Teknolojik Gelişim,
Emperyalizm ve Emperyalist Sömürü
1980'den günümüze kadar süregelen pasifikasyon ve depolitizasyon olgusunun en popüler söylemi, "ideolojilerin öldüğü" ve "sınıf mücadelesinin önemini yitirdiği" olmuştur. Bu söylem, 1980'lerin ortalarına kadar 20. yüzyılda görülmüş en geniş ve yoğun kitle pasifikasyonu ile birlikte gündeme getirilmiştir. Mevcut düzenlerin şu ya da bu biçimde değişmesi ya da değiştirilmesi gerektiğini düşünen kitleler üzerinde yoğunlaştırılan emperyalist baskı ve terör ortamında, "her türden" ideolojik belirlemenin ve sınıf perspektiflerinin "değersizleştirilmesi", aynı zamanda emperyalist baskı ve terörden çıkış noktası olarak kitlelere sunulmuştur. Bir başka deyişle, Amerikan emperyalizminin "demokrasiprojesi" (project democracy), emperyalist baskı ve terörden kurtulmak isteyen halk kitlelerine "kurtarıcı" bir yol olarak sunulmuştur. Her türlü ideolojik ve politik ilişki ve düşünceden uzak durmak, bu "kurtuluş" yolunun en temel unsuru olmuştur.
Emperyalizmin III. bunalım dönemiyle birlikte büyüyen ve "globalleşen" pazar sorununun 1980 dünya ekonomik buhranıyla birlikte en üst boyuta çıktığı bir evrede, kitlelere yönelik emperyalist baskı ve terör ve bunun paralelinde sunulan "çıkış yolu", aynı zamanda emperyalist metaların tüketimine yönelik bir talebin yaratılmasıyla birlikte gelişmiştir. Böylece, her türlü ideolojik ve politik düşünce ve faaliyetten uzak duran, buna paralel olarak her türden emperyalistmetanıntüketicisi olarak ortaya çıkan bir halk kitlesi, günümüze kadar gelen sürecin en belirgin olgusu olmuştur.
Artık, tüketmekten başka bir düşüncesi olmayan ve tükettiği oranda "itibar" gören kitle, "tüketici kredileri"yle emperyalist metalara yeni ek bir talep yaratarak, 1980 dünya ekonomik buhranının aşılmasında belirleyici bir yere sahip olmuştur.
Emperyalizmin geri-bıraktırılmış ülkelerde uyguladığı baskı ve teröre paralel olarak geliştirilen "tüketim", diğer yandan emperyalist ülkelerde küçük ve orta ölçekli işyerlerinde üretici güçlerin nispi bir gelişimini sağlamıştır. "Teknolojik değişim" olarak propagandası yapılan bu gelişim, emperyalizmin sosyalizme karşı başlattığı yeni ideolojik saldırıda en yaygın olarak kullanılan olgu olmuştur. Emperyalist propaganda mekanizması, her türlü aracı kullanarak, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçleri geliştirdiğini en geniş ölçekte işlerken, iletişim ve bilgisayar teknolojisindeki gelişmeleri bir "kanıt" olarak sunmuştur.
Bu ideolojik propagandayla, halk kitlelerini sömüren, onları yoksulluk, açlık içinde tutan "emperyalizm"in yerini kitlelere "refah", "bolluk" sunan bir "yeni dünya düzeni" aldığı şeklinde bir kanı toplumlara yerleştirilmeye çalışılmıştır. Böylece salt tüketen ve tükettiği kadar "itibar" gören bireyler, emperyalist-kapitalizme ilişkin her türlü bilgi ve tahlile "itibar etmemiş", geleceğe yönelik her türlü belirlemeyi ve uyarıyı bir yana bırakmıştır. Bu gelişimin en belirgin sonucu ise, emperyalizm ve emperyalistsömürü kavramlarının bir yana itilmesi olmuştur.
1980 sonrasında dünya çapında gelişen bu olayların geldiği boyut, her türden sömürünün hiçbir tepkiyle karşılaşmadan sürdürülebilmesidir. Ülkelerin ve kitlelerin emperyalizm tarafından sömürüldüğünün ortaya konulması ve bunun yarattığı ve yaratacağı her türlü olumsuzluğun sergilenmesi karşısında gösterilen "tepki" ise, "alan memnun-satan memnun" şeklinde bir vurdumduymazlık olmaktadır. Emperyalizme ilişkin her türlü uyarı, tahlil ve söz, bu vurdumduymazlık içinde bir yana itilirken, bunları kitlelere ileten devrimciler "çağdışı" kalmakla suçlanmıştır. Özellikle küçük-burjuva aydınları tarafından yazılı ve görüntülü basın-yayın araçlarıyla yaygınlaştırılan bu suçlamalar, teknolojik gelişmeler ve buna paralel olarak ortaya çıkan "modernizasyon" görüntüleriyle birlikte halk kitlelerinin koşullandırılmasında en geniş ölçekte kullanılmıştır. Ülkemizde görüldüğü gibi, böyle bir ortamda "vizyon sahibi olmak", kişileri her türlü sömürüden "muaf" tutan bir sihirli değnek gibi görülmeye başlanmıştır.
Böylece, "kitlelerin karşısına yeni bir söylemle çıkma", kitlelere "yeni projeler sunma" türünden bir kanı, solda yaygınlaşmıştır. Bu durumda, emperyalizmden, emperyalist sömürüden, bağımsızlıktan, devrimden, sosyalizmden vb. söz eden her kişi ve örgüt, "dünya değişti, siz hâlâ aynı şeyleri mi söylüyorsunuz" söylemiyle karşılaşır olmuştur. Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı koşullarında emperyalizmin tek sistem olarak dünya çapında egemen hale gelmesiyle birlikte, bu durum, emperyalizmin "evrenselliği"ni düşüncelerin temeline yerleştirmiştir. Artık evrenselliği tartışılmaz bir emperyalizm olgusu ile "birlikte yaşamak" gündemdedir! Ve "dogmatik olmayan sol", bu veriyi esas alarak, yani emperyalizmin evrenselliğini kabul ederek, sistemin nasıl dönüştürülebileceğini, insanlara ve toplumlara nasıl daha iyi bir şeyler sunulabilineceğini belirleyen ve bunun "projesini" yapan sol olarak "gelişen" yan olacaktır. Bunun sloganı ise, "kahrolsundogmatizm,yaşasınglobalizm" olmaktadır. Devrim ve devrimcilik bu sloganla "tarihe gömülürken", burjuvazinin kendi tarihi yeniden yazılmaya başlanılmıştır.
Böylece, emperyalizm evrensel bir dünya sistemi olarak kabul edilirken, Amerikan emperyalizmi de, bu sistemin "tek lideri" olarak önsel olarak kabul edilir olmuştur. Ve tüm "büyük politikalar" ve "büyük politikacılar", "bu gerçeği gören" ve "kabul eden" kişiler olarak sunulmuştur. Bu durumda, emperyalist sömürü mekanizmasının ne olduğu ve nasıl işlediğine ilişkin belirlemeler, "büyük politikacıların" "büyük politikaları" için veri haline getirilmiş ve emperyalist sömürü mekanizmasına uygun ve uyumlu "projeler" gönüllü olarak yapılmaya başlanmıştır. Örneğin, artık emperyalist sömürü mekanizmasının en temel kurumlarından birisi olan IMF'ye "karşı" olmak söz konusu değildir. Bunun yerine, "bilinen" IMF'nin "bilinen" "istikrar tedbirleri"ne uygun politikalar belirlenmesi gündemdedir. "Büyük politikacı" ya da "ülkesini seven bir vatansever", IMF'yekarşıçıkmak gibi "ucuz" ve "ideolojik" bir tutum sergileyerek "çağdışı" kalmak yerine, İMF'yi "sosyalleştirme"ye çalışan ve bu yönde IMF'yle görüşmeleri "yönlendiren" kişiler olmaktadır.
Ama, dünya dönmeye devam etmektedir. Emperyalizm, kapitalizmin tekelci evresi olarak varlığını sürdürmekte; dünya çapında bir avuç tekelin çıkarları egemen kılınmakta ve toplumların ve ülkelerin gelecekleri daha büyük ölçüde ve daha kalıcı bir biçimde ipotek altına alınmaktadır. Emperyalist ülkelerle yapılan her türlü görüşme ve anlaşma, bu olguları daha da güçlendirmekte ve gelecek daha karanlık hale gelmektedir. "Kahrolsun emperyalizm" sloganı, her dönemdekinden daha çok temel slogan olarak ortaya çıkmaktadır.
Nesnel gerçeklik bu olmasına karşın, kitlelerin bilinci, yani öznelkavrayış, bunun tam tersi durumda olması, günümüzdeki keşmekeşin, belirsizliğin nedeni ve devrimci mücadelenin çözmek zorunda olduğu temel sorun durumundadır. Bir başka deyişle, günümüzde, dünya çapında devrimlerin nesnel koşulları, her dönemdekinden çok daha fazla olgun olmasına karşın, öznel koşullar her dönemdekinden çok daha fazla geri durumdadır. Bu gerilik, nesnelliğinöznelliktarafındanönselolarakreddedilişiyle belirlenmektedir. İnsanlarıntarihbilinciyokedilmiştir. Geçmişi olmayanların geleceği olamayacağı gerçeği, bu koşullarda işlemiş ve salt "anı" yaşayan, yarınları düşünmeyen ve de herşeyin bu "an" daki gibi süreceğini düşünen bireyler, değişik olaylarla şaşkınlığa düşmüş, yarınların kaygısını duymaya başlamışlardır. Ancak, yıllardır sürdürülen propagandayla çarpılmış olan bilinçleri, bu şaşkınlık içinde hiçbir işe yaramamaktadır. Bu olgu, ülkemiz somutunda öylesine geniş ölçekte ortaya çıkmıştır ki, mevcut düzen bile kitlelere "kendi tarihini" diziler vb. aracılığıyla anlatmak zorunda kalmıştır. Örneğin, "10. yıl marşı" bu bağlamda yeniden güncelleştirilmiştir.
Şüphesiz, devrimci mücadele açısından bu olguların belirlenmesi tek başına yeterli değildir. Yapılması gereken, bu olguların ortaya çıkardığı durumu doğru tahlil etmek ve bu tahlile paralel olarak kitlelerin öznel kavrayışlarını değiştirmek yönünde devrimci propagandayı geliştirmektir. Yani kitlelerin bilinçlendirilmesi için, mevcut durumun doğru bir tahliline dayanarak siyasi gerçekleri açıklama kampanyasını yürütmektir. Bu çerçevede sergilenmesigereken temel siyasi gerçek, emperyalizm ve emperyalist sömürü olmaktadır.
Bilinmesi gereken temel gerçeklerden birisi, emperyalizmin, bir ya da birkaç kapitalist ülkenin dünyaimparatorluğukurması ve bu yöndeki eylemidir. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişiminin belirli bir evresinde (tekelci evresinde) ortaya çıkan emperyalizm, dünyanın birkaç kapitalist ülke tarafından paylaşılması ve yeniden paylaşılması demektir. 20. yüzyılın başlarında bu olgunun belirlenmesi, tahlil edilmesi ve bunun kitlelerin bilincine yerleştirilmesi, devrimci propagandanın en temel konusu olmuştur. Gelişen olaylar, I. ve II. paylaşım savaşları ve ulusal ve halk kurtuluş hareketleri, devrimci propagandanın kitleler üzerindeki etkisini açık biçimde ortaya çıkarmış ve emperyalizm olgusunu tartışmasız bir biçimde görünür kılmıştır. Bu görünür olgu, emperyalizmin, bir avuç tekel dışında, tüm dünya ülkeleri ve halkları için geri kalmışlık, yoksulluk, eğitimsizlik, kültürsüzlük, kısacası üreticigüçleringelişimininulaşmışolduğuevreyeuygunolmayanvebundançokdahageribirdüzeyedenkdüşenyaşamkoşullarınıkabuletmek anlamına geldiğinin kitlelerce kavranılmasını getirmiştir.
Emperyalizm olgusunun kitlelerce görünür ve kavranılır olduğu koşullarda, emperyalizmin sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde geçmiş dönemlere kıyasla ortaya çıkardığı gelişmeler, bu ölçü temelinde ele alınmış ve olmasıgereken yerden ne denli uzak olunduğu saptanmıştır. Yapılan tüm bilimsel tahliller, emperyalistsömürününortadankaldırıldığıkoşullarda ülkelerin ne denli hızla gelişebileceği ve bunun toplumun refah düzeyini ne ölçüde artırabileceği noktasında yoğunlaşmış ve bunlar bilimsel olarak belirlenmiştir. Bu belirlemeler, devrimci örgütlerin programlarında özlü ifadelerini bulmuş ve devrim mücadelesi bu program hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik bir kitleselliğe ulaşmıştır.
Tüm bu olumlu gelişmeler, öznel planda, 1980 sonrasında ortaya çıkan değişik olgularla birlikte değişmeye başlamış ve 1991 sonrasında SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında tümüyle tersine dönmüştür. Artık, emperyalist ülkelerle ilişkilerin "daha da" geliştirilmesi gerektiği, bu olmaksızın "ülkelerin" gelişmesinin olanaksız olduğu, üretimin artırılması için daha fazla "teknoloji"ye sahip olmak gerektiği ve bunun ise sadece emperyalist ülkelerde "olduğu", dolayısıyla buralardan alınması "gerektiği", bunun yolunun ise emperyalist ülkelerle "ilişki kurmaktan" geçtiği, "kahrolsun emperyalizm" sloganları atarak ülkenin "kalkınması"nın sözkonusu olamayacağı, bağımsızlık "gibi" söylemlerle ülkenin geri kalmasına neden olunduğu söylenmeye başlanılmıştır. Bu söylem, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığını da kendisine dayanak yaparak, "koskocaman" Sovyetler Birliği bile emperyalizm karşısında dayanamadığı, emperyalizme karşı olmanın Küba gibi ülkelerde halkı nasıl yoksulluğa "ittiği" türünden eklentilerle geliştirilmiştir.
Bu söylemlerin "daha bilimsel" görünenleri ise, 1980 dünya ekonomik buhranıyla birlikte emperyalist ülkelerde yeni teknolojilerin üretim sürecine uygulanmasını kendilerine çıkış noktası yaparak, kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiğini; Sovyetler Birliği'nin, yani sosyalizmin ise bunu başaramadığını, çünkü emperyalist ülkelerin şirketleri halka açarak "demokratikleştirdiğini", Sovyetler Birliği'nin ise demokrasiyi engellediğini, ekonomik gelişme ile demokratikleşmenin birbirine paralel geliştiğini vb. ileri sürmüşlerdir. Ve tüm bunlar, küçük-burjuva aydınlarının geçmiş dönemdeki "sol" görünümlerinden yararlanılarak yapılmıştır.
Tek tek yanlışlığının gösterilmesi ve çürütülmesi kesin olan bu söylemler ve iddialar karşısında, yüzyılın en büyük baskı ve terörüyle yüzyüze bulunan dünya sol hareketinin fazlaca birşey yapamaması, kaçınılmaz olarak bu söylemin kitlelerce benimsenmesini getirmiştir. Küçük-burjuva aydınlarının "sol" görünümleri, bu gelişimde, söylemin "yeni sol" bir söylem olarak algılanmasını da getirdiğinden, yarattığı sonuç çok daha yıkıcı olmuştur. Dünya sol hareketinin önemli bir kesiminin (ki ağırlıklı olarak revizyonistlerin), içinde bulunulan baskı ve terör ortamında, birazcık soluklanmak ve sesinilegalplandaduyurabilmekamacıyla, bu "yeni sol" söylemle ittifaka girmesi, sonuçların uzun dönemde kalıcı olmasını getirmiştir.
"Globalizm", "yeni dünya düzeni", "karşılıklı bağımlılık ilişkileri" gibi kavramların günümüzdeki yaygınlığı ve yaygınlaştırıcıları, böyle bir gelişimin sonucu ortaya çıkmıştır.
Böylece, örneğin, dünya çapında meta fiyatlarının dolarizasyonu, yani dolar ile belirlenmesi gibi bir olgu karşısında kolayca kayıtsız kalınabilmektedir. Wall Street'te belirlenen meta fiyatlarıyla geri-bıraktırılmış ülkelerdeki ücretler arasındaki farkın, uzun dönemde nasıl bir sonuç ortaya çıkaracağı ve toplum ve bireylerin yaşamlarında nasıl bir yıkım yaratacağı "unutturulmuş"tur.
Geçmiş dönemlerde bu ve benzeri olguları en geniş ölçekte ortaya koyan ve tahlil eden dünya sol hareketi, bu yeni dönemde emperyalist propaganda mekanizmalarının olağanüstü gelişkinliği karşısında çaresiz kalmış ve geleneksel yayınlarının yetersizliğinden başka bir sonuç çıkaramamıştır. Revizyonizmin ideolojik egemenliği, bu durumda belirleyici bir yere sahip olmuştur.
Dünya çapında meta fiyatlarının dolarizasyonu örneğinde de görüleceği gibi, bu gelişim 1980'lerde ortaya çıkmış ve asıl olarak Sovyetler Birliği ile yapılan ticarette egemen kılınmıştır. Sovyetler Birliği, bu tarihe kadar "takas" sistemini kullanırken, Amerikan emperyalizminin dolara bağlı ticaret dayatmasını kabul etmiştir. Revizyonistler, bu gelişme karşısında sessiz kalarak, gelişmenin tahlil edilmesini önemli ölçüde engellemişlerdir. Birkaç Marksist aydının bu yöndeki çalışmaları ise, okuyucusu az dergilerin sayfaları arasında kaybolmuştur. Böylece, meta fiyatlarının dünya çapında dolara göre belirlenmesi, neredeyse "doğal" bir durum gibi algılanılmaya başlanmıştır.
Benzer bir örnek olarak bilimsel ve teknolojik alandaki gelişmeler verilebilir.
1980 yılında emperyalist sistemin içine girdiği ekonomik buhran, 1980'lerin başlarında dünya sol hareketi tarafından geniş ölçekte tahlil edilmeye ve değerlendirilmeye başlanmıştır. Özellikle buhranın temel dinamiklerinin geri-bıraktırılmış ülkelerin büyük borç stokları ve bunların ödenemez boyutlara ulaşmasından kaynaklandığı, bu dönemde en açık biçimde tespit edilmiştir. Bu borçların nedeninin ise, emperyalist sömürü mekanizmasından kaynaklandığı, yani yeni-sömürgecilik yöntemlerinin bir sonucu olduğu tartışılmaz bir kesinlikte belirlenmiştir. Ve bu belirlemelerden sonra, tüm dikkatler emperyalist sistemin bu ağır ekonomik buhrandan "nasıl" çıkacağı noktasında toplanmıştır. Revizyonizmin ideolojik etkisi bir kez daha kendisini göstermiş ve dünya sol hareketinde bu tartışma "monatarizm" mi, "keynescilik" mi tartışması haline dönüşerek, sistemin kendisini "nasıl restore edeceği" tahliline yönelmiştir.
Bu gelişim karşısında olayları ve tartışmaları izleyen kitleler, emperyalist sistemin işleyiş mekanizmasını anlamaya yönelmiş ve bumekanizmanınmantığıiçinde tartışmaları değerlendirmeye çalışmıştır. Dünyanın "önde gelen" sol ekonomistleri bu tartışmada "keynesçi" çözümün "en doğrusu" ya da sistem için "ehven-i şer" olduğu yönünde tavır belirlemişlerdir. Amerikan ve İngiltere'de Reagan ve Teacher yönetiminin uyguladığı "sıkı para politikası", yani "monatarizm"e karşı "sol" bir tavır olarak sunulan bu belirleme, 1980'lerin ideolojik tartışması olmuştur. Ve herkesin açıkça gördüğü gibi, sonuçta "monatarizm" kazanmıştır. Bu da, "sol"un, emperyalizm karşısında ideolojikyenilgisi olarak görülmüştür. Günümüzde küçük-burjuva aydınlarının hiçbir bilimsel değeri olmayan görüşleri kolayca söyleyebilmesinin arkasında bu "ideolojik yenilgi" yatmaktadır.
Kendisini 1980'lerde Cumhuriyet gazetesinin "ekonomi" yazarı olarak tanıtan ve T. Özal'ın "vizyonu"nu paylaşan, "monatarizm"in savunucusu Osman Ulagay, "madem insanoğlunun gördüğü en radikal teknolojik değişimle karşı karşıyayız, öyleyse herşey değişecektir ve değişiyor, gelin bunu tartışalım" söylemiyle "globalizm"in sözcüsü olarak şöyle diyebilmektedir:
"Bence Marks günümüzde yaşasaydı benzer bir tahlil yapacaktı. Yani, üretim araçlarındaki (teknolojideki) muazzam değişikliklerin üretici güçleri ve üretim ilişkilerini de hızla değiştirmekte olduğunu söyleyecekti büyük bir heyecanla. Sadece bu değil tabii: Küreselleşmenin yol açtığı eşitsizlik ve adaletsizlikler de Marks'ın inceleme alanına girecek, ona da kafa yoracaktı.
Türkiye'deki Marksistlerin Marks'ın temel tahlil araçlarını kullanmamasının nedeni ise açık: Teknolojideki değişiklikleri vurgulamaya başlarsanız 'Peki, bu değişim üretim ilişkilerini ve toplumsal ilişkileri nasıl değiştiriyor' sorusunu sormak zorunda kalırsınız. Bu soruya 'Hiç değiştirmiyor' diye cevap verirseniz Marksist kalmaya devam edemezsiniz. 'Çok şeyi değiştiriyor olmalı' diye cevap verirseniz de küreselleşmenin olgularıyla karşı karşıya kalırsınız." [1*]
"Ekonomist" Osman Ulagay, bu girişten sonra, günümüzde "ulus-devlet"in "aşıldığını", dolayısıyla "bağımsızlık" gibi kavramların anlamı kalmadığını söylemektedir. Ve bunun için temel dayanak olarak "teknolojik değişim"i almakta ve şöyle söylemektedir:
"Mesela elektronik ticaretin çok yaygınlık kazanması durumunda ulus-devletlerin vergi alması bir problem halinde ortaya çıkacak." [2*]
İşte emperyalizmin "evrenselliği" böylesine gerekçelerle ve söylemlerle dile getirilebilmektedir. Sol için geriye tek bir şey kalmaktadır: Emperyalizminvarlığınıkabuletmekveonuniçindeyaşamak.
Tüm bu söylemlerin, Marksizmin üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki zorunlu uygunluk yasasına dayandırılmaya çalışıldığı açıktır. Teknolojik alandaki gelişmelerin kapitalist üretim ilişkileri tarafından engellenmesinin artık sözkonusu olmadığı, dolayısıyla yeni teknolojilerin kapitalist üretim ilişkilerini daha da geliştirdiği ve geliştireceği, bu temel yasaya dayandırılarak sola kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Ancak bugün bunu sola kabul ettirmenin amacı değişmiştir. İstenilen, solun emperyalizmi kabul etmesi ve anti-emperyalistmücadeleninöncülüğünü yapmaktan vazgeçmesidir. Kısacası, günümüzdeki gelişmelerin, anti-emperyalist mücadelenin başarılı olmasını olanaksız kıldığının kabul edilmesi istenmektedir. Öyle ya, anti-emperyalist mücadele başarıya ulaşsa ve geri-bıraktırılmış ülkeler bağımsızlıklarını elde etseler bile, elektronik alandaki teknolojik gelişme karşısında bunu koruyamayacaklardır, çünkü kendi ulusal devlet sınırları içinde ticaretten vergi bile alması olanaksızdır!
İşte günümüzdeki emperyalist ideolojik propaganda ve demagojinin en tipik örneği böylesine basit bir akılyürütmeye dayandırılmakta ve ilan edilmektedir: Salt bir "elektronik ticaret", yani İnternet ortamından mal alım-satımı bile artık ulusal devletlerin varlığını anlamsız kılmıştır, bu amaç için mücadele etmenin, ölmenin bir anlamı yoktur!
Ve hiç kimsenin şunu sormayacağı varsayılmaktadır: Pekala, ulusal devletler "elektronik" alandaki gelişmeler nedeniyle ticaretten vergi alamayacaklardır, ama ticarete konu olan mallar nereden alınacaktır? Doğal olarak "sanal ortamdan" "sanal mal" ticareti yapılmayacağına göre, bu malların üretildiği bir yer, üreten birileri ve bunların dağıtımının yapıldığı bir yer olmak zorundadır. Herkesin de bileceği gibi, "elektronik ticaret" hangi ülke üzerinden yapılıyorsa, o ülke üzerinden bu ticaret gerçekleştirilecektir ve dolayısıyla vergiyi de, kârı da "realize" eden o ülke olacaktır. Günümüzde İnternet alanında Amerikan şirketlerinin, özellikle Microsoft'un egemenliği, bu ülkenin hangisi olduğunu Osman Ulagay' ın bile göreceği kadar kesin bir olgudur. Dolayısıyla ABD, bu alandaki tüm ticari faaliyetlerden ve gelirlerden vergi salma ve alma olanağını kendi tekelinde tutmaktadır. Burada vergi kaybına uğrayan, "elektronik ticaret" alanında Amerikan emperyalizminin hegemonyasına boyun eğen ülkeler olmaktadır. Bunun ekonomik ifadesi ise, tekil ülkelerin ticari vergi gelirlerinin bir bölümünün bu yolla ABD'ye transfer edilmesidir. Bu ise, emperyalist ülke metalarının doğrudan pazarlanmasından başka bir anlama gelmemektedir. Bundan çıkartılabilecek tek sonuç ise, geri-bıraktırılmış ülkelerde emperyalizmin işbirlikçisi kesimler içindeki ticaretburjuvazisinin giderek eski gücünü yitireceğidir. Ve işin en hoş yanı ise, bu gelişmenin en çok Osman Ulagay gibi küçük-burjuva "ekonomist"lerini etkileyecek olmasıdır. Özellikle 1980 dünya ekonomik buhranıyla birlikte geri-bıraktırılmış ülkelere yönelik emperyalist ülke metalarının ihracındaki büyük artış sonucu ortaya çıkmış olan yeni pazarlama şirketleri (ticaret burjuvazisinin yeni unsurları), aynı zamanda Osman Ulagay gibilerinin maddi varlık koşullarını oluşturmuştur. Bunların güçten düşmesi, kaçınılmaz olarak Osman Ulagay'ın işsiz kalmasına neden olacaktır. Tabii, kendisine sözcülüğünü yapacak yeni bir işbirlikçi kesim bulmakta fazlaca zorlanmayacağı da kesindir. [3*] Emperyalizm ve emperyalist sömürünün bu şekilde ambalajlanması karşısında solda görülen sessizlik, aynı zamanda bu sunuşun mantığının kabul edilmesini de beraberinde getirmektedir. "Monatarizm"-"Keynesçilik" tartışmasında taraf olarak "ideolojik yenilgiye" uğrayan solun, bu sunuş mantığını kabul etmesi, kaçınılmaz olarak sunulan her şeyi büyük bir abartıyla öne çıkarmasına ve tüm dikkatlerin bu yöne yönelmesine neden olmaktadır. Bugün için elektronik ticaret konusunun öne çıkartılması, solda İnternet konusunun temel gözlem ve tartışma konusu haline getirmektedir. (Bu konunun solda tartışıldığı kadar uygulandığını söylemek elbette olanaksızdır. Ancak bunun nedeni, sözkonusu alanın "elektronik ticaret" alanı haline dönüştürülmüş olmasıdır. Solda bu alanda "pazarlanacak" bir şey bulunmadığı için, İnternet ortamında birşeyler yapılması çok fazla "revaçta" değildir.)
Bilinmesi zorunlu olan gerçek ise, elektronik alandaki gelişmelerin dünya çapında üretim ve tüketimin merkezileştirilmesi ve merkezibirplanlamaylayürütülebilmesinin nesnel koşullarının her dönemdekinden çok daha fazla olgunlaştığıdır. Bu ise, dünyaçapında sosyalizmin inşasının daha fazla olanaklı olduğu demektir.
Emperyalist sistemden kopan ülke ya da ülkelerin, aynı teknolojik araçlarla, ister tekil ülke çapında, isterse birkaç ülke çapında üretim, dağıtım ve tüketimi merkezileştirebilme olanağına sahiptirler. Emperyalist tekellerin "elektronik ticaret" alanında kullandıkları teknoloji, emperyalist sistemin dışına çıkan ülkeler tarafından, ülkesel ölçekte, malların üretim ve dağıtımı (stok kontrol sistemleri olarak) için kullanılabilir bir araçtır. Bu aracın, iletişim teknolojisinin olanaklarıyla başka ülkelerin üretim ve dağıtım ilişkileriyle bağlantılandırılıp bağlantılandırılmayacağı sorunu, o ülkenin kendi metalarını satış koşullarıyla ilişkilidir. Metanın değeri ile fiyatı arasında büyük farklılıkların ortaya çıktığı ve tekel fiyatının egemen kılındığı bir ticaretin, salt ülkeler için değil, bireyler için bile "elverişsiz" bir ticaret olduğu da açıktır. Bu nedenle, sözkonusu olan, bilimsel ve teknolojik alandaki gelişmeler değil, bunların hangi üretim ilişkileri çerçevesinde ve hangi amaçlar için kullanılacağı sorunudur. Bir tek pazara ve bu pazarda tekelin belirlediği (azami kâr oranına göre) fiyatlarla satılan metalara bağımlılık emperyalist sömürünün en tipik görünümüdür. Neo-liberalizmin tüm iddialarına karşın, bu bağımlılık ilişkisi "serbest pazar"ı değil, tekelci bir pazarı ifade eder. İşte emperyalizm de, üretim sürecinde olduğu kadar, pazarda da bir kaç emperyalist ülkenin ve tekelin bu egemenliğinden başka birşey değildir.
Bugün hiçbir ülke, salt teknolojik gelişmeler ortaya çıktı diye, kendi zararına işleyen bir ticari ilişkiyi kabul etmek durumunda değildir. Teknolojik gelişme, üretimin daha düşük maliyetle ve dağıtımın daha hızlı gerçekleştirilmesini olanaklı kılmıştır. Diğer taraftan aynı teknolojik gelişme, bürokratik işlerin alabildiğine basitleştirilmesinin gerçekleştirilmesini sağlayacak boyutlara ulaşmıştır. Bu iki alandaki gelişme, üretim ve dağıtım sürecine ilişkin olduğu kadar, devletin aygıtına ilişkin sonuçlar yaratmaktadır. Sorun, bunların nasıl ve hangi koşullarda toplumun yaşam koşullarını sürekli iyileştiren yönde kullanılacağı sorunudur. Revizyonistlerden legalistlere kadar pek çok kesimin "sol" adına "yeni projeler üretilmelidir" söyleminin boş bir söylem olmasının somut gerçekliği de burada bulunmaktadır.
Biz diyoruz ki,
Emperyalizme ve emperyalist sömürüye karşıyız. Uluslar ve devletler arasında eşit olmayan, adil olmayan ilişkilere karşıyız. Ürünlerin üretiminden dağıtımına kadar her alanda toplumun gereksinmelerini esas almak durumundayız. Halkın gereksinmelerinin azami ölçüde karşılanabilmesinin yolu, bunların üretiminin artırılması ve maliyetinin en aza indirilmesinden geçmektedir. Yeni teknolojilerin üretime uygulanmasında kapitalist ölçülerin kabul edilmesi, toplumun gereksinmesine göre değil, kâr oranlarının yüksekliğine göre yatırım ve üretim yapılmasını getirmektedir. Bu ise, kapitalist üretim ilişkilerinin doğasındaki üretim anarşisini alabildiğine artırmakta ve aşırı-üretim buhranlarına neden olmaktadır. Böylece, toplumun büyük bir kesimi (ki bu ülkesel ölçekte ya da dünya çapında ele alınabilir) temel gereksinmelerini karşılayamazken ya da çok yüksek fiyatlarla karşılayabilme koşullarında bulunurken, başka malların üretiminde salt kâr oranı yüksek olmasından dolayı aşırı-üretim ortaya çıkmaktadır. Bu da, emek-gücünden ekonomik kaynaklara kadar pekçok unsurun tüketilmesine neden olmaktadır. Kapitalist üretimin teknoloji karşısındaki yeri, kâr oranlarını azamileştirmekle sınırlıdır. Emperyalist hegemonya, bu koşullarda, emperyalist tekellerin metalarının toplumun gereksinmeleri bir yana bırakılarak, topluma pazarlanmasını getirmektedir. Ellerinde tuttukları tüm yazılı ve görüntülü basın-yayın araçlarıyla bu metaları topluma bir "gereksinme" gibi sunabilmektedirler. Bu nedenle sorun, teknolojik gelişmelerin üretim sürecine uygulanması değil, üretimin hangiamaçlarla gerçekleştirileceğidir. Marmara depreminde de görüldüğü gibi, sözkonusu olan "ucuza", yani kâr oranı çok yüksek çok miktarda "konut üretmek" değildir. Olması gereken, insani gereksinmelerin en iyi biçimde karşılanabildiği konutların "ucuza", yani toplumsal kaynakların en verimli kullanılmasıyla üretilmesidir. Örneğin, hazır beton duvar üretim teknolojisindeki gelişme ve bunların kolayca konut alanında montajının yapılabilmesi ile aynı hazır beton duvarın en yüksek kâr getirecek şekilde üretilmesi birbirinden farlı iki üretim ilişkisini ve yönetimi gerektirir. Bir üretim sürecinde toplumsal maliyetin düşürülmesi ile kâr oranını maksimilize etmek amacıyla maliyetin düşürülmesi bir ve aynı şey değildir.
Emperyalizmi "evrensel" ilan eden ve "globalizm"in kaçınılmazlığının kabul edilmesi gerektiğini söyleyen, buna paralel olarak ulus-devletin aşıldığını, ulusal bağımsızlığın anlamsızlaştığını ileri sürenlerin diğer bir dayanak noktası ise, geri-bıraktırılmış ülkelerin ekonomik kalkınma için gerekli kaynaklara sahip olmadığı ve dolayısıyla bunu "dışardan" bulmak zorunda olduğu savıdır.
Bu sava göre, kaçınılmaz olarak, ulus-devletler ekonomik olarak gelişmek için emperyalist ülkelerde birikmiş olan büyük sermaye stokundan yararlanmak zorundadır. Bu ise, emperyalist ilan edilen ülkelerden "kredi" alınması demektir ve emperyalist ülkelerin "kredi alım koşulları" da IMF tarafından belirlenmektedir. Dolayısıyla "kahrolsun emperyalizm" ya da "kahrolsun IMF" sloganları gerçekçi değildir, günümüzdeki gelişmeleri kavrayamamanın ifadeleridir!
Sava güncellik katmak için de, Marmara depreminin meydana getirmiş olduğu yıkımın boyutları ve bu bölgenin yeniden imarı için gerekli olan kaynakların büyüklüğü örnek olarak verilebilir.[4*] Dünyanın "en büyük 24. ekonomisi"ne ve kendine yeterli hammadde kaynaklarına sahip "7 ülkeden biri" olan ülkemizin "bile", Marmara depreminin yıkımı karşısında "dışarıya" ihtiyacı vardır. Öyleyse — diyecektir "globalist", dünyanın diğer geri-bıraktırılmış ülkeleri için emperyalizmden bağımsız bir ekonomik gelişme "hayaldir".
İşte bu savda ve kanıtlarda gizlenen, söylenmeyen yanlar vardır. Konumuzla kendimizi sınırlayarak bunların belli başlılarını şöyle sıralayabiliriz:
İlkin, emperyalist ülkelerdeki büyük sermaye birikiminin kaynağı ortaya konulmamaktadır. Böylece emperyalist ülkelerdeki "büyük" bir sermayebirikimininmevcudiyeti ve sürekliliği, önsel olarak tüm savın dayanağı yapılmaktadır. Ve çok iyi bilinmektedir ki, emperyalist ülkelerdeki sermaye birikiminin temel kaynağı geri-bıraktırılmışülkelerin sömürülmesinden sağlanan kârlardır. Emperyalizme bağımlı ülkelerin hammadde kaynaklarının ucuza alınması, verilen kredi ve borçların koşulları ve faizleriyle elde edilen gelirler, emperyalist metaların tekel fiyatlarıyla bu ülkelere satılmasıyla ortaya çıkan tekel kârı ve bağımlı ülkelerde oluşturulmuş olan doğrudan yatırımlardan elde edilen kârların emperyalist ülkelere transferi, emperyalist ülkelerdeki sermayenin birikimini sağlamaktadır. Bu da, emperyalist sömürünün görüngüleridir.
İkinci olarak, geri-bıraktırılmış ülke içi üretimden elde edilen "katma değerler" ve kârlar, emperyalist sömürü mekanizmasıyla, ülke içinde sermaye birikimini engellemektedir. Bunedenle, geri-bıraktırılmış ülkeler kendi ekonomik gelişimleri için mevcut bir sermaye birikimine sahip değillerdir.
Üçüncü olarak, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki emperyalist hegemonya, ülkelerin kendi gereksinmelerine ve koşullarına uygun olarak (iç dinamikle) gelişimini engellediğinden, bilimsel ve teknolojik alanda yeni gelişmeler sağlamaları olanaksız kılınmıştır. Bu ülkelerde yetişmiş insan gücü, "beyin göçü" yoluyla emperyalist metropollere aktarılmıştır. Ülke içindeki eğitim, tümüyle emperyalizmin içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak düzenlendiğinden, bilimsel ve teknolojik alanda araştırma faaliyetinde bulunabilecek insan gücü en aza indirilmektedir.
Dördüncü olarak, geri-bıraktırılmış ülkelerde, şu ya da bu nedenle bilimsel ve teknolojik alanda bir gelişme yaratılabilindiğinde ise, patent hakları şemsiyesi altında kolayca işe yaramaz hale getirilmektedir.
Beşinci olarak, ihracat ve ithalat işlemlerindeki eşitsizlik, ülke içi kaynakların dışarıya transferini sağlayarak sermaye birikimini engellemektedir.
Bu belli başlı yanlar, dış ticaretin devletleştirilmesinden emperyalist ülkelerden alınan kredi ve borçların iptaline kadar bir dizi önlem alınmadıkça, geri-bıraktırılmış ülkelerin ekonomik kalkınma için gerekli kaynaklara sahip olamayacaklarını göstermektedir.
Salt bir Marmara depreminin ortaya çıkardığı yıkım bilançosuna bakıldığında, "dışardan" sağlanan kaynakların 4-5 milyar dolar civarında olduğunun hükümet tarafından "övünerek" ilan edildiği görülmektedir. Ülke içi kaynaklardan sağlanamayacağı iddia edilen bu miktarın iki-üç katı ise, heryıl dış borçların faiz ve ana para ödemeleri olarak emperyalist ülkelere aktarılmaktadır.
Diğer yandan günümüzde, geçmiş dönemlerden farklı olarak, metafiyatlarınındolarizasyonu yoluyla emperyalist ülkelere yönelik kaynak akışı daha da artırılmıştır. Özellikle emperyalist ülkelere hammadde ve yarı-mamul madde satmak durumunda olan geri-bıraktırılmış ülkeler, fiyatların dolarizasyonu ile büyük kayıplara uğratılmaktadır. Ulusal paraların "konvertibl" kılınmasıyla birlikte, dolar karşısında sürekli değişen ve uluslararası borsalar tarafından belirlenen düşük değerlere sahip olmaları, ülke içi kaynakların emperyalist ülkelere daha fazla oranda transferini olanaklı kılmıştır. (Tabii burada karşı-sav olarak, emperyalist ülkelerin mal satışında doları esas aldıkları gibi, geri-bıraktırılmış ülkelerin de kendi ürünlerini dolarla sattıkları ileri sürülerek, alımda yitirilenin satımda geri alındığını ve bunların da birbirini dengeleyeceği söylenebilir. Ancak geri-bıraktırılmış ülkelerin iç üretim mallarının maliyeti ve fiyatı, ülkenin kendi ulusal parası ile hesaplandığı gibi, bu malların uluslararası pazar fiyatları emperyalist ülkelerin talepleriyle belirlenmektedir. Birinci durumda dolar karşısında ulusal paranın değer yitirmesiyle ortaya çıkan ürünlerin fiyatlarının düşmesi; ikinci durumda alıcının belirlediği düşük fiyat sözkonusudur. Bu iki durum, alım-satım işlemlerinin dolar üzerinden yapılmasının hiçbir kayba neden olmayacağı savını çürütmektedir.)
Tüm bunlardan sonra emperyalizmin "evrenselliği" savunucularının elinde kalan tek şey, geri-bıraktırılmış ülkelerde ortaya çıkan "modern" yaşam görüntüleridir. Çok katlı evler, gökdelenler, son model arabalar, renkli televizyonlar, buzdolapları, çamaşır ve bulaşık makineleri, cep telefonları, hiper marketler vb., emperyalizmin hiç de "kötü" olmadığının, geri-bıraktırılmış ülkelerin gelişimini "belli ölçüde" engellemiş olsa bile, uzun dönemde "çağdaş" bir seviyeye getirdiğinin kanıtları olarak gösterilecektir. Halk kitlelerinin siyasal yönelimleri, olaylar karşısında tepkisiz kalışı, devrimci mücadelenin durağanlığı ve demokratik kitle örgütlerinin etkisizliği, hep bu kanıtların ne denli doğru olduğunun olguları olarak sunulabilmektedir.
İşte emperyalist sömürünün gizlenmesine yönelik ideolojik propagandanın son sığınağı ve kitleler üzerinde en fazla etki yaptığı yer de burasıdır.
Salt ülkemiz tarihine bakıldığında görülecektir ki, emperyalist üretim ilişkileri, benzer bir gelişmeyi 1950'li yıllarda yaratmış ve kitleleri geniş ölçüde etkilemiştir. Geçmiş dönemlere kıyasla geri-bıraktırılmış ülkelerde pazarın genişletilmesi ve buna paralel olarak toplumsal üretimin artışı ve nispi bir refahın ortaya çıkışı 1950'li yılların en temel olgusu olmuştur. Ve bu gelişmenin sonucu ise, geri-bıraktırılmış ülke içindeki çelişkilerin görünüşte yumuşaması, halk kitlelerinin düzene karşı tepkisi ile oligarşi arasında sunibirdengeninkurulması olmuştur. Mahir Çayan yoldaş bu durumu KesintisizDevrimII-III'de şöyle özetlemiştir:
"Ülke içinde pazarın genişlemesine paralel olarak şehirleşme, haberleşme ve ulaşım çok gelişmiş ve ülkeyi ağ gibi sarmıştır. Eski dönemlerdeki halkın üzerindeki zayıf feodal denetim —emperyalizmin fiili durumu bütün ülke çapında değil, ticari merkezlerde ve ana haberleşme yerlerindeydi— yerini, çok daha güçlü oligarşik devlet otoritesine bırakmıştır. Oligarşik devletin ordusu, polisi ve de her çeşit pasifikasyon ve propaganda araçları ülkenin her köşesinde egemenliğini kurmuştur.
Bütün bunlara, I. ve II. genel bunalım dönemlerindekilerle kıyaslanmayacak şekilde, bu ülkelerde emperyalizmin ve oligarşinin propaganda araçlarını korkunç seviyeye getirmesini, pasifikasyon yöntemlerini geliştirmesini ve geçmiş dönemlerde milli kurtuluş savaşlarından edindiği tecrübeleri ilave etmek gerekir.
Artık geri-bıraktırılmış ülkelerdeki oligarşik devlet aygıtı, mevcut üretim ilişkilerini —buna ülkedeki kapitalizm iç dinamikle gelişmediği için, emperyalist üretim ilişkileri demek yanlış olmayacaktır— uzun bir süre koruyabilecek seviyeye gelmiş, bu ülkelerdeki halk kitlelerinin, özellikle geniş emekçi yığınlarının tepkileri pasifize edilerek, bu tepkiler ile oligarşi arasında suni denge kurulmuştur. (Bu durum, pasifizmin, revizyonizmin bu ülkelerdeki maddi dayanağını teşkil etmektedir.)"
Geri-bıraktırılmış ülkelerde halk kitlelerinin mevcut düzene karşı tepkileri ile oligarşi arasında kurulmuş olan suni denge, bir yandan üretim artışına paralel olarak gelişen nispi refaha dayanırken, diğer yandan ve temel olarak emperyalizmin ve oligarşinin zoruyla sürdürülmektedir. 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte kitlesel ölçekte sürdürülen baskı ve terör, oligarşinin bozulmaya yönelen suni dengeyi yeniden kurma amacına yönelmiştir. Oligarşinin askeri baskı ve terörü ile pasifize edilmiş olan kitleler, 1985 sonrasında dünya ekonomik buhranının şiddetinin azalmasına paralel olarak ortaya çıkan ekonomik gelişmelerle yüzyüze gelmişlerdir. Günümüzdeki tüm ideolojik ve politik olgular, bu ikili gelişimin ürünü olmuştur. Bu ikili yönün birisi ihmal edilerek olguların doğru bir biçimde belirlenmesi ve tahlil edilmesi olanaksızdır.
Diyebiliriz ki, geri-bıraktırılmış ülkelerin ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel vb. her alanda gerçek ve kalıcı bir gelişmeye ulaşabilmesinin önündeki en temel engel, emperyalizm ve emperyalist sömürüdür. Emperyalizmden ve emperyalist sömürüden kurtulabilmenin tek yolu ise, ülkenin bağımsızlığını elde etmesidir. Bu da, günümüzde bir halk kurtuluş savaşı verilmeksizin gerçekleştirilemez. Bu savaşın verilebilmesinin en büyük engeli ise, halk kitlelerinin düzene karşı tepkisi ile oligarşi arasında kurulmuş olan suni dengedir. Suni dengenin bozulması, devrimci mücadelenin günümüzdeki en temel görevi durumundadır. Bu görev, kaçınılmaz olarak, suni dengenin oluşumu ve sürdürülmesini sağlayan temel etmenlere karşı mücadele edilmesini gerektirir. "Globalizm" propagandasına ve demagojisine karşı mücadele, suni dengeyi bozmaya yönelik savaşın ayrılmaz bir parçasıdır. Bu da, emperyalizmin ve emperyalist sömürünün niteliğinin ve günümüz koşullarında biçimlenişinin kitlelere açık ve net biçimde gösterilmesi ve kavratılmasını gerektirir.
Dipnot
[1*] Osman Ulagay, Aktüel, 25.11.1999 [2*] Osman Ulagay, Aktüel, 25.11.1999 [3*] İlgilisine not: Osman Ulagay, Hasan Cemal ve Asaf Savaş Akat ile birlikte, Cumhuriyet gazetesini, Uzanlar başta olmak üzere ticaret burjuvazisinin 1980 sonrasında yeni palazlanan kesimlerinin bir organı haline getirme girişiminin asli faillerinden birisidir. [4*] Bu ve benzeri savları ileri sürenlerin en geniş ölçekte kullandıkları yöntem demagoji yapmakdır. Bu nedenle, herhangi bir sav, tarihsel ve güncel bazı olgularla çürütüldüğünde, hemen yeni bir olgu karşı kanıt olarak ileri sürülmektedir.