"Olaysız" geçen 1 Mayıs sonrasında ülkemiz solunun tüm dikkati, neredeyse tümüyle "hücre tipi cezaevi" inşaatlarının hızlandırılması ve siyasi tutsakların buralara sevk edileceği konusunda toplandı. Bazı sol söylemle ifade edersek, ülkemiz solunda herşey F-tipi cezaevi olarak tanımlanan hücre tipi cezaevi konusuna "kilitlendi".
Bu durum, her zaman olduğu gibi, solda, hangi eylem biçiminin yapılacağı tartışmalarını başlattı. Süresiz açlık grevinden ölüm orucuna kadar "değişik" eylem biçimlerinin değişik "tarafları", ellerindeki her türlü teknolojik aracı kullanarak (ve bu yolla Bülent Akarcalı'nın izinden giderek) yapılmasını savundukları eylem biçimleri için "kamuoyu" oluşturmaya yöneldiler. Açılan "izolasyona karşı" ya da "hücre işkencedir" temalı ve isimli internet "siteleri" ve hergün birbirini yineleyen e-mail trafiği, nereyde, sorunun kendisinden çok, siyasi tutsakların yapması gereken eylemin biçimi konusunda yoğunlaştırılmaktadır.
Bu gelişim, ülkemizdeki mevcut durumun öne çıkarmış olduğu tüm konu ve sorunların bir yana bırakıldığı ve tek bir konunun, cezaevi konusunun, solun tek faaliyet alanı haline getirildiği bir durum yaratmıştır. Böylece, oligarşik yönetimin söyleminde ifadesini bulan "marjinalleşme" olgusu, görünür hal almıştır.
Bu ortamda, siyasi tutsakların yapacakları her eylemde "kendi" siyasal söyleminin ya da siyasal ilişkilerinin bir ifadesini görmek isteyenlerden, her eylemi kendi politik faaliyetinin bir uzantısı haline getirmek isteyenlere kadar bir dizi yapılanma ya da zihniyetin cezaevi sınırları içinde kıyasıya "savaş" içinde oluşları, kaçınılmaz olarak, her siyasal yapılanmanın ya da örgütlenmenin kendi "içsel" ya da "dışsal" durumlarına bağlı olarak eylem biçimlerini öne geçirmektedir.
Genel görünüm olarak, cezaevlerinde gerçekleştirilecek ya da gerçekleştirilen eylemlerin, özellikle de ölüm oruçlarının, "olaysız" geçen ayların getirmiş olduğu "edilgenlik" ortamında "etkin" bir itici güç oluşturduğu ya da oluşturacağı sanısı egemen durumdadır. Oysa ki, 1995 1 Mayıs'ında niceliksel olarak kitlesel katılımda ortaya çıkan gelişme ve 1996 yılı 1 Mayıs'ındaki olayların ardından gelişen 1996 süresiz açlık grevi ve ölüm orucu, bu sanıyı pekiştiriyor görünmekle birlikte, nitelik olarak büyük bir sorunun varlığını da ortaya çıkarmıştır.
Özellikle 1996 süresiz açlık grevi ve ölüm orucu sürecinde belirli gecekondu bölgelerinde belediye otobüslerine, küçük dükkün ve mağazalara yönelik "molotoflama" eylemleri, cezaevlerindeki eylemlerin "etkin" bir itici gücüyle gerçekleştirilmekten çok, 1995 yılındaki Gazi olaylarının azalan etkisiyle ortaya çıkmıştır. Bu eylemlerin en önemli sonucu ise, belediye otobüslerinin "molotoflanması"nın nedenlerinin ve bu hedeflerin neden seçildiğinin "kamuoyuna" açıklanamaması olmuştur. Bu eylemlerin, birkaç genç ve yeni unsuru "etkin" hale getirmesi, ne denli "kazanım" olmuşsa, kitlesel ölçekte o denli fazla kayıplar ortaya çıkarmıştır.
Yine cezaevlerinde siyasi tutsakların gerçekleştirmek zorunda bırakıldıkları açlık grevleri ve ölüm oruçları karşısında, giderek azalan ve "marjinalleşen" "kamuoyunun duyarlılığı", izlenen çizginin zaaflarını daha görünür kılmıştır. Özellike 1996 süresiz açlık grevi ve ölüm orucunun son günlerinde "devreye giren" küçük-burjuva aydınlarının (Yaşar Kemal, Zülfi Livaneli, Orhan Pamuk gibi) "kefaleti" altında gerçekleştirilen görüşmelerde ortaya konulanlar ve buna bağlı olarak oluşturulacağı ilan edilen sürekli "cezaevlerini izleme komiteleri"nin asla varolmayışı, cezaevlerine yönelik devlet uygulamaları için daha elverişli koşullar yaratırken, aynı zamanda bu küçük-burjuva aydınlarının içinde bulundukları tutarsızlığı ve sürekli bir mücadelenin unsuru olamayacaklarını da açıkça ortaya koymuştur.[*] Bunda belirleyici unsur, siyasi tutsakların mücadelesinin desteklenmesi sorununun salt "hümanist" bir çerçevede ele alınması olmaktadır. Bu bağlamda, bugün Türkiye Baralor Birliği'nin "hücre tipi cezaevleri" konusundaki "olumlu" tutumu fazla şaşırtıcı değildir.
1984 yılından günümüze kadar siyasi tutsakların gerçekleştirdikleri süresiz açlık grevleri ve ölüm oruçları tarihine bakıldığında, birkaç istisna dışında, tüm sorunun "eylem biçimleri" noktasında odaklaştırıldığıdır. Bunun kaçınılmaz sonucu ise "kamuoyunun duyarlılığı"nın "hümanist" bir temelde artırılmasına dayanan destek eylemleri olmaktadır.
Ve yine aynı tarihsel süreçte, genel nitelikte gerçekleştirilen her eylem, Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü'nün "genelgeler"ine karşı topyekün bir karşı koyuş olarak ortaya çıkmıştır. Yine aynı şekilde, her eylem sonrasında "kazanımlar"ın yeniden yitirilmesi olasılığı gündeme gelmiştir. Böylece süresiz açlık grevlerinin örgütlenmesi ve gerçekleştirilmesi ile bunlara paralel olarak küçük-burjuva aydınlarının "hümanist" desteklerinin kazanılmasına yönelik bir faaliyet, ülkemiz cezaevlerinin bir geleneği haline gelmiştir. Son günlerde "halkınkurtuluşuvegerçeközgürlükiçinmücadeleedenişçilere,yoksulhalklarımıza,kamuemekçisimemurlara,avukatlara,doktorlara,mühendislere,aydınvesanatçılara" yapılan çağrılardaki artış, bu geleneğin ne denli körce izlenildiğini göstermektedir.
1996 süresiz açlık grevi ve ölüm orucuyla doruk noktasına ulaşan bu mücadelenin en belirgin özelliği, eylemlerin amaçları ile araçları arasındaki büyük çatışkıdır. Bu çatışkının en açık görünümü ise, Ankana Merkez Kapalı Cezaevi'nde geçen yıl gerçekleştirilen kitlesel katliamda ortaya çıkmıştır.
Herkesin bildiği gibi, Merkez Kapalı Cezaevi'ndeki siyasi tutuklu sayısındaki artış, yeni koğuş talebini gündeme getirmiş ve bu talep karşısında cezaevi yönetiminin "duyarsız" kalışı, siyasi tutsakları, sorunu "fiilen" çözmeye yöneltmiştir. Böylece başlatılan "koğuş işgali" eylemi, bir ayı aşkın süren "görüşmeler"in sonucunda kitlesel katliamla sonuçlanmıştır. Sağmalcılar Cezaevi'ndeki bir siyasi tutsak örgütlenmesi tarafından yapılan açıklamada, bu katliam öncesinde "kendilerinin" çözüm için araya girdikleri ve en son noktada cezaevi yönetiminin "yakında çıkacak bir af sonrasında bu sorunu çözeceği" konusunda bir söz vermesi halinde eylemin sonuçlandırılacağını ifade ettiklerini, ancak buna rağmen saldırının gerçekleştirildiği ifade edilmiştir. Bu açıklamada da görüldüğü gibi, eylemin amacı ile aracı arasındaki çatışkı alabildiğine büyüktür.
Burada altı çizilmesi gereken nokta, cezaevlerine ilişkin sorunlarda, ana konu hangi eylemin yapılacağı değil, hangi amaçlarla mücadele edileceği sorunudur. Amaçları açık ve net olarak belirlenmemiş ve uzun dönemli olarak tanımlanmamış her cezaevi eylemi, belirli bir zaman dilimi için kısmi kazanımlar sağlasa bile, oligarşik yönetim tarafından istenildiğinde ve istediği zaman ortadan kaldırılabilir sonuçlar doğurmaktadır. Sorunun bu şekilde açık ve görünür olması, sadece, cezaevlerinde yıllardır sür-git devam eden siyasi tutsakların karşı karşıya kaldıkları durum ve buna karşı sürekli mücadele içinde bulunmalarından kaynaklanmamaktadır. Sorunun bu açık ve görünür niteliği, asıl olarak, oligarşik yönetimin cezaevlerini tüzük, yönetmelik ve genelgelerle yönetmesinden kaynaklanmaktadır.
Ülkemiz cezaevlerinin tüzük, yönetmelik ve genelgelerle yönetilmesinin ortadan kaldırılması, her zaman ve her yerde geçerli demokratik bir yasal çerçeveye oturtulması ve tutsakların haklarının yasal güvenceye sahip kılınması, cezaevleri için olmaz-sa-olmaz koşul durumundadır. Ceza İnfaz Yasası'ndan Terörle Mücadele Yasası'na kadar pekçok yasa ve yasa maddesi içinde genel ifadelere sahip olan cezaevlerinin yönetimi, tüzük, yönetmelik ve genelgelerle yürütülür halde tutulması, şüphesiz oligarşik yönetimin istediği zaman ve istediğinde cezaevlerine yönelik uygulamaları değiştirebilmesinin koşullarını yaratmaktadır. Bu da, açık bir biçimde "keyfi yönetim"in varlığı demektir.
Cezaevlerine ilişkin sorunların uzun dönemli tek kalıcı çözümü, cezaevlerinin yönetiminin ve tutsakların haklarının demokratik bir yasal güvenceye sahip kılınmasıdır. 1996 süresiz açlık grevi ve ölüm orucunda açık biçimde ifade edildiği gibi, "tüm cezaevlerinde insani yaşam koşullarına uygun ve tek bir statünün oluşturulması" talebi bu demokratik yasal güvencenin ifadesi durumundadır.
Ülkemizdeki cezaevi sorunlarının sür-git yapısı karşısında, demokratik bir cezaevleri yasasının çıkartılması öylesine kaçınılmaz bir hale gelmiştir ki, mevcut hükümetin Adalet Bakanı H. Sami Türk, Temmuz ayının son gününde Fikret Bila aracılığıyla "cezaevlerinde Batı demokrasilerinden esinlenerek iki yeni uygulamaya geçileceğini" açıklamak zorunda kalmıştır.
"Aracı" ya da Bakanlığın "halkla ilişkiler görevlisi" olarak da tanımlanabilecek Fikret Bila, "bakanın", bu çerçevede, infaz hakimliği ile cezaevleri denetim kurulları oluşturmayı planladığını haber haline getirmiştir.
Adalet Bakanı H. Sami Türk'ün bu son açıklamaları, şüphesiz "hücre tipi cezaevleri" uygulamasına "kamuoyu" desteği sağlamaya yöneliktir. Ancak bu özel amaç, aynı zamanda cezaevlerinin yönetiminin yasal güvenceye sahip kılınması gereğinin de bir itirafı durumundadır.
Ancak Adalet Bakanı'nın Fikret Bila aracılığıyla yaptığı açıklamada yer verilen ifadeler, sadece uygulamanın "yasal" ve "toplumsal" denetimine ilişkindir. Asıl olan, bizzatihi cezaevlerinin yönetiminin ve tutsakların haklarının tek bir demokratik yasaya kavuşturulmasıdır. Ve ancak bu yasadan sonradır ki, uygulamanın "yasal" ve "toplumsal" denetimine ilişkin kurumlar oluşturulabilir ve işlevsel olabilir.
Burada ana halka, cezaevlerinin yönetiminin ve tutsakların haklarının demokratik bir yasal güvenceye kavuşturulması olmakla birlikte, cezaevlerinin yönetiminin sürekli yerelleştirilmesi ve yerel koşullara bağlanarak tutsaklara sınırlandırılmış haklar verilmesi yönündeki eğilimler kesinkes dışlanmalıdır.
Şüphesiz, oligarşik yönetimin kendiliğinden ve kendi kendine cezaevlerinin yönetimine ve tutsakların haklarına ilişkin demokratik bir yasa çıkartmasını beklemek safdillik olur. Onlar, böyle bir yasa çıkartmaya zorlanmadıkları sürece, kendilerine "konjonktüre uygun" olarak cezaevlerini kullanabilme olanaklarını veren statükoyu sonuna kadar koruyacaklardır. Böyle bir yasa çıkartmaya zorlandıkları koşullarda ise, olabildiğince mevcut statüyü yasal duruma getirmek yönünde hareket edeceklerdir. Ancak her durumda, cezaevlerindeki mücadele, belirlenmiş ve belirgin bir amaca yönelik olarak sürdürüleceğinden, her tekil mücadele bir önceki ve sonraki mücadeleyle bağlantılı sonuçlar doğuracak ve birbirinin üstünde yükselecektir. Böylece, cezaevlerindeki mücadelelerin, kitlelerin ekonomik-demokratik mücadelesinin bir parçası haline gelmesi sağlanacak ve bu mücadelelerin birbirinden yalıtılmasının önüne geçilecektir. (Bu durumda, dün olduğu gibi bugün de, cezaevlerinden "kamuoyunun duyarlılığı"na yönelik yapılan açıklamaların giriş bölümünde yer alan, kitlelerin ekonomik-demokratik mücadelesi ile cezaevlerindeki mücadelenin bir bütün oluşturduğuna ilişkin uzun açıklamalar gereksiz hale gelecektir.)
Yukarda da belirttiğimiz gibi, bugün siyasi tutsakların cezalarının infazına ilişkin koşullar, Terörle Mücadele Yasası'ndan Cezaların İnfazına İlişkin Yasa'ya kadar değişik yasalarda ve yasa maddelerinde belirtilmiştir. Terörle Mücadele Yasası'nın (3713 sayılı yasa) 16. maddesinde, siyasi tutsakların "cezaları, tek kişilik veya üç kişilik oda sistemine göre inşa edilen özel infaz kurumlarında infaz edilir. Bu kurumlarda açık görüş yaptırılmaz. Hükümlülerin birbirleriyle irtibatına ve diğer hükümlülerle haberleşmesine engel olunur." denilmektedir. Tüm hükümetlerin "hücre tipi cezaevi" uygulaması karşısında gösterdikleri "duyarlılık" ve aynılığın dayanağı bu madde olmaktadır. Böylece Terörle Mücadele Yasası, "hücre tipi cezaevleri"nin yasal dayanağı olarak, doğrudan cezaevinin nasıl yönetileceğinden, siyasi tutsakların hangi haklara sahip olacağına (daha doğrusu olmayacağına) kadar hemen herşeyi belirlemektedir. Bu somut durum bile, siyasi tutsakların mücadelesini, salt yerel düzeyde bazı hak gasplarına karşı mücadele olmaktan çıkartmakta ve demokratik mücadelenin önemli bir parçası haline getirmektedir.
Böyle bir "yasal" dayanağa sahip olan "hücre tipi cezaevi" konusunda Adalet Bakanı'nın son açıklamaları, yani cezaevlerindeki uygulamaların "yasal" ve "toplumsal" denetime açık hale getirilmesi ("globalizm"in dilinde "şeffaflık") hiç bir değere sahip değildir. Terörle Mücadele Yasası'nda yer alan "hükümlülerin birbirleriyle irtibatına ve diğer hükümlülerle haberleşmesine engel olunur" hükmü, açık bir biçimde hükümlülerin haberleşme özgürlüğünün sınırlandırılmasını değil, tümüyle kaldırılmasını ifade etmektedir. Böyle bir hüküm, cezaların infazına ilişkin uluslararası ölçütlerde kabul edilen "bireysel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması"yla temelden farklıdır.
Demokratik bir yönetim altında, temel sorun, bireysel hak ve özgürlüklerin devlet tarafından tanınması ve güvenceye alınmasıdır. Dolayısıyla, bireyin hangi koşullarda gözaltına alınacağından nasıl yargılanacağına ve bu süreçte hangi haklara sahip olduğunun belirgin ve kesin hükümlere bağlanması ne denli demokratik bir yönetimin önsel koşuluysa, aynı şekilde hükümlülerin hangi bireysel hak ve özgürlüklerinin ceza ve infaz kurumlarında sınırlandırılacağı ve ne ölçüde sınırlandırılacağının belirgin ve kesin hükümlere bağlanması zorunludur. Demokrasi, herhangi bir yasanın, yürütme gücü tarafından kolayca değiştirilebilindiği ve istenildiği gibi yorumlandığı bir yönetim değildir. Bu bağlamda, cezaevleri, bireylerin tüm hak ve özgürlüklerinin ortadan kaldırıldığı yerler değil, bu hak ve özgürlüklerin belli ölçülerde sınırlandırıldığı yerler durumundadır.
Sorunun bu şekilde ortaya konuluşu, siyasi tutsakların mücadelesinin belirgin amaçlara sahip olmasını getireceği gibi, aynı zamanda kitlelerin demokratik hak ve özgürlükler konusunda belirgin bir bilince sahip olmasına da katkıda bulunacaktır.
Demokratik bir yönetimin ne olduğu konusunda belirgin bir bilince sahip olmayan bir halk, demokratik reformlar ile demokratik devrim arasındaki farkı kavraması olanaksız olduğu gibi, "reform" söyleminin demagojik niteliğini de kavrayamayacaktır. Bu çerçevede, siyasi tutsakların mücadelesi, aynı zamanda reformizme karşı bir mücadele niteliğine sahip olmaktadır. Böylece, siyasi tutsakların mücadelesi, siyasi gerçeklerin teşhirinin ayrılmaz bir parçası olarak, salt dönemsel değil, sürekli bir mücadele alanı haline gelir.
Siyasi tutsakların bu çerçevedeki mücadelesi, net bir programa sahip olunmasını ve hedeflerin net bir biçimde ifade edilmesini gerektirir.
Cezaevlerinin yönetiminden tutsakların haklarına kadar her konuyu kapsayan demokratik bir yasanın çıkartılması mücadelesi pek çok değişik eylem biçimlerini gündeme getirecektir. Oligarşik yönetimin bu alana yönelik her türden demagojisinin de, bu çerçeve içinde açığa çıkartılması olanaklıdır.
Örneğin, dün olduğu gibi bugün de, oligarşik yönetim, cezaevilerinin "güvenlik" sorunu ile tutsakların hakları sorununu bir ve tek olarak ele almakta ve kamuoyunu bu yönde koşullandırmaktadır. Bu demagoji, "güvenlik" in sağlanabilmesi için, siyasi tutsakların alabildiğine zor ve sınırlı koşullarda yaşamalarının gerekli olduğu kanısını uyandırmayı hedeflemektedir. Cezaevleri firarlarının ya da firar girişimlerinin haberlerin ilk sıralarında verilmesinin nedeni de budur.
Tüm bunlar, siyasi tutsakların, uzun erimli ve programlı bir mücadelesini öngörmektedir. Oligarşik yönetimin mevcut yasal dayanakları ve keyfi yönetim tarzı, kaçınılmaz olarak (konjonktürel) cezaevlerindeki sorunları güncelleştirmekte ve hemen tavır alınmasını zorunlu kılan sonuçlar doğurmaktadır. Gerçekleştirilen eylemler, bu durumun kaçınılmaz sonucu olmakla birlikte, "kazanımlar", geçici ve yerel düzeyde kalmaktadır. Bu da, oligarşik yönetimin siyasi tutsaklara yönelik yeni bir girişimine kadar pekçok şeyin bir yana bırakılmasına neden olmaktadır. Somut gelişmelerin ortaya çıkardığı ivedilikler ("hemen" tavır alınma zorunluluğu) ortamında, uzun erimli ve programlı bir mücadelenin gerekliliği ne denli ortaya konulursa konulsun hiç bir "değere" sahip olamamasının nedeni de budur.
Ancak, bu "değersizlik", sorunun özünü değiştirmemektedir. Bazı tutsak ailelerinin Adalet Bakanı ile yaptıkları son görüşme ve Sincan "F-tipi" cezaevi "gezisi", sorunun "konjonktürel" olmadığını çok açık biçimde ortaya koymuştur. "Hücre cezaevleri" sorununun, salt mimari bir sorun olmadığı Kartal cezaevindeki "mafya babaları"nın yaşam koşullarında ifadesini bulur. Sorun, mimari olarak "hücre tipi cezaevleri"nin yaşanabilir durumda olup olmadığı değil, bunun içinde siyasi tutsakların hangi haklara sahip olacakları ve bu hakların nasıl bir yasaya dayandırılacağıdır. Terörle Mücadele Yasası'nda ifadesini bulan hakların ortadan kaldırılmasını esas alan bir cezaevi yönetim anlayışı, mimari yapının getirmiş olduğu ek avantajlarla, siyasi tutsakların birleşik mücadelesini engelleyebileceğini varsayacağından, çok daha cüretkar ve çok daha keyfi bir yönetim biçimi oluşturacaktır.
Böyle bir keyfiyet ortamında, planlı, sistemli ve merkezi bir faaliyet yürütmek durumunda olan devrimci örgütlerin, cezaevlerine yönelik konjonktürel saldırılarla, mevcut durumun öne çıkardığı temel sorunlardan uzaklaşmaları ve bugün görüldüğü gibi, ülkenin içinde bulunduğu somut koşullardan uzaklaşmaları kaçınılmazdır.
Tüm bunlar, somut koşulların yarattığı tüm "ivedilikler"e rağmen, uzun erimli bir cezaevi mücadele programının belirlenmesini ivedi hale getirmektedir.