Emperyalizm, ”globalizm” sözcüğünün dünya çapında yaygınlaştırılmasına paralel olarak daha az kullanılmaya başlanılan ve kullanan kişilerin ”çağdışı” olmakla suçlandıkları sözcük olmuştur. Bunun doğal uzantısı ise, ”globalleşen dünya”da, artık emperyalist sömürü, emperyalizme bağımlılık gibi kavramların önemini yitirdiği, tüm dünya ekonomilerinin ”karşılıklı bağımlılık” ilişkisi içinde oldukları söylemi olmaktadır.
Bu söylemin en temel ”argümanı”, emperyalist olarak adlandırılan ülkelerin de, günümüzde ”emperyalizme bağımlı” ülkelere ”bağımlı” hale geldikleri ve bu ülkeler olmaksızın varlıklarını sürdüremeyecekleri olmuştur. Ancak iki yıl önce patlak veren ”Asya Krizi”yle birlikte ”globalizm” yandaşlarının bu temel ”argümanı” büyük bir darbe almış ve bazı ”ulus-devlet” yönetimlerinde (emperyalizmin yerli işbirlikçilerinin yönetimi) ”globalleşmeden uzak durma” düşüncesi ve eğilimi ortaya çıkmıştır.
Bunun üzerine ”globalizm” yandaşları yeni bir kılıf peşine düşmüşler ve ”global dünyadan kopuş”un ”ulus-devlet”e nelere malolacağının propagandasını yapmaya başlamışlardır. Ülkemiz somutunda Asaf Savaş Akat, Osman Ulagay gibi ”globalist ekonomistler”in son aylarda sürekli işledikleri bu konu, ”globalizm”in ”gerçekçi bir alternatifi olmadığı”ndan yola çıkarak, ”varolan tek alternatifin eskiye dönmek” olduğu önyargısı üzerine oturtulmuştur. Bunlara göre, ”globalizm”, ”özelleştirme”, ”serbest ticaret”, ”gümrüklerin kaldırılması” demektir ve bu yönüyle tüm ”ulusal” sınırların kaldırılması ve ”ulus-devlet”in işlevlerini yitirmesi ve küçülmesi anlamına gelmektedir. Kim ki, ”globalizme” karşı çıkarsa, ”özelleştirmeye ve serbest ticarete” karşı çıkmak durumundadır ve bu karşı çıkışlarıyla ”devletçiliği ve himayeciliği” savunmak zorundadırlar. Ve ”hepimizin de bildiği gibi”, ”devletçilik” ve ”himayecilik” ”çok kötü birşeydir”!
Bu ”globalizm” yandaşları arasında ”açık sözlü ve gerçekçi olanlar” da vardır. Onlara göre, ”globalizm”, bizatihi emperyalizmdir ve bunu ”gizlemeye hiç gerek yoktur”! Ama emperyalizm, eski ”bildik” emperyalizm olmaktan çıkmıştır, dolayısıyla ”emperyalist globalizm” yararlıdır ve insanlara yeni ”seçenekler” sunmaktadır. Ve tıpkı diğerleri gibi, bunlar için de ”globalizmin alternatifi yoktur”!
Onlar için ”globalleşme”, kapalı ekonomileri yıkmaktadır. ”Kapalı ekonomiler” ise, az üretilip az tüketilen, halkın sınırlı bir yaşam standartına sahip oldukları ”geri” ekonomilerdir. Bu ekonomiler, ”globalleşme” ile birlikte dünyanın her yanına yayılan McDonald'ın hamburgerini hiç görmeden, bilmeden ve yiyeyemeden ölen insanların ülkesine özgüdür; onlar tüm yaşamları boyunca ”patates, köfte yemekten” öteye gitmemişlerdir. ”Ekonomiden sorumlu” Devlet Bakanı Recep Önal'ın deyişiyle, ”bir ülkenin gelişme seviyesi, Suşi yiyenlerin sayısıyla ölçülür”!
Bu ”globalizm” propagandasında kullanılan tüm sözcükler ve kavramlar ”özelleştirme”, ”serbest ticaret”, ”gümrüklerin kaldırılması”, ”kapalı ekonomi”, ”karşılıklı bağımlılık” gibi birkaç sihirli kavramın üzerinde yükselmektedir. Pekçok kavramda olduğu gibi, bu kavramların da içleri boşaltılmış ve emperyalizm sözcüğünün ”out” olmasıyla birleştirilerek büyük ”ekonomistler” ortalıkta dolaşır olmuştur. Serdar Turgut'un ”televoleci ekonomistler” olarak ”tiye” aldığı bu ”globalizm” propagandistlerine bakıldığında, ”globalleşme”yle birlikte ”herşey değişmiştir”, dolayısıyla ”yeni şeyler söylemek” gerekmektedir.
İşte bu propaganda ortamında, emperyalizmin ne olduğu konusunda hiçbir bilgiye ve düşünceye sahip olmayan birilerine emperyalizmden, emperyalist sömürüden, emperyalizmin bunalımlarından söz etmek ”eski şeyleri söylüyorlar” kanısı uyandırmaktan başka bir sonuç vermemektedir. Böylesine bir ortamda 100 yıllık emperyalizm olgusunu ”başka sözcüklerle” anlatabilmek olanaksız olduğundan, insanlara nasıl aldatıldıklarını, yanıltıldıklarını anlatmak da olanaksız görünmektedir. Bu olanaksızlık içinde yapılabilen tek şey, bu insanların ”başlarına büyük bir felaket gelmesiyle akıllarının başlarına gelmesini beklemek” olmaktadır. Bu ortamda bir kez daha emperyalizmi ve emperyalist sömürü mekanizmasını ”eski sözcüklerle” yeniden ve yeniden ortaya koymak kaçınılmazdır.
Emperyalizm, en bilinen ve en ”eski sözcüklerle” şöyle tanımlanır: Tekellerin ve mali-sermayenin egemenliğini kurduğu; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tekeller arasında paylaşıldığı ve dünyadaki bütün toprakların, ülkelerin en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.
Bu tanımlamayı yapan Lenin emperyalizmin bu özelliklerini şöyle açımlar:
1° Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekeller ortaya çıkmıştır;
2° Banka sermayesi ile sanayi sermayesi bütünleşmiş ve bu ”mali sermaye” temeli üstünde bir mali oligarşi kurulmuştur;
3° Sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır;
4° Dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur;
5° En büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır.
İşte bu olgularla belirlenen emperyalizm, tekelci kapitalizm olarak da tanımlanır ve dünya çapında bir avuç banka sermayesi ile sanayi sermayesinin bütünleşmesiyle ortaya çıkan mali sermaye tarafından ”mali sermaye imparatorluğu kurulması” olarak somutlaşır. Burada ifadesini bulan ”dünya çapında” sözcükleri, günümüzde ”global” sözcüğü ile ifade edilmektedir.
Şüphesiz burada ortaya çıkan en temel soru, ”dünya çapında mali sermaye imparatoluğunun kurulmasının anlamı nedir?” olmaktadır.
”Globalist ekonomistler”in sözcükleriyle ifade edersek, ”dünya çapında mali sermaye imparatorluğu kurulursa ne olacak yani”! Hem, sermaye ihracıyla ”ülkemize çok miktarda yabancı sermaye gelmiş olmayacak mı?” Böylece ”daha fazla yatırım ortaya çıkacak, bu sayede insanlarımız iş bulacak ve daha fazla şeyler alabileceklerdir”!
Ortaya çıkan temel soruyu ve bunun ”globalist ekonomistler”in söylemindeki çarpıklığı ortaya koymadan önce şu kesinkes ortaya konulmuş olmalıdır: Burada ortaya çıkan soru, günümüzde ortaya çıkan bir soru değildir. Bu sorunun tarihi, emperyalizmin ortaya çıkışına dayanır, yani yüzyıllık bir geçmişe sahiptir. Bu nedenle, bugün ”olsa ne olacak yani” gibisinden demagojik söylem, ”bugüne kadar ne olduğu”nun ortaya konulmasını gerektirir. Eğer, bugüne kadar, dünya çapında mali sermayenin egemenliği, insanlara ve insanlığa ”olumlu” katkılarda bulunmuş ve ”olumlu” sonuçlar ortaya çıkarmışsa, elbette söylenebilecek fazlaca bir şey yoktur ve herkesin ”globalleşme yandaşı” olması gerekir. Ama 20. yüzyılın tarihi mali sermayenin egemenliğinin sonuçlarının tam tersi olduğunu ortaya koymuştur.
Öncelikle ”mali sermaye egemenliği”nin ne olduğu bilinmek zorundadır.
Yukarda da ortaya koyduğumuz gibi, ”mali sermaye” (finans-kapital), banka sermayesi ile sanayi sermayesinin bütünleşmesiyle ortaya çıkmıştır. Emperyalist aşamadan önceki kapitalist dönemde (ki buna ”serbest rekabetçi kapitalizm” denilmektedir), banka sermayesi, faiz getiren sermaye olarak sanayi sermayesinin yanında yer alır. Sanayici kapitalist, faiz karşılığında banka sermayesinden (finans kuruluşları) kredi alarak üretimini sürdürür ya da genişletir. Bu işlemlerde bankalar, salt parasal işlemler yapan aracı kuruluşlar durumundadır. Bu yönüyle, feodal dönemin tefeci sermayesinin kapitalizm koşullarındaki devamı gibidirler.
Lenin bankaların bu dönemde ekonomideki yerini ve rolünü şöyle ifade etmektedir: ”Bankaların ilk ve temel görevi, ödemelerde aracılık hizmeti görmektir. Bu yolla, etkin olmayan para sermayeyi etkin sermayeye, yani kâr sağlayan sermayeye dönüştürürler; her çeşit para gelirlerini toplayarak, bunları, kapitalist sınıfın emrine verirler.” [1*] Bir başka deyişle, banka sermayesi, bankalara şu ya da bu nedenle yatırılan paraları (mevduatlar) toplayan ve bunları belli bir faiz karşılığında sanayici kapitaliste veren aracı kuruluşlardır. Böylece banka sermayesi, yerine getirdiği bu işleve karşılık olarak aldığı faizlerle kazanç sağlar. Bu nedenden dolayı, bankalar kazançlarını artırmak için daha fazla mevduat toplamak ve daha yüksek faiz oranlarıyla kredi vermek durumundadırlar. Bir bankanın ”kredi verme gücü”, onun toplamış olduğu mevduat tarafından belirlenir. Büyük mevduatlar toplayan bankalar, sanayici kapitaliste daha büyük miktarlarda kredi vererek, daha fazla faiz geliri elde ederler.
Zaman içinde sanayinin gelişmesi (kapitalizmin gelişmesi), sanayici kapitalistlerin daha fazla kredi talebini ortaya çıkarmıştır. Kredi talebindeki miktar ve hacim olarak meydana gelen artış, bankalar arasında mevduat toplama yarışını hızlandırmıştır. Bu dönemde, hemen tüm bankalar ”küçük tasarruf sahipleri”nin paralarını kendilerine çekebilmek için kıyasıya bir rekabete girişirler. ”Küçük mevduat hesapları”na ödenen yıllık faizleri yükseltmekten, mevduat sahiplerine ”hediye” vermeye kadar (ki bunun günümüzdeki karşılığı ”promosyon”dur) her araç bu rekabet koşullarında öne geçmektedir.
Bankaların mevduat hesaplarına ödedikleri faiz oranlarındaki her yükseliş, kaçınılmaz olarak sanayici kapitalistin kredi faizlerinin yükselişini beraberinde getirmektedir. Böylece sanayici kapitalist, işçi sınıfından elde etmiş olduğu artı-değerin artan bölümünü yükselen kredi faizi olarak banka sermayesine aktarmak zorunda kalmaktadır. Kredi faizlerinin yükselmesi, kapitalist ekonominin buhrana girdiği dönemlerde, öncelikle küçük sanayicilerin ”ödeme güçlüğü” içine girmelerine neden olmaktadır. Ve böylece, banka sermayesi ile sanayi sermayesi arasındaki basit ilişki, kapitalist ekonominin kendi gelişim seyriyle, kapitalist ekonominin çevrimiyle doğrudan bağlantı içine girer. Bir kez daha kapitalist üretim ilişkilerinin kendi yasaları gündemin ilk sırasına yükselir.
Kapitalist üretim ilişkisinin en temel özelliklerinden birisi, üretimdeki anarşidir. Bu anarşinin temelinde sermayenin sürekli genişleme ve kâr oranını sürekli artırma eğilimi yatar. Bir başka deyişle, kapitalizm koşullarında, sermaye, sürekli olarak kendini genişletmek ve büyütmek için kâr oranını sürekli yükseltmek durumundadır. Bu da, sermayenin sürekli olarak yüksek kâr oranına sahip üretim sektörlerine yönelmesine neden olur. Bu yönelim, kâr oranı dışında hiçbir etmen tarafından sınırlandırılamaz ve engellenemez. Böylece, bir dönem için kâr oranı yüksek olan üretim sektörlerine büyük bir sermaye yatırımı ortaya çıkar. Bu yatırımın sonucunda, bu sektörde üretim artar. Bu üretim artışı, talep tarafından emilemediği bir düzeye ulaştığında ise, aşırı-üretim ortaya çıkar ve bunun sonucu ise aşırı-üretim buhranıdır. Kapitalist ekonominin devrevi (çevrimsel) hareketinin bu evresinde, sanayici kapitalistler ürünlerini satamazlar ve zorunlu olarak bankalara olan kredi borçlarını ve faizlerini ödeyemez hale gelirler. Bunun kaçınılmaz sonucu, sanayici kapitalistin iflas etmesi ve tüm mallarını, haciz yoluyla, kredi aldığı bankaya devretmesi olmaktadır.
Lenin, bu durumu şöyle özetler: ”Bankalar geliştikçe ve az sayıda kurumlar halinde yoğunlaştıkça, mütevazi aracılar olmaktan çıkıp, belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin hammadde kaynaklarının ve üretim araçlarının çoğunu, kapitalistlerin ve küçük patronların para sermayelerinin hemen hemen bütününü emirlerinde bulunduran muazzam tekeller haline gelirler.” [2*] Ancak, ”bankalar, küçük işletmeleri sadece yutmakla kalmazlar; onların sermayelerine 'katılarak', hisse senetlerini satın alarak ya da değiştirerek, kredi sisteminden yararlanarak, onları kendilerine 'bağlarlar', teknik deyimiyle söylersek 'kendi konsorsiyumları'na sokarlar, yedeklerine alırlar.” [3*] Bankaların ”iştirakleri”nin sayısı giderek artar. Anadolu tüccarlarının çok iyi bildikleri gibi, hangi kentte banka sayısı artarsa, orada iflaslar çoğalır.
Ve bu andan itibaren, bankalar, yani banka sermayesi, doğrudan sanayi sermayesinin yöneticisi durumuna geçer.
Birden çok üretim alanında ”iştirak sahibi” haline gelen ve giderek birden çok ülkede ”iştirakler” kazanan banka sermayesinin artan yoğunlaşması ve merkezileşmesi, bütün kapitalist toplumun sanayi ve ticari işlemlerini kendi istemlerine bağlı hale getirir. Lenin'in deyişiyle, banka sermayesi, bu andan itibaren, kapitalist toplumun ”kaderini tam anlamıyla elinde tutar”.
Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin bu bütünleşmesiyle ortaya çıkan mali sermayenin diğer büyük kâr kaynağını Lenin şöyle ortaya koymaktadır: ”Büyük gelişme halindeki kentlerin çevresinde bulunan topraklar üzerine yapılan spekülasyonlar da mali sermaye için son derece kazançlı bir işlem olmaktadır. Bankalar tekeli, burada, toprak rantı ve ulaştırma yolları tekelleri ile kaynaşır; çünkü fiyatların yükseldiği ve toprağın büyük kârlarla satılması olanağı vb. özellikle kentin merkeziyle rahat ve kolay ulaştırma düzenine bağlıdır; bu ulaştırma bağlantısı da, holding sistemi ve müdürler arasındaki mevki paylaşılması yoluyla sözkonusu bankalara bağlı şirketlerin elindedir.” [4*] (abç) Emperyalizmin en temel özelliklerinden birisi olan sermaye ihracı, banka sermayesindeki yoğunlaşma ve merkezileşmenin büyük boyutlara ulaştığı bir evrede, para sermayenin uluslararasılaşması olarak ortaya çıkmıştır. Burjuva ekonomistlerinin ”yabancı sermaye” adını verdikleri bu sermaye ihracı, kendi ülkesinde tüm sanayi ve ticari işlemleri kendi istemlerine bağımlı hale getirmiş olan banka sermayesinin (ki büyük ”iştirakleri”yle sanayi sermayesiyle bütünleşerek mali-sermaye haline gelmiştir) dünyanın diğer yerlerindeki sanayi ve ticari işlemleri de kendi istemlerine bağımlı hale getirir. İşte bu aşamadan sonradır ki, ”ulus-devlet” sınırları içinde süregiden kapitalist sömürü, ”ulus-devlet” sınırlarını aşarak uluslararasılaşır. Artık dünyanın dört bucağında faaliyet yürüten mali-sermaye ve bu sermayenin istemlerine, çıkarlarına bağımlı sanayi ve ticari faaliyet gündemdedir. Emperyalizm, bu durumun ve faaliyetin bütünsel ifadesidir. ”Serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırdedici niteliği meta ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü bugünkü kapitalizmin ayırdedici niteliği ise, sermaye ihracıdır.
Kapitalizm, emek-gücünün kendisinin meta haline geldiği, gelişmesinin en yüksek aşamasındaki meta üretimidir. Ulusal ve özellikle uluslararası değişimlerin artması, kapitalizmin belirgin çizgilerinden biridir. İşletmelerin, sanayilerin ve farklı ülkelerin, eşit olmayan ve kesintili gelişmeler içinde oluşu, kapitalist rejimde, kaçınılmazdır. İlk kapitalist ülke olan İngiltere, 19. yüzyılın ortalarına doğru serbest ticareti kabul ederek, 'bütün dünyanın atölyesi' olmak, bütün ülkelere, aldığı hammadde karşılığında mamul eşya vermek iddiasındaydı. Ancak İngiltere, 19. yüzyılın son çeyreğinde, bu tekel durumunu yitirmeye başlamıştır; çünkü kendilerini 'koruyucu' gümrük tarifeleriyle savunan diğer ülkeler de gelişerek, bağımsız kapitalist ülkeler haline gelmiştir. 19. yüzyılın eşiğinde ayrı bir tekel türünün kurulduğu görülüyor: ilkin, bütün gelişmiş kapitalist ülkelerde tekelci kapitalist birleşmeler; sonra, sermaye birikimi dev ölçülere ulaşmış çok zengin bazı ülkelerin kurduğu tekel durumu. Böylece ilerlemiş ülkelerde muazzam bir 'sermaye fazlası' meydana gelmiş bulunuyor.” [5*] Günümüzde Lenin'in ortaya koyduğu bu gelişme ve bunun sonucu olarak ”zengin ülkelerde” ortaya çıkan sermaye fazlası olağanüstü boyutlara ulaşmıştır. Ve tüm ”globalizm” propagandasının ardında yatan gerçek de bu olağanüstü boyutlara ulaşmış olan sermaye fazlasının yüksek kâr sağlayacak alanlara ihtiyaç duymasıdır. ”Kapitalizm, kapitalizm olarak kaldıkça, sermaye fazlası, belli bir ülkede yığınların yaşam düzeyini yükseltmeye değil -çünkü bu durumda kapitalistlerin kazançlarında bir azalma sözkonusudur-, dış ülkelere, geri kalmış ülkelere sermaye ihracı yoluyla, bu kârları artırmaya yönelir.” [6*] İşte emperyalist sömürüyü gizlemeyi hedefleyen tüm ”globalleşme” propagandasının odak noktası burada bulunmaktadır. Bütün sorun, emperyalist ülkelerin ”sermaye fazlası”nın geri-bıraktırılmış ülkelere ihraç edilmesiyle (yatırım), bu ülkelerin gelişip-gelişmediğidir. Bir başka deyişle, ”globalizm”in demagojisi, emperyalist sermaye ihracının bir sömürü ilişkisioluşturmayıp, yani bu ülkelerin geri kalmalarının nedeni olmayıp, ihraç edilen ülkelerin ”kalkınmasına” katkıda bulundukları iddiasıdır.
Mali-sermayenin dünya çapındaki egemenliğinin ana unsuru, hammadde kaynaklarına elkonulmasıdır. Sermaye ihracının temel hedefi olan dünya çapındaki (”global ölçekte”) hammadde kaynaklarının denetime alınması, doğrudan kapitalist üretimin niteliğiyle bağlantılıdır.
Kapitalist üretimin temel amacı, artı-değer üretimidir. Bir başka boyuttan ifade edersek, kâr için üretimdir. Dolayısıyla sermayenin çıkış ve varış noktası kârdır. Kâr ise, sıradan sözcüklerle ifade edersek, üretim maliyetleri ile üretim gelirleri arasındaki fazlalıktır. Kapitalist açısından asıl olan kâr miktarı değil, kâr oranıdır. Bu da, yatırılan sermayenin elde edilen kâr miktarına bölünmesiyle belirlenir. Kapitalist kâr, ister miktar olarak, ister oran olarak alınsın, her iki durumda da üretim maliyeti ile belirlenen bir ağırlığa sahiptir. Kapitalist ekonomistlerin diliyle ifade edersek, üretim maliyeti, üretim sürecinde tüketilen sermaye miktarına eşittir ve fabrikanın inşa giderlerinden alınan makinelerin fiyatına, işçilere ödenen ücretten hammaddeye ödenen paraya kadar bir dizi unsurdan oluşur. Bu unsurlar içinde işçi ücretleri ile hammadde fiyatları üretim maliyetini birincil dereceden belirleyen unsurlardır ve her ikisininde düşük olması, üretim maliyetini azalttığı gibi, kâr oranını da yükseltir. Bu nedenle, her zaman kapitalist açısından, işçi ücretleri ile hammadde fiyatlarının düşük tutulması ya da düşük olması, kendi sermayesinin büyümesi açısından birincil koşuldur. İşte emperyalist ülkelerdeki sermaye fazlası, bu amaçla ihraç edilir.
İşçi ücretlerinin düşük ve hammadde fiyatlarının ucuz olmasını amaçlayan bir sermaye için, gerek işçilerin yaşam düzeyleri, gerekse hammadde sahibi ülkenin zenginliği hiçbir değere sahip değildir. Bütün amaç, sermayenin kârını ve kâr oranını olabildiğince yükseltmek olduğundan, bu ”değersizlik”, sermaye sahibinin kişisel ”arzusu” ya da ”amacı” olarak öznel değil, nesneldir. Ortaya çıkan sömürü, işte bu kapitalizmin nesnel yasasının bir sonucudur.
Kapitalizmin insan iradesinden, bilincinden bağımsız olan bu nesnel yasasına rağmen, bazı emperyalizmin (ya da günümüzde ”globalizmin”) küçük-burjuva eleştirmenleri, ”kapitalizm, bugün her yerde sanayiye göre çok geri kalmış olan tarımı geliştirebilseydi; baş döndürücü teknik ilerlemeye karşın, her yerde aç ve yokluk içinde bulunan halk kitlelerinin yaşam düzeyini yükseltebilseydi, bir sermaye fazlası sorunu olmayacaktı” diyebilmişlerdir. [7*] Marks'ın Kapital'de tüm yönleriyle ve boyutlarıyla ortaya koyduğu kapitalist üretim sürecinin nesnel yasaları varolduğu sürece, bu küçük-burjuva eleştiriler ”iyiniyetten” öte bir değere sahip değildir.
Kapitalizmin nesnel yasaları Kapital başta olmak üzere bir dizi Marksist-Leninist yapıtta ortaya konulmuş olduğu için, burada ülkemiz somutundan bir örnek vermekle yetineceğiz.
Son haftalarda ülkemiz ekonomisi açısından gündemdeki en önemli sorun, hiç şüphesiz ”enerji darboğazı”dır. Bilindiği gibi, giderek azalan sanayi üretimine rağmen, mevcut enerji kaynaklarının ”yetersizliği” karşısında ”enerji tasarrufuna gidileceği” ve bunun için ”bir dizi tedbir alınacağı” hükümet tarafından açıklanmıştır. Bu tedbirlerden biri, konutlarda 4 saatten az olmamak üzere ”elektrik kesintileri”ne gidilmesi olarak açıklanırken, ikinci ”tedbir olarak” İskenderun Demir-Çelik Fabrikası, Seydişehir Alimünyum Fabrikası, Karabük Demir-Çelik Fabrikası başta olmak üzere bazı KİT'lerde üretimin durdurulacağı bildirilmiştir.
Olayları televizyon haberlerinden de olsa izleyen herkesin bildiği gibi, sorun hiç de enerji ”açığı” değildir. Daha on ay önce büyük gösterişle Bakü-Ceyhan boru hattının inşasına ilişkin anlaşma imzalanmışken, Rusya ile ”Mavi Akım” projesi görüşmeleri sürüdürülürken, Türkmenistan doğal gazına ilişkin anlaşmalar kamuoyuna yansıtılırken, tüm ”medya” nın Türkiye'ye her yerden enerji satmak isteyenler olduğunun propagandasını yaptıkları bir dönemde, birden bire (”barajlardaki su seviyesi düştüğünden”) ”enerji açığı” ve ”elektrik kesintileri” manşetlere çıkmaya başlamıştır. Tıpkı Akkuyu Nükleer Santral inşasına ilişkin ihalenin açılacağı ilan edildiği günlerin arifesinde elektrik kesintilerinin başlatılması gibi.
Butün bu gelişmeler içinde ortaya çıkan tek gerçek, ülkemizde ”enerji üretimi” alanında büyük bir rekabetin yaşandığıdır. Petrole dayalı elektrik santralleri üreticisi tekellerden, doğal gaz çevrimli santral üreticisi tekellere ve nükleer santral tekellerine kadar bir dizi tekel bunun içinde yer almaktadır. Ve bu değişik enerji kaynakları üreticisi tekeller, ayrıca kendi içlerinde de alt çıkar gruplarına ayrılmaktadır. Kimisi Rusya'dan doğal gaz alımıyla ilgiliyken, kimileri Türkmenistan doğal gazıyla ilgilidir. Ve her bir tekelin ”ulus-devlet”i, kendi tekelinin, Türkiye'deki büyük enerji yatırımları ihalesini alması için devreye girmişlerdir. İşte bu tekeller arasındaki ”enerji üretimi”ndeki kıyasıya rekabetin nasıl sonuçlanacağı belirginleşmemişse de, ilk sonucu İskenderun ve Karabük Demir-Çelik ile Seydişehir Alimünyum fabrikasının ”geçici olarak kapatılması” ve evlerde 4 saatten az olmamak üzere elektrik kesintisi olmuştur. Bu durumun bir sonucu İskenderun, Karabük ve Seydişehir'de 20.000'i aşkın işçinin işsiz kalması iken, diğer bir sonucu hiçbir alıcı çıkmadığı için ”özelleştirilemeyen” bu üç kentteki KİT'lerin fiilen kapatılması olmaktadır. Tabii, bu elektrik kesintilerinin cep telefonları sisteminin kullanımını günde 4 saat engelleyerek ”hazır kart” sahiplerinin ”özgürlüklerini” ve ”sınırsız internet olanakları”yla ”internet eğlencesi”ne yöneltilenleri nasıl etkileyeceği bizleri ilgilendirmemektedir.
Elbetteki, bu ”enerji tasarrufu” döneminde de ”kazananlar” olmaktadır. Tıpkı Marmara depremi sonrasında ”geçici konut-kalıcı konut” tartışmalarıyla prefabrik konut üreten şirketlerin ”kazançlı” çıkmaları gibi, ”mobil santral” üreticileri bu tekeller arası rekabet ortamında kısa dönemde ”kazançlı” çıkmışlardır. (İşin en ilginç yanı, gerek deprem konutlarında, gerekse ”mobil santraller”de ”işbitiriciler” MHP'li faşist ”işadamları” olmaktadır.)
Görüldüğü gibi, ülkemiz somutunda salt enerji alanında ortaya çıktığı gibi, emperyalist tekellerin hammadde kaynakları üzerindeki egemenliği, halk kitlelerinin yaşam düzeyleriyle ve hatta bizzat günlük yaşamlarıyla hiçbir ilişkisi olmamaktadır. ”Enerji tasarrufu” paravanası arkasında İskenderun, Karabük ve Seydişehir'deki demir-çelik ve alimünyum fabrikalarının kapatılması, bir yandan binlerce kişiyi işsiz bırakırken, diğer yandan demir-çelik ve alimünyumun dışardan ithal edilmesi sonucunu doğurmaktadır. İthalat ile ihracat arasındaki farkın (dış ticaret açığı) 10 milyar doları geçtiği bir dönemde, demir-çelik ve alimünyumda dışa bağımlı hale gelinmesi daha fazla ithalat ve açık anlamına gelmektedir. Bu ise, dış borçlanmanın artması ve dış borç faiz oranlarının yükselmesi demektir. Bunun sonucu ise, uluslararası tekellerin belirlediği fiyattan ihraç edilebilir tüm ülke içi ürünlerin ihraç edilmesi ve buradan elde edilen gelirlerin dış borçların ana para ve faiz ödemeleri için kullanılmasıdır. Böylece ”devlet”, IMF'yle yaptığı anlaşmaya uygun olarak, 2001 yılında ”sabit bütçe”yi uygulamaya sokarak, 2000 yılı sonu itibariyle enflasyonun %50'ler seviyesinde olacağı öngörülen bir ülkede, 2000 yılındaki bütçe büyüklüğüyle 2001 yılında halka ”mal ve hizmet” götürecektir. Bunun anlamı ise, 2000 yılındaki tüm ”devlet mal ve hizmetleri”nin %50 azaltılacağıdır. Bir başka deyişle, 2001 yılında Türkiye'de ”devlet” %50 küçülecek, hertürlü devlet hizmeti (adli, sosyal, kültürel, eğitimsel vb.) %50 azalacaktır. Dolayısıyla ”devlet”, enerji açığını kapatabilmek için yatırım yapamayacağından, bu yatırımlar ”yap-işlet” formülüyle emperyalist ülkelerdeki ”sermaye fazlası” tarafından gerçekleştirilecek ve bu süreç sonunda ülkemizdeki enerji üretimi tümüyle ”özelleştirilmiş” olacaktır.
İşte kapitalizmin nesnel yasaları ve bunun sermaye ihracıyla bağlantısı ülkemiz somutunda böylesine açık bir görünüme sahiptir.
Emperyalist sömürü mekanizmasının en önemli unsurlarından birisi, hiç şüphesiz sermaye ihraç edilen ülkenin dış borçlanmaya sokulmasıdır. Dış borçlanma, kimi zaman ”enerji darboğazı” için yeni yatırımlar amacıyla gerçekleştirilebileceği gibi, kimi zaman ”askeri mallar alımı” için yapılabilmektedir. Ancak emperyalist sömürünün en önemli özelliği, dış borçlanmanın, borçlanan ülkenin kendisinin belirlediği ihtiyaçlar için değil, borç veren ülkenin ihtiyaçları için yapılmasıdır. Bu da, kaçınılmaz olarak, borçlanan ülkenin tüm ekonomik dengelerinin ülke içinde değil, ülke dışında, yani emperyalist metropollerde oluşması demektir.
Bizim gibi geri-bıraktırılmış ülkelerde (IMF dilinde ”gelişmekte olan ülkeler”) kapitalizm, tümüyle emperyalist ülkelerin ihtiyaçlarına ve istemlerine uygun olarak geliştirilmiştir. Bu konuda dış borçlanma en önemli araç durumundadır.
Lenin, emperyalist dönemdeki dış borçlanma biçimini şöyle anlatmaktadır: ”En fazla rastlanan şekil, alınan borcun bir kısmının borç veren ülkelerden yapılacak satın almalara, özellikle savaş araçları ya da gemi alımlarına harcanması koşulunun ileri sürülmesidir. Şu son yirmi yıllık dönemde (1890-1910), Fransa, daha çok bu yola başvurmuştur. Böylece, sermaye ihracı, meta ihracını da harekete geçiren bir araç haline gelmektedir.” [8*] Emperyalist sömürünün ayrılmaz bir parçasını oluşturan dış borçlanmanın bu uygulanışı, emperyalist sistemin karşı karşıya olduğu ekonomik buhranlara göre değişik bileşimler oluşturur. Ancak bu değişik bileşimlerde, hemen her zaman askeri mal alımı koşulu değişmeden kalmaktadır. Bunun dışındaki koşullar, aşırı-üretim buhranının gelişimine ve bu gelişim sürecinde hangi sektörleri daha fazla etkilediğine bağlı olarak değişmektedir. Günümüzde IMF ve Dünya Bankası'nın ”proje kredileri” olarak ifade edilen bu dış borçlanma biçimi, her zaman emperyalist ülke metalarının geri-bıraktırılmış ülkelere ihracına eşlik etmiştir.
Meta ihracını da harekete geçiren bir araç olarak dış borçlanma, ”globalizm” söylemi içinde, emperyalist ülkelerin tüketim mallarına yönelik bir talebin yaratılmasıyla bağlantılı hale getirilmiştir. Özellikle 1990 sonrasında yaygınlaştırılan bu uygulama, geri-bıraktırılmış ülkelerde yoğun ve yaygın bir ”promosyon” ve reklam kampanyaları ile yeni bir tüketici kitlesi yaratmak ve bunların yaratacağı talebi karşılamak üzere emperyalist ülke tekellerinin mallarının ithalini sağlamak şeklindedir. Bu uygulamada reklam filmleri, ”bilbordlar”, televizyon programları, çekilişler vb. propaganda araçları harekete geçirilmektedir. Bunlar aracılığıyla yaratılan talebi karşılamak üzere yapılan ithalatlar, kaçınılmaz olarak dış ödemeler dengesindeki açığı büyüterek dış borçlanmaya olan ihtiyacı artırmaktadır. Dış borçlanmaya olan ihtiyacın artması ise, aynı zamanda, dış borçların faiz oranlarının yükselmesine neden olmaktadır.
Ülkemiz somutunda, 1984 yılında renkli televizyon yayınlarına geçiş, 1992'den sonra pop ve arabesk ”sanatçı patlaması”, emperyalist ülke metalarına (renkli televizyon ve müzik seti) yönelik büyük talep ortaya çıkarmıştır. Ekonomik verilere bakıldığında, bu tarihler, emperyalist ülkeler ekonomilerinde buhran belirtilerinin yoğunlaştığı ve tüketim malları sektöründeki üretim fazlasına dayalı bir durgunluğun başladığı tarihlerdir.
Sözün özü, emperyalist sömürü mekanizması, 20. yüzyılın başından günümüze kadar bağımlı ülkelerden emperyalist ülkelere yönelik kâr transferinden başka bir sonuç vermemiştir. Emperyalizme olan bağımlılık, ülke içi sermaye birikimini engellediğinden, milli denilebilecek bir burjuvazinin de ortaya çıkmasını engellemiş ve sanayisinden ticaretine kadar emperyalizme bağımlı bir ekonomik yapı ve bunun yürütücüsü işbirlikçi bir burjuva tabakası yaratmıştır. Bu çarpık ve dışa bağımlı ilişkinin siyasal sonucu ise, siyasal yönetimin işbirlikçi burjuvazinin denetimine girmesi ve bunların oluşturduğu oligarşik yönetimin egemen olmasıdır. Oligarşik yönetim ise, temel olarak emperyalist sömürü mekanizmasının korunması ve geliştirilmesi işlevine sahip olduğundan, her türden demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlandırıldığı, mevcut düzene karşı her hareketin zor ve baskı yöntemleriyle bastırılmaya çalışıldığı bir dikta yönetimidir. Bu nedenden dolayı, ülkenin demokratikleştirilmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin varedilmesinin yolu, oligarşik yönetimin yıkılmasından; oligarşik yönetimin yıkılması ise, emperyalist sömürü mekanizmasının kırılmasından geçmektedir.
Dipnot
[1*] Lenin, Emperyalizm, s: 38, Sol Yay., Beşinci Baskı [2*] Lenin, Emperyalizm, s: 38, Sol Yay., Beşinci Baskı [3*] Lenin, Emperyalizm, s: 40, Sol Yay., Beşinci Baskı [4*] Lenin, Emperyalizm, s: 68, Sol Yay., Beşinci Baskı [5*] Lenin, Emperyalizm, s: 74-5, Sol Yay., Beşinci Baskı [6*] Lenin, Emperyalizm, s: 75, Sol Yay., Beşinci Baskı [7*] Lenin, Emperyalizm, s: 75, Sol Yay., Beşinci Baskı [8*] Lenin, Emperyalizm, s: 78-9, Sol Yay., Beşinci Baskı