizlenilmeye çalışıldığının bir örneği durumundadır.)
İşte, salt bu yıl içinde açıklanan bu iki büyük askeri mal siparişi, emperyalizmin değişmediğini, tüm ilişki ve çelişkileri ile gündemde olduğunu açık biçimde göstermektedir.
Şimdi, bu olgular karşısında kendisini "solcu" olarak sunan "serbest pazar ekonomisi"savunucusu ekonomistlere sormak gerekmektedir:
Ne o emperyalizm mi? Günaydın!