Kıyısından Köşesinden, Demagojik ve Popülist
Emperyalizm ve
Anti-Teoriler
11 Eylül günü üç uçakla New-York'daki "Dünya Ticaret Merkezi" binaları ile Washington'daki ABD Savunma Bakanlığına (Pentagon) yönelik gerçekleştirilen intihar eylemleri sonrasında gelişen olaylar, yaklaşık on yıldır fazla söz edilmeyen ve hatta "globalizm" propagandası ile tümüyle ortadan kalktığına inanılan emperyalizm olgusunu yeniden gündeme getirmiştir.
Büyük propagandalarla başlatılan ve bütün dünya halklarının neredeyse sessizce onaylayıp "meşru" gördüğü Amerikan emperyalizminin ("müttefikleriyle birlikte") Afganistan'a saldırması ve ardından ülkeyi işgal etmesinin görüntüleri henüz hafızalardan silinmemişken, Guantanamo'daki ABD askeri üssüne götürülen "El Kaida ve Taliban teröristleri"ne yapılan uygulamalar ve ardından İsrail'in Filistinlilere yönelik Mart 2002 sonunda başlattığı askeri cezalandırma ve imha operasyonlarının görüntüleri yazılı ve görüntülü basında yer almaya başlamıştır.
İşte bu son görüntülerin, Amerikan emperyalizminin, dünya halklarının elli yıldır bildiği, gördüğü görüntülerinden hiç de farklı olmadığının görülmesi, emperyalizm kavramını yeniden güncelleştirirken, aynı zamanda "globalizm" propagandasını da büyük ölçüde geriletmiştir.
Bu gelişmeye ilk tepki veren kesim ise, her zaman olduğu gibi, "globalizm" yandaşı haline gelmiş olan küçük-burjuva aydınları olmuştur.
İlk günlerde, özellikle İsrail'in Filistinlilere yönelik cezalandırma ve imha operasyonlarının görüntüleri ve bu operasyonları açık biçimde Amerikan emperyalizminin desteklemesi karşısında korkan ve ürken küçük-burjuva aydınları, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı koşullarında "globalizm" yandaşlığı ile elde ettikleri ayrıcalıklarını yitirmenin kaygısı içine girmişlerdir. Bu kaygıyla, ilk anda, Amerikan emperyalizmine ve İsrail'e karşı "eleştirel" bir tutum içine girmek zorunda kalan bu kesimler, anti-emperyalist düşüncelerin ve söylemlerin yaygınlaşması karşısında, yeniden sınıfsal çıkarlarını anımsayarak, kontroldan çıktığını gördüğü gelişmeye karşı atağa geçmiştir.
Ülkemiz somutunda televizyon belgesellerinin "unutulmaz yönetmeni" Can Dündar bu durumun ilk farkına varanı olarak ortaya çıkmıştır.
Can Dündar, bir yandan Fransa'da yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda faşist ve ırkçı Le Pen'in ikinci tura kalması karşısında gösterilen birleşik ve eylemli tepkilerin oluşturacağı sempati ve gelişmeleri önlemek için anti-faşist cephelere "inanmadığını" açıkça ilan ederken, diğer yandan "emperyalizm" olgusunu yeniden "belgeleme" işine hız vermiştir.
Liberal-anarşist Noam Chomsky övgüleri ile yetinmeyen Can Dündar'ın anti-emperyalist mücadelenin "işini görmek" için bulduğu son "belge", ABD başkanı Johnson'un 5 Haziran 1964 tarihli İsmet İnönü'ye yazdığı mektup olmuştur.
Bilenlerin bildiği, anımsayanların anımsadığı ünlü Johnson Mektubu, 1964 yılındaki Kıbrıs olayları sırasında yazılmıştır. Mektup öz olarak, ABD'nin "Türkiye'nin kendi ulusal çıkarları ve davası için" kendi başına hareket edemeyeceğini, dolayısıyla Amerikan emperyalizminin verdiği silahları kullanamayacağını, aksi halde Sovyetler Birliği' nin olası saldırısı karşısında yalnız kalacağını, tüm diplomatik nezaket kurallarına aykırı bir üslüpla yazılmış ifadeler içermektedir. Türkiye'nin Amerikan emperyalizmine bağımlılığını açıkça belgeleyen ve bu bağımlılık sürdüğü sürece Amerikan emperyalizminin istemleri dışında hiçbir şeyin yapılamayacağını gösteren bu belge, özellikle 1965 sonrasında gelişen öğrenci gençlik hareketlerinde en temel "argümanlardan" bi risi olmuştur. Bir bakıma öğrenci hareketinin anti-emperyalist çizgiye doğru evrilmesinin dönüm noktasını oluşturmuştur.
İşte "televizyon belgesellerinin unutulmaz yönetmeni" Can Dündar, böylesine tarihsel bir gelişmenin belgesini yıllar sonra yeniden "gündeme" getirirken, onun içeriğini sulandırmıştır. Öyle ki, Can Dündar'a göre, Johnson Mektubu doğrudan İsmet Paşanın bir "oyunudur". Bir başka deyişle, ABD başkanı Johnson, "diplomatik nezaket kurallarına aykırı ve sömürge yöneticisi söyleminde" kaleme alınan bir mektup göndermeyi hiç düşünmemişken, İsmet Paşa, "ulusal çıkarlar" için böyle bir tehdit mektubunun yazılmasını zorlayan davranışlar sergilemiştir!
Böylece Can Dündar tipi "demokrat-hümanist-globalistler", anti-emperyalist mücadelenin pek de gerekli olmadığını, bu mücadeleyi gerektiren bir durumun tarihsel olarak mevcut olmadığını yeni kuşaklara kabul ettirmeye çalışmaktadırlar. Hatta bununla da yetinmeyerek, Johnson Mektubu'nun çok yerinde olduğunu, bu sayede "ulusal savunma sanayimizin" geliştirildiğini, dolayısıyla bu Mektup'a tepki göstermenin "pek de mantıklı" olmadığını işlemeye çalışmışlardır.
Can Dündar'ın bu anti-emperyalist mücadele karşıtı "belgeselciliği", son dönemde emperyalizm olgusunun daha geniş kitleler tarafından görülmesiyle başlayan gelişmeye karşı tek olay değildir. Özellikle Cumhuriyet gazetesinde "köşe" tutan "eski globalistler" ile "gizli globalist solcular", gelişmeleri "kaygıyla" izlemeye başlamışlardır. Anti-emperyalist mücadelenin yurtseverlik temelinde gelişim dinamiklerini köreltmek ve milliyetçilik temeline oturtmak amacıyla harekete geçen 1960'ların milliyetçi-devrimci, "sol" cuntacı Cumhuriyet yazarları, tüm kavramların içeriğini boşaltmak ve bozmak amacıyla yola çıkmışlardır.
Cumhuriyet gazetesinin 10 Mayıs 2002 tarihli sayısında "devrimci-milliyetçi" ve "Kemalist" ve hatta "solcu" Ali Sirmen "Emperyalizm Teorisi" başlığıyla şöyle yazmıştır: "Basınımızın sol kanadında, değerli yazarlar arasında başlayan emperyalizm tartışması bu kavramı bir kez daha düşünmeme neden oldu...
Son zamanlarda, Türkiye'de birbirine yüzde yüz zıt olan, sermayenin ve işlevinin tanımında bile son derece karşıt kutuplarda bulunan grupların hemen hemen aynı emperyalizm tanımında buluşmaları bana garip geliyor." Bu girişle başlayan Ali Sirmen, Marksist emperyalizm tanımının "yanlış" olduğunu kanıtlama işine girişir.
Ali Sirmen, yazdığına göre, "üniversitenin son yılında" emperyalizm kavramını "yerli yerine oturtmaya çalışmıştır". "Haziran sınavlarından çıkar çıkmaz ayağının tozuyla gittiği Aix En Provence'deki Akdeniz öğrencileri toplantısında" Arap öğrencilerin, "Arapların geri kalmışlıklarının sorumluluğunu Osmanlı'ya bağlayan ve Türk emperyalizmine atıfta bulunan" konuşmaları karşısında "düşünmeye başlamıştır".
Ali Sirmen'in bu derin düşünme sürecinde ulaştığı sonuç ise, "çokuluslu Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenlik döneminin Türk emperyalizmi olarak sunulmasının biraz çarpık gelmesi"dir. "Osmanlı topraklarını geçmiş olan gezgin Belon du Mans"dan yaptığı alıntıyla Osmanlı İmparatorluğu'nun ne denli "eşitlikçi", "müreffeh" olduğunu, dolayısıyla baskıcı, ezici ve sömürücü olmadığını ispatlamaya çalıştıktan sonra, konunun özüne gelmiştir: "O yıllarda bizim ülkemizde de 'geri bıraktırılmış Türkiye' savı pek revaçtaydı.
Doğrusu bunu da anlamakta güçlük çekiyordum. Nasıl oluyordu da, iki kez Viyana kapılarına dayanmış olan bir imparatorluk, kısa bir süre içinde başkaları tarafından geri bıraktırılıyordu? Geri kalmamızın iç dinamikleri, ekonomik ve sosyal yapımızla ilgili nedenleri yoktu da, durumumuzun tek sorumlusu emperyalizm mi oluyordu? İlk ağızda kişiyi fevkalade rahatlatıcı olan bu durum, sağlıklı düşünmeyi ve geniş ihatalıanalizi engelleyen fazlaca kolaycı bir tutum değil miydi? emperyalizme eşit veya eşdeğerli bir değerler bütünü yaratmaya hiç de hevesli olmayan insanların antiemperyalizmi bir zihin tembelliği değil miydi?" (abç) Böylece anti-emperyalistlere son vuruşu yaptığını düşünen Ali Sirmen, "şu emperyalizm teorimizi, bir daha gözden geçirsek, derim" diyerek yazısını noktalamaktadır.
Görüleceği gibi, yurt dışında eğitim görmüş bir küçük-burjuva aydın olarak Ali Sirmen, kendi ülkesinin tarihinden büyük gurur duymaktadır. "İki kez Viyana kapılarına dayanmış" eşitlikçi, müreffeh imparatorluğun "ahvadı" olarak Ali Sirmen'in Cumhuriyet gazetesi yazarı, "solcu yazar" olduğunu bilmeyenler, kendisinin "milliyetçiliğinden" zerre kadar şüpheye düşmeyeceklerdir. Milliyetçi, ümmetçi, imparatorluk yanlısı "övüncüyle" Ali Sirmen, 1995 sonrasında ülkemizde ortaya çıkan şeriatçı ve faşist-milliyetçi gelişmenin bir türevi gibidir. Şüphesiz Ali Sirmen bu noktada kalabilseydi, İlhan Selçuk'la birlikte Devlet Bahçeli ile yapılan görüşmede özel bir ilgiye mazhar olabilirdi. Ama o, "sol"un emperyalizm teorisini bir yazıyla "haletmeyi" kafaya koyduğundan, Marksizme saldırmadan edememiştir.
Ülkemizde herkesin "aynı emperyalizm tanımında buluşmaları"nı garipseyen Ali Sirmen, doğrudan emperyalizm tanımına saldırmayı göze alamamış olsa gerek, "geri bıraktırılmış Türkiye" tanımıyla işini görmeyi yeğlemiştir.
Kendi "kuşağı"nın devrimci-milliyetçi teorisyeni Doğan Avcıoğlu'nun "Türkiye'nin Düzeni" kitabında yazılanları bugün hiç anımsamazmış gibi görünen Ali Sirmen için varsa da yoksa da "iki kez Viyana kapılarına dayanmış imparatorluk" önem taşımaktadır. Oysa tarih, Osmanlı İmparatorluğu' nun "iki kez Viyana kapılarında" yenildiğini yazmaktadır. Ve askeri savaşın ekonomiyle olan kesin ilişkisi, daha güçlü bir ekonomiye sahip olanların daha zayıf olanları yeneceğini açıkça gösterir. Küçük-burjuva aydınları alıntı yapılmasından çok hoşlanmasalar da, Engels'in askeri savaş ile ekonominin ilişkisini tanımlayışını anımsatmak yerinde olacaktır. "... tabanca, kılıcı yener ve zorun yalın bir istenç işi olmadığını, ama kullanılması için çok gerçek önkoşullar, özellikle en yetkin olanların o denli yetkin olmayanları altettiği aletler istediğini; ayrıca bu aletlerin üretilmesi gerektiğini, bunun da en yetkin zor araçları, kabaca söylemek gerekirse en yetkin silahlar üreticisinin, o denli yetkin olmayanların üreticisini yendiği anlamına geldiğini, ve kısacası, zorun utkusunun silah üretimine, ve silah üretiminin de genel olarak üretime, yani 'ekonomik güç'e, 'ekonomik durum'a, zorun emrinde bulunan maddesel araçlara dayandığını, en çocuksu belitler heveslisi bile kuşkusuz kavrayacaktır." [Engels, Anti-Dühring, s. 252, Üçüncü baskı, Sol Yay.]
(abç) Engels, savaşta zaferin ya da yenilginin temel belirleyicisinin "silah üretimine", "genel olarak üretime, yani 'ekonomik güce'" bağlı olduğunu dönemin savaşlarını irdeleyerek ortaya koyarken, bunları "en çocuksu belitler heveslisi"nin bile "kavrayacağını" söylerken, şüphesiz Ali Sirmen'i düşünmemiştir.
Evet, savaşta, askeri savaşta, zafer ve yenilgi, savaşan tarafların ekonomik durumlarıyla ilgilidir. Dolayısıyla Viyana kapılarına iki kez dayanan ve iki kez yenilen Osmanlı İmparatorluğu, daha o tarihte Avrupa ülkelerinin ekonomik gelişmesinin gerisinde bulunuyordu. Herkesin bileceği gibi, Osmanlı İmparatorluğu'nun bu geri ekonomik yapısı, Avrupa'da gelişen ve büyüyen kapitalizm ile feodalizm arasındaki toplumsal yapı farklılığı olarak ortaya çıkmıştır.
Mahir Çayan yoldaş Kesintisiz Devrim II-III'de Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısını ve sömürgeleşmesini şöyle ortaya koymuştur: "Osmanlı devletini iki aşamada ele almak gerekir: a) Askeri Merkezi Feodal Osmanlı İmparatorluğu. b) Komprador-Feodal Osmanlı Devleti.
Osmanlı toplumu, klâsik feodal bir bünyeye sahip olmamasına rağmen feodal bir devletti. Tam deyimiyle -özellikle 15. yüzyıldan sonra- toplumsal yapı; askeri merkezi-feodal bir yapıydı. Toprağa bağlı reaya üretiyor; artı-ürün, ikincil dereceden feodaller aracılığıyla merkezi otorite tarafından ele geçiriliyordu. Stratejik ticaretin yollarının Osmanlı feodalizminin elinde olması ve dış talan, iç talanın -iç sömürünün- keskin olmamasını sağlıyordu.
Bu durum ve mevcut feodal yapının klâsik tipte olmaması iç çelişkileri belli ölçülerde yumuşatıyordu. (Yani üretici güçlerle feodal üretim ilişkileri arasındaki çelişki kısa bir dönemde had safhaya gelecek kadar keskin olmadı). Kapitalizm yavaş yavaş uç vermeye başlarken, çelişkiler keskinleşme sürecine girerken Avrupa kapitalizminin dış müdahalesi ile bu engellenmiş, yerli kapitalizm gelişememiştir.
Avrupa kapitalizminin bir sömürü sahası haline gelişinde bu zayıf oto-dinamizm şüphesiz önemli rolü oynamıştır.
Osmanlı toplumunun Avrupa kapitalizminin bir açık pazarı haline gelmesi 18. yüzyılın sonlarına doğru olmuştur. (1838 Balta Limanı Anlaşması ile bu durum resmileşmiştir.) Bu yıllar aynı zamanda merkezi otoritenin zayıflayıp feodal mahalli birimlerin gücünü artırdığı yıllardır.
Osmanlı toplumu, 18. yüzyıldan itibaren hızlı bir sömürgeleşme sürecine girmiş, devlet hızla kompradorlaşmış, rüşeym halinde yerli kapitalizm Avrupa kapitalizminin rekabetine dayanamayarak kavrulmuş, ekonomi, feodal-komprador bir yapıya sahip olmuştur.
Bu feodal-komprador ekonomik yapının önemli özelliklerinden birisi de, uluslaşmayı yürütecek, feodal veya yarı-feodal toplum karakterinden, gelenek ve törelerinden doğan sosyal, psikolojik ve de kültürel oluşumun etkisi altında uyuyan halk kitlelerini harekete getirecek, ilerici ve demokratik düşünceyi yaygınlaştıracak güçte devrimci burjuvazinin olmayışıdır. Bu görev zorunlu olarak küçük-burjuvazinin omuzlarına yüklenmiştir. Bir başka deyişle, Osmanlı feodalizminin klâsik bir bünyeye sahip olmayışının oluşturduğu zayıf oto-dinamizm askeri feodal devletin katı merkeziyetçiliğinin oluşturduğu imtiyazlı geniş bürokrasinin adeta bir sınıf gibi hareket kabiliyetini doğurmasıdır.
Merkezi feodal devletin, 18. yüzyılda içte yavaş yavaş merkezi etkinliğini kaybederek, mahalli mütegallibenin iktidar gücünü artırması ve dış müdahale ile merkezi feodal devletin dayanamayarak ittifaka girip, kompradorlaşması, bu imtiyazlı kapıkulu zümresi içinde iki akım ortaya çıkarmıştır. Kapıkulunun Avrupa kapitalizminden paylar alan, imtiyazlı üst tabakası, sultan ailesi ile birlikte hızla kompradorlaşmışlardır. Galata bankerleri, kompradorlaşmış saray ve kapıkulunun (feodal komprador devlet) üst kesimi, batı sömürüsünden oldukça önemli paylar alan imtiyazlı gerici ittifakı oluşturuyordu.
Batı Avrupa kapitalizminin talanı ile hızla eski imtiyazlarını kaybeden, eski 'şanlı' ve imtiyazlı dönemlerinin özlemini çeken kapıkulunun bu tayfası devletin bu yeni sürecinden memnun olmadılar. (Bunda mahalli mütegallibenin gücünü artırması da etkilidir). Eski imtiyazlı günlerin özlemi ile feodal-komprador akıma karşı önce 'Osmanlılık', sonra da Avrupa' da gelişen, milliyetçilik akımının etkisi ile 'Türkçülük' bayrağı altında tavır aldılar. Ancak bu zümre karakteri gereği hedefleri daima bulanık, eylemleri de direkt sonuca gidecek eylemler değildir. Avrupa kapitalizmi bu zümre içinde kendine ajanlar bularak, temelde kendi istismarını daha da genişleten sahte devrimci hedeflere -Turancılık, vs. gibi- çoğu kere rahatlıkla kanalize edebilmiştir. Hatta zaman zaman feodalitenin tepkilerine karşı, bu zümreyi bir tehdit aracı olarak bile kullanabilmiştir." Yine aynı yazıda Mahir Çayan yoldaş Osmanlı İmparatorluğu'nda iç dinamiğin durumunu şöyle ortaya koymuştur: "18. yüzyılda, Osmanlı toplumunda -toplumun iç dinamiğine ilişkin engelleyici faktörlerin bulunmamasına rağmen- feodal üretim biçimine kıyasla daha ileri bir üretim biçimi olan kapitalizmin oluşumu kendisini göstermiş.
a) Tarım, zanaat ve ticaret birbirinden ayrılmış, belli bir ticari ve tefeci sermaye birikimi meydana gelmiş;
b) Verimli yatırımlara yönelik zihniyet gelişmiş ve
c) Serbest iş gücü doğmuş;
d) Belli bir sermaye birikimini elinde tutan ve verimli yatırımlara yönelen yerli burjuvazi çekirdekleşmiştir.
Denilebilir ki, Osmanlı toplumunun oto-dinamizmi -güçlü olmamasına rağmen- kapitalizmin bağımsız gelişmesi, sanayi devriminin yapılabilmesi için elverişliydi. Kapitalist düzene geçilememesinin ve Avrupa kapitalizminin sömürü sahası olmasının nedenlerini şu şekilde özetleyebiliriz:
a) Dünya ticaretinin mihrakı durumunda olan Anadolu'nun yeni deniz yollarının bulunması ile bu özelliğini yitirmesi, deniz ticaretinin önem kazanması;
b) Avrupa'nın Asya, Afrika, Amerika ve Hindistan'ın insan gücü ve doğal kaynaklarını yağmalayarak elde ettikleri büyük sermaye birikimi;
c) Avrupa'da vurucu gücü büyük, ateşli silahlarla donatılan profesyonel orduların kurulması vs.
Bütün bunlar Batı-Avrupa ülkelerinin toplumsal yapılarında ileriye doğru atılımın, modern kapitalizmin oluşumunun sıçrama tahtası olurken, Osmanlı toplumunun kapitalist düzene geçmesine dış engel teşkil etmişlerdir." Görüleceği gibi, Osmanlı İmparatorluğu' nun "iki kez Viyana kapılarına dayanmasına" rağmen 20. yüzyılın başlarında emperyalizme evrilen Avrupa kapitalizminin sömürü alanı haline gelmesinde fazlaca bilinmez şeyler bulunmamaktadır.
Sorun, Osmanlı İmparatorluğu'nun zayıf da olsa kendi iç dinamiği ile kapitalizme geçmesinin ve sanayi devrimini gerçekleştirmesinin koşullarının mevcut olup olmaması değil, bu iç dinamiğin çarpıtılması ve dış dinamiğe bağlanması olgusunda yatmaktadır. Emperyalizm olgusu da bu bağlamda ortaya çıkmaktadır.
Kapitalizmin tekelci kapitalizme dönüşmesiyle birlikte dünya çapında bir olgu olarak ortaya çıkan emperyalist sömürü ve emperyalist sömürgecilik koşullarında, ülkemizin geri-bıraktırılmışlığının tarih öncesine dönerek konuyu ele almak, eğer bilinçli bir çarpıtma değilse, emperyalizm olgusunu bir yana bırakmak demektir.
Bugün ülkemiz, kendi iç dinamiği ile gelişmediğinden, varolan kapitalizm çarpıktır, dış dinamiğe, yani emperyalizme bağımlıdır. Bu nedenle, ülkemizde mevcut olan kapitalist ilişkilerin iç dinamiklerle çarpıklıktan kurtarılabilinmesi ve mevcut kronik sorunlardan kurtarılabilinmesi olanaksızdır. Ülkede sürekli mevcut olan ekonomik bunalımın temelinde emperyalizme bağımlılık yattığından, bu bağımlılık ortadan kaldırılamadığı sürece, normal kapitalist ilişkilerin bile var edilebilinmesi mümkün değildir.
Bu gerçekliğin somutluğu ise, emperyalizme olan bağımlılık sona erdirilmediği sürece, ne "iç dinamiği" güçlendirmek amacıyla yapılacak "ulusalcı" uygulamalar, yani "milli burjuvazi yaratma" çabalarının, ne de mevcut siyasal yöneticilerin "iç dinamiği güçlendirici" "dirayetli" çabalarının bir işe yaramayacağıdır.
Diğer yandan, küçük-burjuvazinin önderliğinde yürütülen bir anti-emperyalist ulusal kurtuluş hareketinin sadece emperyalist sömürüyü belli bir süre kesintiye uğratarak, sadece mevcut işbirlikçi burjuvazinin tasfiyesini sağladığı da tarihsel bir gerçektir. Bu küçük-burjuva iktidarlarının yapabildikleri, "ulusalcı" politikalar izleyerek "ulusal sermaye birikimi" sağlamaktan öteye geçememiştir. Bu "ulusalcı politikalar", emperyalizm için başlı başına bir sorun oluşturan feodal kalıntıların temizlenmesine hizmet ettiği sürece, sadece emperyalizmin işini kolaylaştıran sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.
Ancak bireyciliğin sınıfsal bir özellik olan küçük-burjuvazi, her zaman tarihin sınıf mücadelesi olduğunu gerçeğini kabul etmeyen bir sınıfsal bakış açısına sahiptir. Bu sınıf için, tarih, bireylerin tarihidir. Dolayısıyla tüm tarihte "iyi" ya da "kötü" bireylerin oynadığı rol üzerinde bitmez tükenmez tartışmalar yapmaktan hoşlanır. Onlar, Ali Sirmen'in sözleriyle ifade edersek, "iki kez Viyana kapılarına dayanmış" bir imparatorluğun yöneticileri "dirayetli" ve "bilgili" olsalardı "dış güçler" böylesine etkili olamazlardı diye düşünürler. Bu nedenle, onlar her zaman "ikinci M. Kemal" peşinde koşarlar. Onlara göre, ülkenin "makus kaderinin" değiştirilebilinmesi için emperyalizmin mutlak yenilgiye uğratılması için halk kitlelerinin bilinçlendirilmesi ve örgütlendirilmesi gereksizdir. Yeni bir "Mustafa Kemal" bu işi kolayca halledecektir.
Ali Sirmen türü küçük-burjuva aydınları bu sınıfsal bakış açısıyla tarihi yeniden kurgulamaktadırlar. Tarihi bugünün değer ve ölçüleriyle yeniden "yazma" mantığından başka bir anlamı olmayan bu kurguculuk, kaçınılmaz olarak, günün somut sorunları için tarihsel gerçeklerin değiştirilmesini de beraberinde getirmektedir. Ali Sirmen, bir köşe yazarı ve "mevcut hükümeti karşı" köşe yazarı olarak, "mevcut hükümetin" icratını "eleştirmek" durumdadır. Ülkenin içinde bulunduğu olumsuz koşulların sorumlusu olarak "mevcut hükümeti" göstermek zorunluluğu içinde olduğundan, ülkemizdeki mevcut koşulların "dış dinamikten kaynaklandığı"na ilişkin her türlü değerlendirmeyi ve saptamayı da önsel olarak reddetmek durumundadır. Onun gibilerinin kafa yapısına göre, ülkemizin bugün içinde bulunduğu koşulların "dıştan" kaynaklandığını söylemek, "mevcut hükümeti" "aklamak" anlamına gelmektedir. O, bundan daha ötesini düşünemeyecek kadar körleşmiştir. Bu nedenle, "mevcut hükümetin", sonal olarak mevcut toplumsal düzenin sadece siyasal ilişkiler alanının küçük bir bölümünü oluşturduğunu, esas olanın tüm ekonomik, sosyal ve siyasal ilişkiler alanı olduğunu unutmuşlardır. Mevcut sosyo-ekonomik yapının dışa bağımlı yapısı bir yana bırakılarak, "en iyilerin" hükümet kurmasıyla sorunların çözüleceği beklentisi, neredeyse tüm küçük-burjuva aydınlarının temel yanılgısı durumundadır.
Bu yanılgılarıyla, bu sınıfsal bakış açılarıyla bugün "globalleşen dünyada" yaşadığımıza inanan saf küçük-burjuva aydınları son gelişmeler karşısında ürkmüş ve paniğe kapılmıştır. Amerikan emperyalizminin dünya çapında saldırganlığını gün be gün artırması, anti-emperyalist mücadelelerin yeniden yükselmesinin koşullarını olgunlaştığını gören bu aydınlar, bir yandan emperyalizmin kanlı terörünün hedefi olma korkusu taşırken, diğer yandan geçmişle kıyaslanamayacak kadar şiddetli bir anti-emperyalist halk savaşından kaçmak istemektedirler. Tüm yaptıkları çarpıtmaların ardında yatan onların bu sınıfsal korkularıdır. Her zaman olduğu gibi, bir gün anlayacaklardır ki, korkunun ecele faydası yoktur.