Ekonomik ve Siyasal Kriz Ortamında
Solda Marjinalleşme
Emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerinin Asya Krizi ile başlayıp ülkemize kadar uzanan yeni bunalımıyla birlikte, ekonomiden siyasete, sanayiden tarıma herşeyin "yeniden yapılanma" içine girdiği ve girmesi gerektiği söyleminin alabildiğine yaygınlaştığı bir evrede, ülkemiz solu, reformizm ile marjinalleşme arasında gidip gelen ve "F-Tipi Muharebesi" söylemiyle zamanı geçiren bir görünüme sahip olmuştur.
Ekonomik buhranın şiddetle yansıdığı ülkemizde, Aralık 1999'da imzalanan IMF stand-by anlaşmasıyla "istikrar tedbirleri"nin küçük-burjuvazinin kitlesel desteği ile uygulanmaya başladığı aşamada, solda egemen olan ideolojisizlik tam bir keşmekeş yaratmıştır. Tüm sol örgütlenmeler, uygulanan "istikrar tedbirleri"ni "emperyalizmin dayatması", "IMF'nin reçeteleri" olarak değerlendirmekten ve mevcut Ecevit hükümetinin "emperyalizmin uşağı" olduğunu yinelemekten öteye geçememiştir. "Yaşamda Atılım"ın sözleriyle ifade edersek, "yürütülecek mücadelede devrimci örgüt ve partilerin kendini tekrardan ibaret formülasyon ve taktikleri aşan bir beyin ve pratik hazırlığa sahip olması"[1*] olanaklı değilken, bunun nedenleri ve çözümleri yanlış yerlerde aranmıştır. İdeolojisizlik ve buna bağlı olarak teorisizlik, kolayca "beyin ve pratik hazırlık" düzeyine indirilebilmekte, soldaki teorik seviyenin alabildiğine düştüğü bir evrede "globalizm"in kavramları ve söylemleriyle sorunlar ele alınmaya ve çözümlenmeye çalışılmaktadır.
Emperyalist "think tank"larına karşı "beyin hazırlığı"ndan sözedilebilmekte, ekonominin ve siyasetin emperyalizm ve oligarşi tarafından "yeniden yapılanması"na karşı "yeniden yapılanma sürecinde devrimci hareketin yönü" adlı paneller düzenlenebilmektedir.
İki yıl önce "Sınıf Pusulası"nda şunlar yazılmıştır:
"Örgütsel düzeyin geriliği, kadrosal birikimin aşırı zayıflığı, ciddi bir yeraltı hiyerarşisine sahip olmamak ve çoğunlukla İstanbul'a sıkışmışlıkla karakterize olan, daha çok bir dergi çevresi gerçekliği içinde bulunan ve de kendi güçleriyle bağımsız bir kitle eylemi örgütlemeyi başaramayan bu zayıf, fakat eldeki güçleriyle kesintisiz politik faaliyette ısrar eden dergi çevreleri '98'de asıl olarak daralma yaşamışlardır...
En önemli sorun 'belli başlı' parti ve örgütlerin hiçbirinin '98 yılında sınıf mücadelesinin gerektirdiği politik faaliyet ve eylem düzeyini yakalayamamış, devrimin o süreçteki ihtiyaçlarını yanıtlama pratiği sergileyememiş oluşudur..."[2*] (abç)
Aradan geçen zamanın fazlaca birşeyi değiştirmediği "Yaşamda Atılım"ın 10 Şubat 2001 tarihli sayısında yer alan başyazıda şöyle ifade edilmektedir:
"Egemen sınıflar ve MGK iktidarı, dışarıda büyük ölçüde marjinalleştirilmiş devrimci parti ve örgütleri cezaevlerinde teslim alma ve Mamaklaştırılmış bir yenilgiyle kendini doğrultamayacak bir tükeniş sürecine sokma, özcesi, destek güçlerden de yalıtarak bitirme stratejisini pratikleştirmede yoğunlaştırmıştır. 19 Aralık, örgütlenmiş, planlanmış yeni bir saldırı döneminin başlangıcını ifade eder. Fiili tasfiye terörü, dışarıda da hedefler parça parça daraltılarak sürdürülecektir.
Devrimci harekete dayatılan ideolojik-siyasal tasfiyecilik, yeni durumda fiili tasfiye ve teslim alma saldırısının öne geçirilmesiyle birleştirilerek sürdürülüyor.
Tasfiyecilik sadece en belirgin biçimi olan sağcılaşma zemini üzerinde düzeniçileşme çizgisinde olmaz. Politika yapamamak, içe dönmek, darlaşarak sekterleşmek, her gün daha fazla işçi ve emekçiyi mücadeleye katarak büyümeyi başaramama zemini üzerinde de gelişebilir. Ki son süreçteki devrimci hareketin durumu daha çok bu tehlikeye işaret eder. Örgütsel düzeyi daralmış, sınırlı sayıda kadroyla faaliyetini sürdüren dört-beş devrimci yapılanmada olası tasfiyecilik sadece ÖDP ve EMEP hattında değil, bütünüyle tasfiye olma zemini üzerinde gelişebilir."[3*] (abç)
Görüldüğü gibi, iki yıl önce "İstanbul'a sıkışmış dergi çevreleri", iki yıl sonra "büyük ölçüde marjinalleşmiş devrimci parti ve örgütler"e dönüşmüştür. Ve gelinen aşama, "Yaşamda Atılım"a göre, "bütünüyle tasfiye olma" aşamasıdır.
Ama, "marjinalleşme"nin ne olduğu ve "bütünüyle tasfiye olma"nın neyi ifade ettiği yine de belirsizdir.
Bilindiği gibi, kendisini DHKP-C olarak örgütleyen, "vatanseverlerin sesi" olmaya yönelen DS'nin Haziran 2000'de başlattığı F-tipi cezaevlerine yönelik kampanya, Ekim 2000'de başlatılan "ölüm oruçları"yla birlikte, tüm sol örgütlerin gündemini belirlemiştir. Böylesi bir özel soruna bağlanan sol hareketin, ülkede uygulanan "istikrar tedbirleri"nin tüm sınıfları ve toplumsal kesimleri doğrudan mülksüzleştirmeyi hedeflediği bir süreçte, 60'lı, 100'lü, 200'lü günlere giren ölüm oruçlarından öte bir şeyle ilgilenemez hale geldiği açık bir olgudur. Bunun, ne ölçüde "marjinalleşme"yi ve ne oranda "bütünüyle tasfiye olma"yı ifade ettiği ise bilinememektedir.
Eğer marjinalleşme, siyasal anlamda, siyasal bir hareketin ya da örgütlenmenin, kendi içsel ya da özsel sorunları dışında hiçbir sorunla ilgilenemez oluşu ve kendi öz amaçlarından uzaklaşmışlığı ise, bugün ülkemiz solunda "marjinalleşme"nin en "marjinal" noktaya kadar ulaştığından sözetmek yanlış olmayacaktır. "Kendi güçleriyle bağımsız bir kitle eylemi örgütlemeyi başaramamak" güçsüzlüğün bir ifadesiyse, "ideolojik-siyasal tasfiyecilik" ÖD Partisi ve EMEP'le birlikte "kitle eylemi" düzenleme girişimlerinden başka birşey değildir.
Oligarşinin 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte başlayan depolitizasyon ve bunun soldaki yansısı olan ideolojisizleşme süreci ve Marksist-Leninist teorinin bir yana bırakılması, günümüzdeki tüm "marjinalleşme"nin ve "tasfiyeciliğin" temelini oluşturmaktadır.
Uzun süre PKK hareketinin varlığıyla üstü örtülen ve PKK'nin yaratmış olduğu hareketlilik içinde gözle görülmez olan tüm eksiklikler ve hatalar, 1996 yılından itibaren açık hale gelmiştir. 1995 Gazi olaylarının "ayaklanma" olarak lanse edildiği, 1 Mayıs'larda "en büyük pankart" yarışmalarının yapıldığı bir dönemin sonuna gelindiğinde, ülkemizde gelişen ekonomik, sosyal ve siyasal olayları kavrayamayan ve izleyemeyen bir sol hareket ortaya çıkmıştır. Silahlı mücadele ile barışçıl mücadele, legal mücadele ile illegal mücadele ve ekonomik-demokratik mücadele ile siyasal mücadele arasındaki sınır çizgilerinin tümüyle silikleştirildiği, tüm politik ve ideolojik kavramların içeriklerinin boşaltıldığı koşullarda, gelişen olayların doğru bir tahlilinin yapılması ve buna uygun düşen taktiklerin belirlenmesi olanaksızdır. Ülkemiz tarihinin en kapsamlı mülksüzleştirme uygulamalarının başlatıldığı bir evrede, istense de istenmese de, tüm solun "F-tipi muharebe"ye "kilitlenmesi" bu durumun kaçınılmaz sonucu olmuştur.
Ölüm oruçlarının hazırlayıcısı ve başlatıcısı durumunda bulunan kesimin yayınlarına bakıldığında, "ölüm orucu"nun tüm sayfaları kapsayan "gündem" olarak ortaya çıkması elbette kimseyi şaşırtmamaktadır. Aynı kesimin, kimi sayfalarında ÖD Partisi ve EMEP'e yönelik ağır ithamları yer alırken, kimi sayfalarında ÖD Partisi ve EMEP'le nasıl "eylem birliği" yapılacağı haberlerinin yer alması da kimseyi şaşırtmamaktadır. "Devrim şehitleri" için "mevlit" okutan "vatanseverler", gün gelip ölüm oruçları için "din adamlarına" şöyle bir çağrı yapabilmektedirler:
"Eğer insanların düşünceleriyle, inançlarıyla yaşaması gerektiğine inanıyorsanız,
Eğer zulme, işkenceye karşıysanız... Eğer, hak diye, adalet diye bir şey savunuyorsanız,
HÖP sizleri bu zulme sessiz kalmamaya çağırıyor. Vaazlarınızda, Cuma hutbelerinizde müslümanlara duyurun bu zulmü. Onlara sessiz kalmamalarını vaaz edin. Dua edin şehitlerimiz için. Zalimlere lanet okuyun.
İslam, komşusu aç yatarken onu düşünmeyeni, dinden imandan yoksun sayar. Böyle bir dinde, yanıbaşında hapishanelerde insanlar işkence altındayken, hiçbir şey yokmuş gibi davrananlar müslüman sayılır mı?
'Kötülükler karşısında sessiz kalan dilsiz şeytandır' der hadis.
Katleden, işkence yapan, düşünceleri yokeden şeytanı desteklemeyin.
Zulme sessiz kalıp şeytan olmayın."[4*]
Sorunun, kimin kime ne çağrısı yaptığı değil, "kendine özgü komünistler"in çağrılarını "hadis"lerle alıntılaştırmalarına kadar gelinmesi ve bunun solda yadırganmamasıdır.
Kimileri için "Yaşadığımız Vatan"ın söylemi ve içeriği yadırgatıcı gelmese de, olayın ideolojik-politik içeriği, soldaki "marjinalleşme"yi açıklayıcı niteliktedir. Bir yanı PKK hareketinin pragmatizmiyle doğup gelişen, diğer yanı küçük-burjuva reformizmiyle beslenen ideolojisizleşme, her türden ideolojik konumların terkedilebilmesini ve bunun yadırganmamasını getirmiştir.
Bu ideolojisizlik öylesine bir boyuta ulaşmıştır ki, 1970'lerin oportünizmi ve kavram keşmekeşi çok daha "bilimsel" görünür olmuştur.
Solun "kilitlendiği" F-tipi cezaevleri sorununa ilişkin olarak "Yaşamda Atılım" 28 Nisan 2001 tarihli sayısında şunları yazmaktadır:
"Dört ayı aşkın süredir devam etmekte olan F tipi muharebe, tarafların karşılıklı olarak ideolojik, politik duruşlarını da test eden bir mahiyet taşıyordu.
Diğer yandan 19 Aralık stratejik saldırı sonrasında insanlık, yeni bir sınav sürecindeydi. Öncelikle belirtmek gerekir ki, insanlık sınıfta kaldı...
19 Aralık saldırısının hemen sonrasında direniş cephesinin sokak ayağı, kapsamlı yeni saldırının şok etkisiyle zayıfladı. 19 Aralık öncesinde belirli bir ivme kazanan politik kitle hareketi belirgin tarzda inişe geçti. Faşizmin demagojileri ilerici kitleler nezdinde etkili oldu. Genel olarak devrimci hareketin saflarında azımsanmayacak ölçüde yenilgi psikolojisi oluştu."[5*] (abç)
"Karşı tarafın" "stratejik saldırısı" sonrasında oluşan "yenilgi psikolojisi"ne rağmen, "Gelinen aşamada" diyor "Yaşamda Atılım", 28 Nisan 2001 tarihinde, "devrimci tutsaklar cephesinde bir irade kırılması yaşanmazken, devlet cephesinde irade kırılması yaşanıyor. Devrimci tutsaklar ise, zirveye tırmanmış bulunan F tipi muharebesinde zaferin öngünündedir."
Eğer "F tipi muharebe" konusu, yalın bir ajitasyon konusu olarak değil de, "beyinsel ve pratik hazırlık" konusu olarak ele alınacak olursa, savaşta "stratejik saldırı" ve "muharebe" kavramlarının ne anlama geldiğinin ortaya konulması gerekir. Doğal olarak, askeri savaş kavramlarından olan "stratejik saldırı"nın, sonuç alıcı, son saldırı olarak anlaşılması gerekmektedir. Ve aynı doğallık içinde, "stratejik saldırı"nın, herhangi bir taktik saldırı gibi, sınırlandırılmış bir amaç gütmediği gibi, sınırlı bir zaman süresini de kapsamadığı kabul edilecektir.
"Strateji, muharebenin savaşın amacı doğrultusunda kullanılmasıdır. Buna göre savaş eyleminin tümüne, savaşın amacına uygun bir hedef göstermesi gerekir. Diğer bir deyişle, strateji, savaş planını yapar ve öngörülen hedeflere göre ona ulaşılmasını sağlayacak bir dizi eylemi saptar; ayrı ayrı seferlerin planlarını hazırlar ve her birinde verilecek muharebeleri örgütler."
"Taktik, silahlı kuvvetlerin muharebede kullanılmasına ilişkin teoridir."[6*]
Ortada bir "stratejik saldırı" sözkonusu ise, buna karşı verilecek "muharebeler", her durumda "stratejik savunma" çizgisine bağlı olmak durumundadır. Askeri savaş literatüründe, bu durumda kullanılabilir üç savaş biçimi gündeme gelmektedir: Mevzii savaş, hareketli savaş ve gerilla savaşı. Bugün cezaevlerinde sürdürülen ölüm oruçları, askeri savaş dilinden devrikleme yapılacak olursa, sözcüğün tam anlamıyla mevzii savaş niteliğindedir. Dolayısıyla, mevzii savaşın yürütülebilmesi için "büyük bir orduya ya da yedek savaş gereçleri"ne sahip olunması şarttır.[7*] Yeterli araçlara sahip olmayan bir güç, güçlü bir düşman karşısında yenilgiden kurtulamaz.
Cezaevlerinde başlatılan ölüm oruçlarını düşmanın "stratejik saldırısı" koşullarında sürdürüldüğü saptanıyorsa, böylesine sonuç alıcı bir saldırı karşısında cezaevlerinin yalın bir "muharebe" alanı olarak kabul edilmesinin bir dizi sonuçlara neden olacağı bilinmek zorundadır. Bu durumda, bunlara karşı yapılması gerekenlerin saptanması kaçınılmaz bir görev olarak ortaya çıkar.
Şüphesiz bu yazdıklarımız "fazla" teoriktir! Dolayısıyla, somuttaki "muharebe"de yer alanlar için de, bunu düzenleyen ve planlayanlar için de "soyut" kalacaktır. İşte ülkemiz solunda egemen olan ideolojisizlik ve Marksist-Leninist teorinin bir yana bırakılmışlığı, böylesine "teorik" ve "soyut" bir sorun ortaya çıkarmıştır.
Dünyada ve ülkemizde gelişen ekonomik, sosyal ve siyasal olayların doğru bir tahliline sahip olmaksızın, bu olayların gelişim dinamiklerini ve yönelimlerini doğru olarak saptamaksızın, değil "stratejik saldırı"yı bertaraf etmek, küçük bir "muharebe"yi bile kazanmak olanaksızdır.
Gelişen olayların gösterdiği gerçek, devrimin nesnel koşullarının her dönemkinden çok daha fazla olgunlaştığı, ancak öznel koşulların hiçbir dönemde olmadığı kadar zayıf ve yetersiz olduğudur. Bunun temel nedeni ise, kitlelerin depolitizasyonu ve solda egemen olan ideolojisizliktir. Kitlelerin depolitizasyonunu aşmanın yolu, içinde yaşanılan koşulların kitlelere anlatılması ve kavratılmasından geçmektedir. Emperyalizmin ve oligarşinin sahip olduğu propaganda ve pasifikasyon araçlarının ulaştığı boyut gözönüne alındığında, kitlelerin içinde yaşadıkları koşulları tam olarak kavrayabilmeleri için yalın bir ajitasyon faaliyetinin yeterli olmayacağı hemen görülecektir.
1997 Asya Krizi ile birlikte görünür hale gelen emperyalist ekonomilerin buhranı koşullarında Aralık 1999'da IMF ile yapılan stand-by anlaşmasının ortaya çıkaracağı gelişmeleri ve sonuçları kolayca bir yana bırakabilen sol örgütlenmeler, herşeyi F-tipi cezaevleri sorununa indirgemişlerdir. 18 Ekim 2000 tarihinde başlatılan ölüm oruçlarının ikinci ayına girildiğinde patlak veren 24 Kasım krizi, "televoleci ekonomistler" kadar, ülkemiz solunda da "öngörülmemiş"tir. 24 Kasım krizi, cezaevlerine "kilitlenmiş" sol açısından, "rejimin ciddi sıkışıklık" içinde olduğu, dolayısıyla "yüklenildiğinde" isteklerin kabul edileceği beklentisi yaratmıştır.
Böylece, 19 Aralık operasyonunun, 12 Eylül darbesi koşullarında uygulanan şiddet ve terörle soldan sağa savrulmuş küçük-burjuva aydınları üzerinde yaratacağı etki de dikkate alınmamış ve ardından Şubat 2001 krizine gelinmiştir.
Şubat kriziyle birlikte adı ve oranı konmamış devalüasyon sonrasında, tüm halk kitlelerinin içine girdikleri tereddüt ve belirsizlik ortamında, kitlelere yön gösterebilecek tek seçenek olan soldaki ideolojisizlik ve ölüm oruçlarına "kilitlenmişlik", solun hiçbir etkiye sahip olmadığı bir dönem başlatmıştır. Cumhuriyet tarihinde ilk kez "esnaf" sokağa çıkmış ve her toplumsal tabaka, kendi öznel istemlerini dile getirir olmuşken, sol, bu kitlesel hareketlilik içinde ölüm oruçlarının içinde bulunduğu durumu gündeme getirmek için çabalamaktan öteye geçememiştir. Ve doğal olarak, "Yaşamda Atılım"ın ifade ettiği gibi, "insanlık sınıfta kalmıştır".
Solda egemen olan ideolojisizlik, kaçınılmaz olarak dünyada ve ülkemizde gelişen ekonomik durumun tahlil edilmesini "boş ve aylak toplamlar" olarak değerlendirilmesine neden olduğundan, bu tahlillerin ortaya koyduklarını da anlamaktan uzak kalmışlardır.
Aşağıda Alınteri dergisinde yayınlanan "Devrimci Üretim İlişkileri" başlıklı yazıdan yaptığımız alıntı, ülkemiz solunda neyin nasıl algılandığını göstermesi açısından tipiktir:
"Ve herkes kendi yaşam deneyiminden bir şeyi belli bir şekilde yapmayı öğrendikten sonra, yani belli bir şekilde yapmaya koşullandıktan sonra, farklı bir şekilde yapmaya çalışmanın ne kadar zor olduğunu bilir. Klasik gitar çalmayı öğrenen birisi, gitar çalmayı öğrenmiş olmaz, yalnızca gitarı belli bir biçimde çalmayı öğrenmiş olur. Ve klasik tarza göre ayarlanmış, algılarını, 'otomatikleşmiş' reflekslerini, alışkanlıklarını kırmadan, gitarı, örneğin caz ritmine göre asla çalamaz. (Ve tersi). Gitarı caz ritminde çalabilmesi için sinir sisteminde kodlanmış olan klasik gitar algı ve reflekslerini olabildiğince 'unutması' ve, en baştan başlayarak bu kez caz ritmini, buna uygun algı ve refleksleri sinir sisteminde kodlayabilmesi gerekir.
Tıpkı insanın klasik tarz gitar çalmayı öğrenmekle, gitar çalmayı değil, ancak belli bir tarzda gitar çalmayı öğrenmiş olması, fakat gitar çalmayı öğrendiğini sanması gibi; bir devrimci de bir işi belli bir tarzda yapmayı öğrenmekle o işi yapmayı öğrenmiş olmaz, yalnızca belli bir tarzda yapmayı öğrenmiş olur, fakat o işle ilgili her şeyi öğrenmiş olduğunu sanır."
İşte bu bakış açısıyla, yaşamında bir kez olsun gitar çalmamış bir devrimci, caz ile klasik gitar "kodlamasını" yapamayan bir devrimci nasıl tasarlanamazsa, ekonomi-politiği bilen bir devrimci de tasarlanamamaktadır.
Oysa, içinde bulunduğumuz koşullarda devrimcilerin, "algı ve refleksleri sinir sisteminde kodlayabilmesi" değil, ülkemizde egemen olan belirsizlik karşısında, halk kitlelerinin gelişen olayları anlamalarını ve bunlara karşı ne yapabileceklerini saptamalarını sağlayacak bakış açısına ihtiyaçları vardır. Bugün ülkemizde yaşayan hiç kimse, popüler dilden ifade edersek, "önünü görememektedir". Halk kitleleri, ne olacağını bilemediklerinden, gelişen olayları izlemekle yetinmektedirler. Bu da, "birşeyler bildiği" varsayılan Kemal Derviş'e bağlanan "umutlar"ın nedeni olmuştur.
Diğer yandan, emperyalist ekonomilerin, özel olarak da Amerikan ekonomisinin içine girdiği durgunluk ve dünya ticaret hacmindeki büyük daralma, ekonomik buhranın giderek ağırlaşacağını ve zaman olarak uzayacağını göstermektedir. Bu ise, bizim gibi geri-bıraktırılmış ülkelerin içinde bulundukları ekonomik buhranın daha da derinleşmesi anlamına gelmektedir. Dış borçların 114 milyar dolara ulaştığı, iç borçların 80 milyar dolar olduğu bir ülkede, halk kitlelerinin her türlü tasarrufuna elkonulacağı bir döneme girilmiştir. Bu koşullar altında, kitlelerin bu durumu "gönüllü" olarak kabul etmeleri için tüm propaganda araçları kullanılmaktadır. Ancak, oligarşinin çok iyi bildiği gibi, bunlar geçici niteliktedir ve sosyal huzursuzluğun büyümesi kaçınılmazdır. Bu da, halkın mevcut düzene karşı memnuniyetsizlik ve tepkilerinin büyümesi, bir başka deyişle, suni dengenin büyük oranda bozulmaya yönelmesi demektir. Bu gelişme karşısında, "temsili demokrasi"nin rafa kaldırılması ve teknokratlar hükümetinin kurulması gündemin ilk ve tek maddesi haline gelecektir.
Bugün, hükümeti oluşturan partilerden, TBMM'de temsil edilen FP ve DYP ile meclis dışındaki CHP ve ÖD Partisi'ne kadar, hemen tüm düzen partileri, bir askeri darbe olasılığına karşı "ılımlı ve yapıcı" politikalar yürütmektedirler.
Soldaki ideolojisizlik, kaçınılmaz olarak, devrimci unsurların gelişen olayları kavrayacak bilinç seviyesinde olamamalarına neden olmaktadır. Legal ya da yarı-legal eylemlere olan aşırı bağımlılık ve yönelim, her türden illegal örgütlenmeyi ve mücadeleyi de engellemektedir. Tüm bunların yanında, silahlı mücadele ise, olabildiğince geri plana itilmiş ve neredeyse unutulmuş durumdadır.
Konuyla bağlantılı yazılar:
***
Solda Birlik Oluşumlarının Yeni Adı : İdeolojisizlik
***
İçeriği Boşaltılan Kavramlar : Emperyalizm, Sosyalizm, Devlet, Demokrasi, Faşizm, Politik Mücadele, Silahlı Mücadele...
***
Kadrolar ve Politikada “Güç-Nicelik” Kavrayışı
***
Kitle Gösterilerinde Görsellik Ya da “Medyatik Olmak”
***
Legalleşmenin Yeni Adı : Anayasacılık
***
Popülist Söylem Üzerine Bir Kez Daha
***
Sol Yayınlarda Popülizm Ya da Lümpen-Arabesk Kültürün Egemenliği
***
"Vatan, Millet, Sakarya...", "Kanıt, Sav ve Tez"
***
1980'den Günümüze Kitle Pasifikasyonu ve Sonuçlar
***
Cezaevlerinde "Yeni" Bir Sürece Girerken
***
Devrim Stratejisi ve Stratejiye Bağlılık
***
Durum Tahlilleri, Komplolar ve Senaryo Yazmak
***
"Hayata Dönüş" Operasyonu ve Oligarşinin Siyasal Zoru
***
Ölüm Orucunda Desinformasyon ve Kamuoyunun Koşullandırılması
Dipnotlar
[1*] Yaşamda Atılım, Sayı: 30, 10 Şubat 2001
[2*] Sınıf Pusulası, Mart-Nisan 1999, Sayı: 1, s: 21
[3*] Yaşamda Atılım, Gündem, Sayı: 30, 10 Şubat 2001
[4*] Yaşadığımız Vatan, Sayı: 92, 26 Mayıs 2001
[5*] Yaşamda Atılım, Sayı: 41, 28 Nisan 2001
[6*] Clausewitz, Savaş Üzerine
[7*] Mao Zedung, Askeri Yazılar, s: 171