"Hayata Dönüş" Operasyonu
ve Oligarşinin Siyasal Zoru
”Emperyalist dönemin belirgin özelliği: Üretici güçlerin gelmiş olduğu seviyeye uygun olarak ortaya çıkan üretim ilişkilerinin, üretici güçlerle uzlaşmaz zıtlığa varmasıdır. Bu durumun sınıfsal plana yansıması, artık burjuvazinin tarihin treninin lokomotifi olamaması, aksine, ortaya çıkardığı sınıfın (proletaryanın) götürücü sınıf karakterine sahip olmasıdır. İktisadi evrim artık öyle bir seviyeye gelmiştir ki, gelişmesi için üretici güçlerini başka bir sınıfın, proletaryanın eline vermesi gerekmektedir. Bu durum ise yeni bir siyasal durum, farklı bir sistem demektir ki, adı sosyalizmdir.
Emperyalist dönemde üretici güçlerin ürünü olan üretim ilişkileri, varlıklarını devam ettirmek için üretici güçleri baskı altına almak zorundadırlar. Bir zamanlar burjuvazinin elinde toplumsal bir görevi olan siyasal zor, bu kez yine burjuvazinin elinde mevcut üretim ilişkilerini, üretici güçlere uygun düşen yeni bir biçimde düzenleme görevini yerine getireceği yerde, engelleyici bir nitelik olan üretim ilişkilerini devam ettirme görevini üstlenir. Yani topluma yabancılaşır. Bu ana çelişkinin nedeni, burjuvazinin üretim ilişkilerinin esiri olarak, ileri götürücü lokomotif olma yerine, geriye çekici bir ağırlık, posa olmasından gelir. Mevcut üretim ilişkileri, hizmetine koştuğu siyasal zoru, varlığını ona borçlu olan burjuvazinin elinde tarih tekerini geriye çevirmeye zorlarken, toplumu da yeni bir siyasal zora gebe bırakır. Bu siyasal zor, proletaryanın devrimci zorudur.
Emperyalizmin ortaya çıkardığı üretim ilişkileri (tekeller, bankalar, borsalar, otomasyon ve sibernetik vb.) burjuvaziyi kıskıvrak bağlar, onu daha çok parazit haline sokar. Ama bu rantiye tekelci burjuvazinin üretim ilişkileri, gerek iktisadi hayatta, gerekse topluma verdikleri ile, aslında burjuvazinin başının belasıdır. Onu, her durumda daha zor durumlara düşürür. Enflasyonuyla, işsizliğiyle, anarşisiyle ona ecel terleri döktürür. Ama bu durumda, tekelci burjuvazinin gayretleri boşunadır. Tekelci burjuvazi, iktisadi yapıyı istediği kadar düzenlemeye (çelişkileri azaltmaya) çalışsın, mevcut üretim ilişkileri karşısında yenik düşer ve onun hizmetine girer. Ve giderek de siyasal zora, onun (üretim ilişkilerinin) gerektirdiği biçimde, daha çok sarılır. Bu nedenle, siyasal zor iktisadi durumu 'kontrol' altına almaya yönelirken, tekelci burjuvazinin iradesiyle değil, üretim ilişkilerinin 'zor'laması ile görev yapar. Siyasal zorun topluma yabancılaşması, üretim ilişkilerinin zorlamasıyla olur.”
[İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz]
Bizim gibi üllkelerde, kapitalizm, kendi iç dinamiğiyle değil de, emperyalizme bağımlı olarak geliştiğinden çarpıktır. Bu çarpıklık, ekonomiden siyasal ilişkiler alanına kadar her düzeyde ortaya çıkar. Bunun kaçınılmaz sonucu ise, ekonomik, toplumsal ve siyasal bunalımların sürekli mevcudiyetidir. Bir başka ifadeyle, bizim gibi emperyalizme bağımlı geri-bıraktırılmış ülkelerin tamamında milli kriz süreklidir.
Mahir Çayan yoldaşın belirlemesiyle ifade edersek: ”Bu ülkelerde emperyalist hegemonya bağımsız bir milli burjuvazinin gelişmesine engel olduğundan, ülke kapitalist bir ülke olsa bile, var olan kapitalizm kendi iç dinamiği ile gelişemediğinden çarpıktır, emperyalizme göre biçimlenmiştir. Emperyalist hegemonya toplumun kendi iç dinamiği ile gelişmesine engel olduğu için, ülke, alt yapı ilişkilerinden üst yapısına kadar, milli bir kriz içindedir.” [1*] İşte bu milli krizin sürekli varlığı, emperyalizmin ve onun yerli işbirlikçilerinin kendi iktidarlarını korumak ve sömürüyü sürdürebilmek amacıyla kullandığı siyasal zoru, bizim gibi ülkelerde sürekli gündemde tutar. Çünkü, milli krizin varlığı, mevcut düzenin tüm çelişkilerinin her düzeyde gelişkinliğinin ve keskinliğinin bir ifadesidir. Dolayısıyla halk kitlelerinin mevcut düzenle olan çelişkileri keskinleşmiştir. Bu da, kitlelerin mevcut düzene karşı memnuniyetsizliklerinin büyümesi ve mevcut düzene karşı tepki duymalarının maddi koşullarını oluşturur. Bir başka ifadeyle, milli krizin varlığı, halk kitlelerinin mevcut düzene karşı memnuniyetsizlik ve tepkilerinin açığa çıkmasını sağlayan koşullardır. İşte bu koşullarda, kitlelerin memnuniyetsizlik ve genellikle bilinçsiz tepkileri, oligarşinin siyasal zoru ile pasifize edilerek, bu tepkiler ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur.
Oligarşinin (ve içsel olgu olduğu için aynı zamanda emperyalizmin) uyguladığı siyasal zor, kendi siyasal iktidarını ve düzenini korumak amacıyla uyguladığı zordur. Kitlelerin tepkilerini pasifize etmek amacıyla kullanılan bu siyasal zor, kaçınılmaz olarak yaşamın her alanında varlığını sürdürmekte ve devlet aygıtı da siyasal zorun sürekliliğine göre biçimlenmektedir.
Bu nedenlerden dolayı, ülkemizdeki siyasal zorun niteliği ve devlet aygıtının buna uygun olarak biçimlendirildiğini kavramadan, ülkemizde gelişen siyasal olayları doğru biçimde tahlil etmek olanaksız olduğu gibi, devrimci mücadelenin doğru biçimde sürdürülmesi de olanaksızdır.
Ülkemizin son iki yılına bakıldığında, ilk görünen, ülkede demokrasinin ”gelişeceği”, demokratik hak ve özgürlüklere ilişkin ”sınırlamaların kaldırılacağı” türünden söylemlerin ve beklentilerin olağanüstü boyutlarda arttığıdır. Özellikle PKK hareketinin tümüyle tasfiye sürecine girmesi ve Nisan 1999 genel seçimlerinden sonra ”demokrat” Ecevit ile faşist MHP'nin koalisyon hükümeti kurmaları, mevcut söylemleri ve beklentileri daha da güçlendirmiştir. MHP'nin ”değiştiği”ne ilişkin yapılan tüm propagandalar ve yönlendirmelerle, o güne kadar ”demokratikleşmenin” önündeki en büyük engel olarak görünen MHP'nin de ”onayı” alınarak gerçekleşebileceği sanısı daha da yaygınlaşmıştır. Ve böylece, ”demokrasi sorunu”, siyasal partiler arasında varılacak bir ”uzlaşma” ile çözülebilecek bir sorun şeklinde algılanmaya başlanılmıştır. Doğal olarak, ülkemizdeki siyasal zorun niteliği ve maddi temelleri bu algılama ve beklenti içinde bir kenara itilmiştir. Yapılan tüm karşı söylemler ise, MHP'nin ”değişmediği”, faşist bir parti olduğu çerçevesinin dışına çıkmamıştır.
Oysa, gerek gelişen dünya ekonomik buhranı, gerekse bu buhranın ülkemize yansımaları, ülke içindeki çelişkilerin daha da keskinleşeceğini açıkça gösterirken ve IMF ile yapılan stand-by anlaşması ile bu belirginleşmişken, sorunun, MHP sorunu ya da siyasal partiler arasında varılacak bir uzlaşma ile ülkenin ”demokratikleşmesi” sorunu olmadığı yeterince açığa çıkmıştır.
Herşeyden önce, IMF ile yapılan stand-by anlaşmasının sonucu olarak uygulamaya sokulan ”istikrar tedbirleri”nin klâsik reçetesi, halk kitlelerinin yaşam koşullarının hızla bozulacağının, yoksullaşmanın artacağının açık kanıtları durumundadır. Ve herkesin 2000 yılındaki ekonomik uygulamalarla bu gerçeği açıkça gördüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.
Kitlelerin ve bireylerin yaşam koşullarının hızla kötüleşmesinin, artan oranda mülksüzleşme ve yoksullaşmanın somut sonucu, mevcut düzene karşı tepkilerin yoğunlaşması ve yayılması olmaktadır. Bu koşullarda, mevcut düzenin varlığını sürdürebilmesi için siyasal zor, her zamankinden çok daha fazla uygulamaya hazır durumda tutulmak ve olabilecek her durumda uygulanmak zorundadır. Bunun gerçekliği ise, suni dengenin bozulmaya yönelmesi ve siyasal zor ile bu gidişin durdurulması için gerekli önlemlerin alınmasıdır.
Oligarşinin halk kitlelerinin mevcut düzene karşı tepkilerini siyasal zor ile pasifize etmesi, her dönemde ve her zaman bir ve aynı biçimde gerçekleşmemektedir. ”Bizim gibi ülkelerdeki oligarşik yönetim, rahatlıkla işçi ve emekçi kitlelerin demokratik hak ve özgürlüklerinin olmadığı tam bir dikta yönetimi ile ülkeyi yönetebilmektedir. Buna sömürge tipi faşizm de diyebiliriz. Bu yönetim, ya klâsik burjuva demokrasisi ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan 'temsili demokrasi' ile icra edilir (gizli faşizm) ya da sandıksal demokrasiye itibar edilmeden açıkça icra edilir. Ancak açık icrası sürekli değildir. Genellikle, ipin ucunu kaçırdığı zaman başvurduğu bir yöntemdir.” [2*] Ülkemizin tarihinin ve son dönemdeki gelişmelerin açık biçimde kanıtladığı bu belirlemeler, ülkemizdeki olayları izleyen hemen herkes tarafından bilinmekte ve kabul edilmektedir. Ancak bu gerçeklerin bilinmesi ve genel olarak kabul edilmesi ile pratik arasında açık bir çatışkı mevcuttur.
Kimilerine göre, ”her ne kadar bu böyleyse de”, ”globalleşme”, AB gibi olgular ülkemizdeki siyasal zor uygulamasını bellirli sınırlara çekmektedir. Bir başkalarına göre ise, ülkedeki ”istikrar ve güven ortamı” bozulmadığı sürece, siyasal zor uygulanmasına gerek olmayacaktır. Bunun için, her türlü silahlı mücadele yöntemi bir yana bırakılmalıdır. Bir üçüncüye göre ise, demokratik hak ve özgürlükler üzerindeki anayasal ve yasal sınırlamaların kaldırılması yönünde mücadele edildikçe, siyasal zor da önemini yitirecektir. Öyle ki, mevcut düzenin mevcut yasal çerçevesi içinde mücadele ederek, bu yasal çerçeveyi genişletecek ”meşruiyet”i sağlamak, siyasal zorun uygulanması için kullanılan ”gerekçeleri” oligarşinin elinden alacaktır. Bir dördüncüsüne göre ise, ülkemizdeki siyasal zorun sürekliliği, toplumsal ”şiddet”in bir sonucudur. Uygar bir eğitim, çevre bilinci ve hümanizm, toplumdaki ”şiddet”i ortadan kaldırarak siyasal şiddeti de ortadan kaldıracaktır.
Bu ve benzeri tüm yaklaşımların ortak noktası, ülkemizdeki siyasal zorun emperyalizme ve emperyalist sömürüye olan bağımlılığını görmezlikten gelmesidir. Bu yaklaşım, ülke içindeki dengelerin (ki dengesiz bir dengedir bu) kapitalizmin iç dinamikle gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, ülke içindeki güç ilişkileriyle belirlendiğinı varsaymak ve siyasal zorun, üretim ilişkilerinin çarpıklığının bir sonucu olduğunu reddetmek zorundadır. Doğal olarak, ekonomik temellerinden kopartılmış bir siyasal zor, salt bir ”keyfiyet” konusu olmaktadır. Yolsuzluk olaylarında olduğu gibi, ”iyi yöneticiler” işbaşına geldiği takdirde ”keyfiyet” değişecektir.
Oysa, gelişen tüm siyasal olaylar, ülkemizde oligarşinin siyasal zorunun gün geçtikçe daha da yoğunlaştığını ve giderek ülke çapında askeri plana dönüştüğünü göstermektedir. PKK'nin tasfiye sürecine kadar, siyasal zorun askeri plandaki sürdürülüşü bölgesel nitelikte kalırken, günümüzde ülke çapında genelleşmektedir. İşte son cezaevlerine yönelik ”hayata dönüş operasyonu”, oligarşinin siyasal zorunun askeri plana dönüşmesinin en açık görüngüsü olmuştur.
Yapılan helikopter ve zırhlı araç ihaleleri, oligarşik yönetimin siyasal zorun askeri planda yürütülmesi için yaptığı hazırlıkların bir sonucudur. Öte yandan, Genelkurmay bünyesinde oluşturulan değişik ”çalışma grupları” hazırlıkların boyutlarını ortaya koymaktadır. Öyle ki, bir yandan polisin görev alanlarında faaliyet yürüten jandarma birimleri kurulurken, diğer yandan 10 bin doların üzerindeki mevduatlar bile doğrudan Genelkurmay tarafından izlemeye alınmıştır. Bu işlemler Genelkurmay bünyesinde oluşturulan Ekonomik ve Mali İzleme Merkezi (EMİM) tarafından yerine getirilmektedir. Bu da, 1997 sonrasında Genelkurmay içinde oluşturulan ”çalışma grupları”nın sürekli ve resmi bir birim haline geldiğini göstermektedir.
İşte bu gelişmeler içinde cezaevlerine yönelik operasyonun hazırlığı, yapılış tarzı ve desinformasyon faaliyetleri, oligarşinin siyasal zorunun askeri planda yürütülmesinin oldukça ileri bir evreye ulaştığını göstermektedir.
Herkesin ”medya” aracılığıyla yürütülen desinformasyon içinde izlediği cezaevleri operasyonunun, Adalet ve İçişleri Bakanlığı ile hiç bir ilişkisi olmadan planlandığı ve icra edildiği, operasyonun doğrudan jandarma birlikleri tarafından gerçekleştirilmesiyle görünür haldedir. Operasyon öncesinde ve operasyon sırasında Adalet ve İçişleri Bakanlığının tüm rolü, operasyonun yapılması konusundaki Genelkurmay kararını onamaktan ibarettir.
Operasyon sonrasında F-Tipi cezaevlerine sevk edilen siyasi tutsaklara yönelik uygulamalar, tümüyle 12 Eylül askeri darbesi koşullarında tüm cezaevlerinde yürütülen pasifikasyon uygulamalarıyla bir ve aynı olmuştur. S. Tantan, bu durumu, ”psikolojik savaş teknikleri uyguluyoruz” diyerek ifade etmiştir. Operasyon sırasında çalınan askeri marşlar ve F-Tipi cezaevlerinde sürekli müzik yayınları Genelkurmay'ın 12 Eylül darbesi koşullarındaki uygulamalarının aynıdır.
Aynı şekilde, operasyon, sözcüğün tam anlamıyla askeri harekât olarak gerçekleştirilmiştir. Oligarşik yönetimin ülke çapında güçlü bir merkezi otorite olduğunun gösterilmesine uygun olarak, operasyon 20 cezaevinde aynı anda başlatılmış ve tümüyle savaş kurallarına uygun olarak yürütülmüştür. Cezaevlerinin duvarlarının iş makinalarıyla yıkılması, operasyonu, herhangi bir polis operasyonundan ayıran temel olgu olmuştur.
Bu gelişme kaçınılmazdır. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, oligarşinin siyasal zoru, ekonomik, toplumsal ve siyasal bunalımın sürekli varolduğu koşullarda (milli kriz) halkın mevcut düzene karşı memnuniyetsizlik ve tepkilerinin pasifize edilmesi için temel araçtır. Bir başka deyişle, kitlelerin pasifize edilmesinde, kitlelerin ideolojik olarak etki altına alınması ya da nispi ekonomik gelişme ikincil öneme sahiptir. Kitlelerin pasifize edilmesi amacına yönelik siyasal zor, hemen her zaman, öncelikle kadro pasifikasyonuna yönelik olarak kullanılır. Kadro pasifikasyonunun amacı, gelişen bunalım koşullarında ortaya çıkabilecek politik kitle hareketlerinin öncüsüz ve örgütsüz bırakılmasını sağlamaktır.
Siyasal zorun kadroların pasifize edilmesi yönündeki kullanımı, bir yanda devrimci kadroların imhasına yönelirken, diğer yandan bu imha eylemlerinin kitlelere ve sempatizanlara bir gözdağı verme amacı güder. Oligarşi, kadrolara yönelik siyasal zoruyla bir bakıma kuvvet gösterisi yaparak, kendisine karşı konulamayacağını göstermeye çalışır. Bu yüzden, siyasal zorun kadrolara yönelik kullanımında, hemen her zaman zorun en son sınırına kadar kullanılması gündeme gelir. Zorun böylesine sınırsız kullanımını haklı gösterebilmek amacıyla uygulanan yöntem ise, ”düşman”ın abartılması ve gerçeklerin çarpıtılmasıdır (desinformasyon). İşte cezaevlerine yönelik son operasyonun bir kez daha görünür hale getirdikleri bu gerçeklerdir.